Özlenen Rehber Dergisi

165.Sayı

VELÎLERE İLHAMIN GELİŞİ

İlham, bir kaç yönden gelir: Allah (c.c.)’dan, peygamberlerden, meleklerden, akl-ı küll (mükemmel, olgunlaşmış akıl)’den, şeytandan ve nefisten.

1- Allah (c.c.)’dan gelen ilham; Kur’ân’ın muhtevasındaki emirlere yöneliktir.

2- Peygamberlerden gelen ilham; ayetlerin ve hadislerin ışığında, sünnetlerin yaşanmasına ve teşvik edilmesine yöneliktir.

3- Melek ve akl-ı küll’den gelen ilham; doğru yola teşvik ve uyarıcı mahiyettedir.

4- Şeytandan gelen ilham; nefis, bir şeyi ilham yolu ile istedi mi, nefislere kötülükleri emretmek şeklinde olur. Eğer vesvesesinde muvaffak olamazsa, başka bir vesveseye geçer ki, bu hal o kişiyi kandırıncaya kadar devam eder.

5- Nefisten gelen ilham da şöyle: Nefis bir şeyi ilham yoluyla istedi mi, o isteği yapılıncaya kadar, başka bir şeye geçemez.

Velî, müdrik, olgun ve ilimlere vakıf olursa, ilhamın nereden geldiğini anlar. Daha doğrusu, gelen ilhamları ayet ve hadis ışığında süzgeçten geçirir. Ayet ve hadislere uygunsa, onun doğru olduğunu anlar ve onu tatbik etmeye çalışır. Eğer Kur’an ve Sünnet’e zıt ise, onu zahirî ilmi ile anlar. Bu ilhamın menfi olduğunu, düşmanın bir dürtüsü, vesvesesi olduğunu şu ayet aracılığıyla sezer ve yapmamaya gayret eder:

اَلَّذ۪ي يُوَسْوِسُ ف۪ي صُدُورِ النَّاسِ
’(Sinsi şeytan) ki o, insanların kalplerine vesvese verir.’1
Bu durumda Allah Teâlâ’dan yardım diler. Cenâb-ı Hak da ona yardımı ile icabet eder. Bir ayeti kerimede:
يَآ اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اسْتَع۪ينُوا بِالصَّبِْ وَالصَّلٰوةِۜ اِنَّ الّٰلَ مَعَ الصَّابِر۪ينَ
’Ey iman edenler! Sabır ve namazla (Allah’tan) yardım dileyin. Muhakkak ki Allah sabredenlerle beraberdir.’2
Velîlerdeki diğer bir hal ise, kalplerinden Cenâb-ı Hakk’ın sevgisinden başka bütün sevgileri atmalarıdır. Kalplerinde daima Allah (c.c.)’ın muhabbetini sezerler. Kalplerinde yer eden nefsin kötü emirlerinin dökülmesine sebep ise, Allah (c.c.)’ı çok zikredip böylece kalp aynalarını parlatmalarıdır.
Bir ayet-i kerimede şöyle buyrulur:

اَلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَتَطْمَئُِّ قُلُوبُهُمْ بِذِكْرِ الّٰلِۜ اَلَ بِذِكْرِ الّٰلِ تَطْمَئُِّ الْقُلُوبُ

’(Hakk’a yönelenler;) iman edenler ve kalpleri Allah’ın zikriyle mutmain olan (huzura kavuşan)lardır. Haberiniz olsun ki, kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur (huzur bulur).’3

إِنَّ لِكُلِّ شَيْءٍ سِقَالَةً، وَإِنَّ سِقَالَةَ الْقُلُوبِ ذِكْرُ « : عَنْ عَبْدِ الّٰلِ بْنِ عُمَرَ، عَنِ النَِّبِّ -صَلَّ الّٰلُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ- أَنَّهُ كَانَ يَقُولُ
وَلَوْ أَنْ تَضْرِبَ بِسَيْفِكَ حَتّٰ « : قَالُوا: وَلَ الْجِهَادُ ف۪ي سَب۪يلِ الّٰلِ؟ قَالَ ». الّٰلِ، وَمَا مِنْ شَيْءٍ أَنْٰى مِنْ عَذَابِ الّٰلِ مِنْ ذِكْرِ الّٰلِ
». يَنْقَطِعَ

Abdullâh b. Ömer (r.a.)’ın Nebi (s.a.v.)’den rivayet ettiğine göre; muhakkak ki o şöyle buyuruyordu: ’Muhakkak ki (paslanan) her şeyin bir cilası vardır. Muhakkak ki kalplerin cilası da Allah’ı zikretmektir. Allah’ın azabından, Allah’ı zikretmekten daha kurtarıcı hiçbir şey (amel) yoktur.’ (Ashâb): ’Allah yolunda cihat da mı (Allah’ı zikretmekten daha kurtarıcı) değildir?’ dediler. (Rasûlullah): ’Kırılıncaya kadar kılıcınla (savaşıp kâfirlere) vursan da (Allah’ı zikretmekten daha kurtarıcı değildir).’ buyurdu.4

İşte bu kalbe sahip olan velîlerin kalp aynasının önüne gelen insanların kalplerindeki arzuları akseder. Böylece Allah (c.c.)’ın izni ile önlerindeki kişilerin maksatlarını keşfederler. Bunu, bir aynanın karşısına geçtiğimiz zaman suretimizin aynaya aksetmesine benzetebiliriz.

Peygamberimiz bir hadis-i şerifinde mealen şöyle buyurur:

’Kalpler, kendisine iyilik edeni sevme ve kendisine kötülük edene buğzetme (tabiatı) üzere yaratılmıştır.’5

Keramet, Cenâb-ı Hak ile kulu arasında bir sırdır. Ancak sevdiği kişilere bu sırrın nurunu nasip eder. Şayet sevmediklerinde bu hal zuhur ederse bu, o kişi için bir sevgi ve izzet olmayıp onun sapıklığının artmasına vesile olur.
İmam Gazali hazretleri, velîlere kırk keramet verildiğini; yirmisinin dünyada, yirmisinin de ahirette olduğunu bildirmişlerdir.
Dünyadaki kerametleri; Allah’ın velîlerine olan senası (övgüsü), anması, tazimi (ululaması), (nimetlendirmek) suretiyle şükranda bulunması ve muhabbeti (sevgisi)dir. Ayrıca onların işlerini idare etmesi ve onların rızıklarını tekeffül etmesidir. Onlara yardımcı ve yoldaş olmasıdır. İzzet-i nefistir, aziz (kadr sahibi) eylemesidir. Dünyada himmetlerini (hedef ve çabalarını) yüce kılmasıdır. Onlara her şeyden evvel kalp zenginliğini ihsan buyurmasıdır. Onların kalbine hikmet nurunu ve hidayet nurunu bağışlamış olmasıdır. Onlara vakar (ağırbaşlılık) ve mehabet (heybetlilik) vermesidir. Onlara kalp ferahlığı ihsan eylemesidir. Onları kalplerin sevgilisi yapmış olmasıdır. Onlara ait olan her şeye bereket vermesidir. Yeryüzünü ve dünyadaki bütün varlıkları onlara musahhar (itaatli) kılmasıdır. Onlara yer hazinelerinin anahtarlarını vermesidir. Onları muhtaç ve hastalara şefî’ (ricacı) eylemesidir. Ve onların dualarını kabul eylemesidir.6
Cenâb-ı Hak bir ayet-i kerimesinde şöyle buyuruyor:

اَلَْخِلَّٓءُ يَوْمَئِذٍ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ اِلَّ الْمُتَّق۪ينَ

’Takva sahipleri müstesna, o gün, (dünyada samimi) dost (olan)lar birbirine düşman (olacak)tır.’7

Yine Cenâb-ı Hak bir ayet-i kerimesinde:

يَا عِبَادِ لَ خَوْفٌ عَلَيْكُمُ الْيَوْمَ وَلَٓ اَنْتُمْ تَْزَنُونَ
’(Allah o gün kendilerine şöyle buyurur:) ’Ey (ayetlerimize iman eden ve Müslüman olan) kullarım! Bugün size hiçbir korku yoktur ve siz üzülecek de değilsiniz.’8 buyurmaktadır. Bu ayetten, velîlere de şefaat etme izni verileceği anlaşılmaktadır.
Ahirete ait olan kerametleri ise; onlara ölüm sekeratını kolay eylemesidir. Onları iman ve marifette sabit kılmasıdır. Onlara rahatlık ve güzel rızık göndermesidir. Onların kabirlerini geniş ve nurlu eylemesidir. Ruhlarını meleklerinin fevkine yükseltmesi, defin işlerinin hürmetle, büyük bir kalabalık tarafından süratle görülmesidir. Onları kabir sualinin fitne ve korkusundan uzak bulundurması, onlara ilâhî huzurda bulunma nimetini ihsan buyurması, onları ikram ve ihsanda ebedi kılmasıdır. Onlara taç ve hil’at giymeyi nasip ve ikram etmesidir. Onların yüzlerini ak ve aydın kılmasıdır. Onlara emniyet içinde olduklarını müjdelemesi, onlar için kitabın sağ tarafından verilmesi, kafi olması ve hesabın kolaylaştırılması ya da hiç görülmemesi, mizanın sevap yönünden ağırlaştırılması veya hiç yapılmamasıdır. Günahkârlara şefaat etmelerine izin verilmesi ve onların nuru ile ateşin küllenmesidir. Sırat köprüsünü süratle geçmeleri, onlara Kevser Havuzu’ndan su içirilmesi, ebedi mülk verilmesidir. Onlardan razı olmasıdır. Onlara cemalini şeksiz ve şüphesiz göstermesidir.9

Keramet gösterilmesi icap eden yerlere gelince, bir kavmin veya bir kişinin imana gelmesi için veya kâfirlerle yapılan bir harpte İslam ordularının muzaffer olabilmesi için veyahut da bir hastanın şifa bulabilmesi içindir.

Misal: Hâlid b. Velîd (r.a.) hazretleri Hîre seferindeyken, Hîreliler iman etmek için kendisinden bir kerametin zuhurunu istemişlerdi. Hâlid b. Velîd (r.a.) onlara hitaben:

’Ne istiyorsanız yapayım.’ buyurdu. Hîreliler de ellerindeki öldürücü zehirle dolu bir şişeyi kendisine sundular ve: ’Bu zehirdir. Bunu iç, sana bir şey olmazsa, biz de iman ederiz.’ dediler. Hz. Hâlid b. Velîd (r.a.) hemen, ’Bismillâhirrahmânirrahîm’ diyerek zehir dolu şişeyi aldı ve hepsini içti. Kendisine, Allah’ın izniyle hiç bir şey olmadı.10

Böylece Hîreliler Allah’ın birliğini kabul etmiş, kelime-i şahadet getirip İslâmiyet’e girmişlerdir.

Diğer bir misal:
Asr-ı Sadette bir grup Müslüman, gazveden dönerken bir köye uğradılar. Köy halkından yiyecek bir şeyler talep ettiler. Köylüler yiyecek vermekten ve misafir etmekten kaçındılar. Lakin o köyün reisini akrep ısırmıştı. Köylüler: ’Sizin yanınızda bir ilaç veya efsun var mıdır?’ dediler. Pazarlıkta otuz koyuna anlaştılar. Ve Sahâbe o hastaya Fâtiha Suresi’ni okudu. Hasta o an şifa buldu.11

Bu gibi hallerde kerametin gösterilmesi hem caiz, hem de faydalıdır. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’inde:

عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِۜ وَهُوَ الْحَك۪يمُ الْخَب۪يرُ

’Gaybı (gizliyi) de açık olanı da bilendir. O, hüküm ve hikmet sahibidir, (her şeyden) hakkıyla haberdardır.’12 buyurmuş, avam halk da bunu ’gaybı Allah’tan başka kimse, ne şekilde olursa olsun bilemez’ şeklinde yorumlamışlardır. Hâlbuki burada bir incelik vardır: Eğer Cenâb-ı Hak bildirirse, Allah dostları gayb olan sırra muttali olabilirler.13 Cenâb-ı Hak bildirmediği zaman, kesinlikle ne bir peygamber, ne de bir velî, ne de başka bir kimse gaybı bilemez. Ayette Allah Teâlâ’nın, gaybı dilediği kimseye bildirmeyeceği değil, gaybı O’ndan başka kimsenin bilemeyeceği açıklanmaktadır.

Son notlar
1 en-Nâs, 114/5.
2 el-Bakara, 2/153.
3 er-Ra’d, 13/28.
4 Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, Bâb:10, c.1, s.396, h.no:522, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 2000; Beyhakî, ed-Deavâtu’l-Kebîr, Bâb:1, c.1, s.80, h.no:19, Ğırâs Li’n-Neşr, Kuveyt, 2009.
5 Şihâb el-Kudâî, Müsned, Bâb:390, c.1, s.350, h.no:599, Müessesetu’r-Risâle- Beyrut, 1989; İbnu’l-A’râbî, Mu’cem, c.1, s.121, h.no:191, Dârubni’l-Cevzî, Riyad, 1997; Ebû Nuaym el-Esbahânî, Hilyetu’l-Evliyâ ve Tabakâtu’l-Asfiyâ, c.4, s.121, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1988; Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, Bâb:61, c.6, s.481, h.no:8983, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 2000.
6 Gazâlî, Minhâcu’l-Âbidîn İlâ Cenneti Rabbi’l-Âlemîn, s.345-347, Müessesetu’r-Risâle, Beyrut, 1989.
7 ez-Zuhruf, 43/67.
8 ez-Zuhruf, 43/68.
9 Gazâlî, Minhâcu’l-Âbidîn İlâ Cenneti Rabbi’l-Âlemîn, s.348-350, Müessesetu’r-Risâle, Beyrut, 1989.
10 Bkz., İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, el-Buûsu Ve’s-Serâyâ, 2, c.18, s.258, h.no:34419, Dâru’l-Kıble, Cidde, 2006; Taberânî, Kebîr, c.4, s.105, 106, h.no:3809, Mektebetu’bni Teymiyye, Kahire; Ahmed b. Hanbel, Fedâilu’s-Sahâbe, c.2, s.1028, h.no: 1481, 1482, Dârubni’-Cevzî, Cidde, 1999; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.13, s.141, h.no:7186, Dâru’l-Me’mûni Li’t-Turâsi, Beyrut, 1990; Ebû Nuaym, Ma’rifetu’s-Sahâbe, c.2, s.928, h.no: 2393, 2394, Dâru’l-Vatan, Riyad, 1998; el-Lâlikâî, Şerhu Usûli’tikâdi Ehli’s-Sünneti Ve’l-Cemâa -Kerâmâtu’l-Evliyâ-, c.2, cüz:9, s.1354, h.no:100, Dâru’l-Basîra, İskenderiyye; Beğavî, Mu’cemu’s-Sahâbe, c.2, s.226, h.no:587, Mektebetu Dâri’l-Beyân, Kuveyt, 2000; İbn-i Asâkir, Târîhu Medineti Dımeşk, c.37, s.364, c.16, s.251, Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1997; Zehebî, Siyeru A’lâmi’n-Nubelâ, c.1, s.376, Müessesetu’r-Risâle, Beyrut, 1982
11 Bkz., Buhârî, İcâra, 16; Müslim, Selâm, 23; Ebû Dâvûd, İcâra, 2; Tirmizî, Tıb, 20; İbn-i Mâce, Ticârât, 7; Nesâî, es-Sünenü’l-Kübrâ, Amelu’l-Yevmi Ve’l-Leyle, Bâb:290, c.9, s.377, h.no:10799, Müessesetu’r-Risâle, Beyrut, 2001.
12 el-En’âm, 6/73.
Şu ayet de mevzua daha açık bir şekilde işaret etmektedir:
’De ki: Göktekiler ve yerdekiler gaybı bilemezler, ancak Allah bilir. Onlar öldükten sonra ne zaman diriltileceklerinin de farkında değildirler.’ (en-Neml, 27/65)
13 Nitekim ayette geçen ve ’gaybı Allah’tan başkasının bilemeyeceği’ni bildiren mutlak ifade, şu ayet-i kerimelerde kayıt ve şart altına alınmıştır:
’O, gaybı bilendir. Hiç kimseye gaybını bildirmez. Ancak seçtiği resûller başka. (Onlara bildirir.)’ (el-Cin, 72/26-27)
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.