Özlenen Rehber Dergisi

165.Sayı

KUR’AN’IN TARİHSELLİĞİ İDDİASI

Murat SÜTÇÜ Özlenen Rehber Dergisi 165. Sayı
Peygamber (s.a.v.); ümmetinin 73 fırkaya bölüneceğini haber vermiş, bunların 72’sinin cehennemde olacağını, kurtulan fırkanın ise kendinin ve sahabesinin yolundan gidenler olduğunu1 haber vermiştir.
Gelecekten haber veren bu hadis-i şerif mucibince tarih boyunca birçok sapık fırka türemiş ve birçokları da tarihin çöplüğüne gömülerek yok olup gitmiştir. İtikadî sapkınların çıkarmış olduğu en son bidat mezheplerden birisi de ’modernizm’ adı verilen akımdır. Bu akımın temsilcilerinin Ehlisünnet’in çizgisine aykırı bir hayli görüşleri mevcut. Bu yazımızda modernistlerin savundukları görüşlerden biri olan ’tarihselcilikten’ bahsetmeye çalışacağız.
Modernistlerin oluşturmaya çalıştıkları ’yeni din’ düşüncesinde iki temel unsur tespit ediyoruz:
1- Kur’an
2- Akıl.
Bu unsurlardan ilki ile batıl davalarına meşruiyet kazandırmaya çalışıyorlar. Fakat Kur’ân’ı bir hidayet rehberi olması gayesiyle değil de, sırf kendi batıl davalarını Kur’ân’a tasdik ettirme gayesiyle kullanıyorlar. Onlar için Kur’ân’ın ne söylediği değil, ’modernist ilahiyatçımız’ın onun ne söylemesini istediğidir önemli olan.
Sünnet’ten soyutlanmış ve kendi yorumlarının mahkûmu haline getirilip, ölü bir metinden ibaret bırakılan Kur’ân’a istediğinizi söyletebilir, istediğiniz fikri ona tasdik ettirebilirsiniz. Sonuçta Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ve Sahabe’nin anladığı ve uyguladığı İslâm’dan farklı bir şey ortaya çıkmış olsa da, bu o kadar önemli değildir!
İkinci unsur olan ’modern akıl’ ise ona, içinde bulunduğumuz ’bilgi çağı’ndaki sorunlara, 7. Yüzyılda indirilmiş olan bir kitabın hükümlerinin yetersiz kaldığını fısıldamaktadır. O zaman ne yapmalı? Çok basit:
- Kur’ân’da açıkça yer almayıp sadece Sünnet’le sabit olan hükümler tamamen reddedilecek,
- Kur’ân’da yer alıp, işlerine gelmeyen hükümler ise inkâr edilemeyeceğinden dolayı modern akıl ışığında tevil edilerek hayatın dışına atılacaktır!
Geriye kimsenin itiraz etmeyeceği akılcı, eşitlikçi, özgürlükçü, hoşgörülü ve demokrat bir Kur’an kalacaktır. Hedef bu.
Mesela; Kadının mirastaki payı, erkeğin birden fazla kadınla evlenebilmesi, hadd cezaları gibi pek çok hüküm bizzat Kur’ân’da yer aldığı için inkâr edilmeleri imkânsız. Peki bu hükümler modernistlerin işine gelmiyorsa ne olacak! Bir çıkış yok mu diye kara kara düşünürken tam bu sırada ’modernist ilahiyatçı’nın imdadına ’tarihsellik’ fikri yetişiyor. Evet, bu ve benzeri hükümler Kur’ân’da mevcuttu ve bir dönem uygulanmıştı. Ancak o ’ilkel’ hükümler(!) bugünün gelişmiş(!) toplumuna değil, o günün ’ilkel’ insanına hitap etmektedir. Bugün onların herhangi bir geçerliliği yoktur!
Kur’ân’ın, tarihin belirli bir dönemi ile kayıtlı olduğunu söylemek, onun yaratılmışlığını yani mahlûk olduğunu iddia eden Mutezile’nin görüşünü dolaylı olarak benimsemek manasına gelir. Nasıl ki Allah Teâlâ ezeli ve ebedidir, aynı şekilde Allah’ın kelamı olan Kur’ân da ezelidir ve ebedidir. Burada şöyle bir soru akla gelebilir: ’Kur’ân’ın bazı ayetleri bir olaya binaen veya bir soruya cevap mahiyetinde indirildiği halde nasıl ezeli olabilir?’ Bu soruya şöyle cevap verilir: Cenâb-ı Hak Burûc Suresinde: ’Hayır o (yalanlamakta oldukları kitap) şanı yüce bir Kur’ân’dır. O korunmuş bir levhada (levh-i mahfuzda)dır.’2 buyurmaktadır. Bu ve buna benzer birçok ayet-i kerimede3 Kur’ân’ın daha nazil olmadan önce Levh-i Mahfuz denilen kader levhasında yazılı olduğu haber verilmektedir. Yani belli bir sebep üzerine inen ayetler dâhil olmak üzere, daha nüzul sebebi meydana gelmeden, Kur’ân’ın bir bütün olarak Levh-i Mahfuz’da kayıtlı olduğunu, zikredilen ayetler doğrultusunda kabul etmek durumundayız. Kur’an, Cenâb-ı Hakk’ın ezeli ilminde zaten var olduğuna göre o zaman şu sonuca varıyoruz: ’Ayetlerin ’kendisi’ değil, sadece ’nüzulü’ sebebe bağlıdır.’ İşte modern akıllarının yanıldığı nokta burasıdır.
’Modernizm’ denen düşünce akımı; İslam şeriatını donmakla ve sönmekle itham ederek, Kur’ân’ın ’tarihsel’ bir kitap olduğunu, içinde bulunan hükümlerin 7. yüzyıla ait olduğunu, kanunlarının katı olup insancıl olmadığını, bilimselliğe aykırı olduğunu, bugün için herhangi bir geçerliliğinin bulunmadığını iddia ederek, kalplerinde ne kadar problemli bir Allah inancı taşıdıklarını açığa vurmaktadırlar.
’Kur’an düzeninin bir orta çağ düzeni olduğu’nu iddia etmek küfürdür. Kur’ân’da bulunan ibadetler, sosyal hayata ait muameleler, cezalar, kişisel ve medeni haklar o kadar mükemmeldir ki, dünyanın bütün hukukçuları bir araya gelseler, Kur’ân’ın ortaya koyduğu mükemmeliyette bir kanun ve düzen meydana getirmekten aciz kalırlar. Çünkü Kur’an Allah’ın kanunudur. Allah’ın zatı eksikliklerden uzak olduğu gibi, kurmuş olduğu kanun ve düzen de eksiksizdir. İnsan ise zatında ve kişiliğinde eksik olduğu gibi, bütün sıfatlarında ve fiillerinde de eksiktir.4 Dolayısıyla meydana getireceği kanunlar, düzenler de eksik olacak ve yenilenmeye, güncellenmeye muhtaç olacaktır.
Şayet Kur’ân’ın tarihsel olduğu iddiası doğru kabul edilecek olursa; Allah Teâlâ kıyamete kadar yol göstersin
diye gönderdiği son mesajında, İslam’ın ilk muhataplarını dikkate alıp, sonraki binlerce yıl içinde gelecek olan kuşakları dikkate almamakla o ilk muhataplar ile daha sonra gelecek olan kuşaklar arasında adaletsiz davranmış olacaktır (haşa!). Birileri hırsızlık yaptığında eli kesilecek, adam öldürdüğünde kısas uygulanacak; ama daha sonrakiler daha hafif cezalarla kurtulabilecek! Bu Allah’ın adaletine sığar mı? Bu bir.
İkincisi; olmuş ve olacak her şeyin bilgisine sahip olan Yüce Allah’ın, insanlığa gönderdiği son vahyin 21. yüzyıl insanı hakkında ’geçerliliğini yitirmiş’ olduğunu ileri sürmek, Allah Teâlâ’nın ilminin -hâşâ- sınırlı olduğuna inanmak demektir. Yani Allah Teâlâ 7. Yüzyılın şartlarını bildiği için, onlara uygun hükümler indirmiş. Fakat 21. Yüzyılda bilgi çağının geleceğini, insanların bilgi ve kültür seviyelerinin bu kadar yükseleceğini bilemeyeceğinden(!) dolayı onları da kapsayıcı hükümler gönderememe gafletine düşmüştür(!). Çağdaş kültür seviyesine ulaşmış günümüz insanları için geçerliliğini yitirmiş olan bu Kur’an ayetleri, güncelleştirilmeli ve modern akıl ışığında tekrar yorumlanmalıdır(!).
Değerli din kardeşlerim! Elimizi vicdanımıza koyarak bu iddia sahiplerinin, din ile İslam ile uzaktan yakından bir alakalarının olduğunu söylemek mümkün müdür? Vallahi mümkün değildir.
Üçüncüsü; Allah Teâlâ için dün de, bugün de yarın da birdir. Zaman O’nun yarattığı bir şeydir; O’nun ilmini kuşatamaz, etkileyemez. Bizler sadece geçmişe ve bugüne ait şeylerin malumatının bir kısmına sahip iken, Allah Teâlâ bütün zamanların ve bütün mekânların, hatta zaman ve mekân ötesinin yani gaybın bilgisine sahiptir. Dolayısıyla bizim, ’tarihin belli bir dönemine ait’ olarak gördüğümüz şeyler ile bugüne ait gördüğümüz şeyler, aslında bizim sınırlı değerlendirmemize göre böyledir. Allah Teâlâ nezdinde ise bunlar arasında hiçbir fark yoktur.
Bu modernistler, Kur’an ayetlerinin sadece indikleri dönemin meseleleriyle ilgilendiğinin örneğini verirken, Tebbet Suresi hakkında; ’Bu surede Ebû Leheb ve karısı anlatılıyor. Oysa bugün ne Ebû Leheb var, ne de onun ’odun hamalı’ karısı. Onların hayatta olduğu dönem için anlamlı olan bu sure, bugün bize hitap etmiyor demektir…’ diyerek sapıklıklarına bir yenisini daha eklemektedirler. Sadece Tebbet Suresi gibi kişi ve olaylarla ilgili ayetler değil, hüküm bildiren ayetlerin bile miadını doldurduğunu ve geçerliliğini yitirdiğini iddia edecek kadar ileri gitmişlerdir. Hâlbuki Allah’ın ayetlerine iman penceresinden bakacak olursak; bu surede Peygamberimize düşmanlık eden, onun peygamberliğini inkâr eden ve her fırsatta küçük düşürüp alay eden bu iki kâfirin acı akıbetini haber verdiğini görürüz. Yani bu ne demektir? Ey Ahmet! Ey Mehmet! Ey Hasan! Ey Hüseyin! İçinizden her kim peygamberime eziyet ederse, düşmanlık ederse, onun sünnetini inkâr edip alay ederse gideceği yer Ebû Leheb’in yanıdır. Bunu böyle anlamak durumundayız.
Kur’ân-ı Kerim, zaman zaman, o dönemde yaşayan insanların hayatlarından örnekler vermiş, onların örf ve âdetlerine atıflar yapmış olabilir. Ancak verdiği bilgiler ve ilettiği hakikatlerde zamana bağımlı beyanlarda bulunmamıştır. Aksine sürekli olarak hak ve hakikati bildirmiş ve değişmez hükümler koymuştur. Açıkça görüldüğü gibi bu surede de verilen mesaj evrenseldir.
Kur’an ayetlerinin bütün zamanları ve istisnasız her mümini bağladığı tartışmasız bir hakikattir. Bazılarının buna itirazı olsa da, bu itirazları ’1’in solundaki ’0’ misali itibara alınmaz. Yani bu, birinin çıkıp sabah namazının farzının üç rekât olduğunu iddia etmesi gibi bir şey. Bu durumda sabah namazının farzının rekât sayısında ihtilaf mı olmuş oldu? Hayır. Sabah namazının farzının iki rekât olduğu gün gibi aşikârdır. Aynen bunun gibi Kur’an ayetlerinin Allah kelamı olmasından dolayı ezeli ve ebedi oluşu bütün mekânlara ve bütün zamanlara hitap ettiği gerçeği âlimler arasında ittifak edilen bir meseledir. Öyle ki on dört asırlık bir dönem içerisinde tek bir âlimin bile, Kur’ân’ın tarihselliğini ima eden bir beyanını bulmak mümkün değildir.
Kur’ân’dan murad-ı ilahi dışında manalar çıkarmak O’nu anlamamaktır. Bu yüzden Allah Rasûlü (s.a.v.), ’Kur’ân(’ın lafzı veya manası) hakkında, (ilimsiz, şahsî) görüşüyle konuşan, (cehennem) ateş(in)deki yerine hazırlansın.’5 buyurmaktadır.
Peki değişebilen hükümler var mıdır?
Şayet verilen hüküm örfe dayalı olarak verilmişse o zaman güncelleştirmekten bahsedebiliriz. Çünkü örf değişirse verilen hüküm de değişecektir. İbn-i Âbidîn bu konuda şöyle der: ’Fıkhî meseleler ya açık bir nassa (ayet-hadise) dayanır ya da rey ve içtihat ile sabit olurlar. Bu bölüme giren fıkhî meselelerin çoğunu müçtehit, kendi çağının örfüne dayandırmıştır. Eğer müçtehit, bugünkü örfün hâkim olduğu devirde bulunsaydı, öncekine uymayan yeni bir görüşe sahip olurdu. Bu yüzden bilginler, insanların adetlerini bilmeyi içtihadın şartları arasında saymışlardır. Zamanın değişmesiyle birçok hükümler de değişmektedir. Eğer bu hükümler, ilk şekilleri gibi kalacak olurlarsa, hem halka güçlük ve zarar verirler; hem de kolaylık sağlama ve dünya nizamının en güzel şekilde devam etmesi için zarar ve fesadı önleme esasına dayanan şeriat kurallarına aykırı düşerler. Bu yüzden (sonradan gelen) mezhep âlimleri, müçtehidin kendi devrine göre açıkladığı bir takım hükümlere muhalefet etmişlerdir. Çünkü onlar biliyorlardı ki, müçtehit bunların çağında olsaydı, mezhebinin kurallarına uyarak, kendileri gibi düşünürdü.’6
Örfe dayandığı için sonradan değişikliğe uğrayan hükümlere üç örnek vererek konumuzu tamamlayalım:
1. Taat sayılan amel karşılığında ücret alınması. Hanefilere göre imamlık, müezzinlik, Kur’an-ı Kerim öğreticiliği gibi iş ve meslekler karşılığında ücret alınmaz. Çünkü bunlar taat kabilindendir. Diğer taat ve ibadetlerde olduğu gibi bunlar için de ücret alınamaz. Bu hüküm müçtehit imamların devrine uygundu. Çünkü o dönemde imamlık, müezzinlik ya da Kur’an öğreticiliği yapanlara ihtiyaç içinde iseler, beytülmal’den ödenek ayrılır ve onlar başkasına muhtaç olmazlardı. Sonraki müçtehitler zamanında beytülmal’den bunlara ayrılan ödenek kesildi. Eğer bunlar ücret almazlarsa bu işleri yapan kimse kalmazdı. Bunlar başka işle uğraşarak geçimlerini sağlayınca da dinî hizmet ve öğretim ihmale uğrardı. Bu yüzden sonraki Hanefî müçtehitleri önceki şartların değiştiğini dikkate alarak dinî hizmetlerde çalışanların, imamlık, müezzinlik ve Kur’an öğreticiliği gibi meslekleri yapanların bunu ücret ve maaş karşılığı olarak yapabileceklerine fetva verdiler.7
2. Vakıf arazisi ile yetimlere ait malların kiraya verilmesi bir süre ile sınırlandırılmıştır. Çünkü çok uzun süreli kira akdi yapıldığı takdirde, bu vakıf ve yetim mallarını kendi mülkü gibi benimseme ve hak sahiplerini bunlardan mahrum etme sonucu ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu yüzden dükkân ve evler için bir yıl, tarla ve bahçeler için üç yıllık süre sınırlaması getirilmiştir. Bu süreler sona erince yeniden kira sözleşmesi yapılır. Bu kural, yeni kira bedeline göre düzenleme yapma imkânını da verir.
3. Ebû Hanife’ye göre, şâhitlik için, şahitlerin tezkiyesine (onu tanıyanlardan soruşturarak, iyi biri mi yoksa yalancı bir sahtekâr mı olduğunu ortaya çıkarmaya) gerek yoktur. Çünkü Hz. Peygamber: ’Müslümanlar birbirlerine karşı, (şehadette lazım olan) ’adalet’ (vasfına sahiptir)ler.’8 buyurmuştur. Bu uygulama Ebû Hanife devrine uygundu. Ancak zaman geçip yalancılık yayılınca, şahitlerin tezkiyesine ihtiyaç duyuldu. Bu yüzden kadılık işlerinde Ebû Yusuf ve İmam Muhammed, şahitlerin tezkiyesinin şart olduğuna fetva verdiler.9

Ve bitirirken…

Dün tarihte olduğu gibi bugün de insan ve insana ait olan her şey tarihselleşecek, fakat ilahî olan Kur’an vahyedildiği hal üzere aynı tazeliğini ve güncelliğini koruyarak kıyamete kadar aynı kalacaktır.
Faydalanılan Kaynaklar:
- Mehmed Çağlayan, Ehl-i Sünnet ve Âkâidi.
- Ebubekir Sifil, Kur’an’ın Tarihselliği İddiası ya da ’Allah’a Din Öğretmek’.
- Semerkand Dergisi.
- Sorularla İslamiyet.
- M. Ebû Zehrâ, Usulül-Fıkh.
- Zekiyüddin Şa’ban, İslâm Hukuk İlminin Esasları.

Son notlar
1 Tirmizî, Îmân, 18; İbn-i Mâce, Fiten, 17.
2 el-Burûc, 85/21,22.
3 el-Vâkıâ, 56/77,78; ez-Zuhruf, 43/4.
4 Mehmed Çağlayan, Ehl-i Sünnet ve Âkâidi, s. 129-131.
5 Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 1.
6 İbn-i Âbidîn, Mecmûatu Rasâil’İbni Âbidîn, ’Neşru’l-Arf Fî Binâi Ba’di’l-Ahkâmi Ale’l-Urf’, c. II, s. 125.
7 Zekiyüddin Şa’ban, İslâm Hukuk İlminin Esasları, s. 179; Muhammed Ebû Zehra, Usulül-Fıkh, s. 276.
8 Dârakutnî, Sünen, Müessesetu’r-Risâle, Beyrut 2004, ’el-Akdıye Ve’l-Ahkâm Ve Ğayru Zâlik’, Bâbu Kitâbi Ömer İlâ Ebî Mûsâ el-Eş’arî, h.no:4471, c. V, s. 367.
9 M. Ebû Zehrâ, Usulül-Fıkh, s. 266.
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.