Sohbet-i risalette, huzuru Nebi’de bulunma bahtiyarlığına eren her bir saadet sahibi insana ’Sahabe’ denilmektedir. Onların her biri üsve-i hasene olan Efendimiz (s.a.v.)’in elinde yetişmiş, hayatın çeşitli alanlarında bize rehber kılınmış örneklerdir. Her birinin adı farklı, mizacı farklı, cihana bıraktığı izler farklıdır. Nasıl ki her gülün kokusu aynı değilse nübüvvet bahçesinin gülleri olan Sahabi efendilerimizin de kokusu farklıdır. Onları yetiştiren Rasûlullah efendimiz olduğuna göre hepsi koklanmaya değerdir.
Bugün Sahabe efendilerimizin hangisinin önüne oturursak oturalım, hangisinin hayatını öğrenme maksadı ile gelip önlerinde durursak duralım 2 temel noktayı hiç unutmamalıyız:
Birincisi: O nesil Rasûlullah’ın sohbeti ile yetişmiş bir nesildir. Sohbet-i risalet adeta onları boyamıştı. Her birine Efendimizden farklı bir iz düşmüştür. O hâlde biz hangi Sahabî efendimizi tanımak için gayret edersek, öncelikle o izin ne olduğunu anlamalı, Sahabe’yi tanırken onlar üzerinden Efendimiz (s.a.v.)’i biraz daha fazla tanımanın yollarını aramalıyız. Unutmamalıyız ki; hocanın değeri talebe üzerinden anlaşılır. Talebe Sahabe ise onları yetiştiren muallim nasıldır?
İkincisi; onlara Efendimiz (s.a.v.)’den bir iz düştüğü muhakkak da peki onlardan bize nasıl bir iz düşmelidir? Biz bu çağın insanı olarak onlardan ne almalı, neleri kavramalı ve bunları hayatımıza nasıl taşımalı ve bunun gayretini vermeliyiz?
Bu iki temel noktayı unutmamalıyız ki asıl maksat hasıl olsun, hayatlar da o güzide örneklerin mirasları ile yeniden Saadet asrının o güzel iklimine kavuşsun inşallah.
Cenâb-ı Hakk’ın ’insanlık için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmet’1 diye tanıttığı Sahabîler ümmet içinde en değerli, en faziletli nesil olarak kabul edilmektedir. Bu değer ve fazilet taşıdıkları güçlü iman ve Allah Rasûlü’nü görme şerefine nail olmalarındandır. Cenâb-ı Hak onları sevenlerin, sevdikleri hatırına güçlerine güç katıp inançlarını ziyadeleştirir.
Sahabe’yi Sahabe yapan en önemli vasıflardan biri de teslimiyettir. Onlar; Rasûlullah Efendimize öyle bir teslim olmuşlardı ki Efendimiz (s.a.v.) onlara ’yürü’ dedi yürüdüler, ’kal’ dedi kaldılar, ’öl’ dedi öldüler. Evet, ölmek, risalet davası uğruna ölmek Sahabe efendilerimiz için hiç de zor değildi. Onlar için zor olan ’kal’ deyince kalmaktı. Çünkü Sahabe bir hakikati çok iyi öğrenmişti; şehadet, ölümü göze almaktı, ama ’öleyim de imanımı ispatlayayım’ değil; ’İslam’ı yaşayayım, mahrum olanlara yaşatayım, bunu yaparken şehadeti göze alayım, yaşamak için değil İslam’ı yaşatmak için mücadele vereyim’ demekti. Sağına soluna bakmadan ’niye hep ben?’ demeden ’Sen ey Mus’ab (r.a.), sen ey Sa’d (r.a.)’ dediğinde ’Lebbeyk yâ Rasûlallah!’ deyip risalet davası uğruna doymak bilmeyen bir arzu ile yürüdüler. Öyle ki Allah için yaptığı işler karşılığında bir dünyalık elde etseler üzülür, ’Biz yaptıklarımızın karşılığını burada alıyoruz, acaba ahirete bir şey kalmayacak mı?’ diye endişe duyarlardı.
Sahabe; Peygamber sevdasının lafta olmadığını bakın nasıl öğretiyor bize!
Zeyd b. Desine’yi şehit edecekleri sırada müşrikler diyor ki: ’Muhammed’in şu anda senin yerine yanımızda olmasını ve onun boynunu vurmamızı, senin de ailenin arasında olmanı ister misin?’ O ana kadar sevdasına en ufak leke sürmeyen Zeyd b. Desine bu teklif karşısında da sevgisine hiçbir leke sürmeyecek ve en gür sedası ile diyecek ki: ’Allah’a yemin olsun ki, Muhammed’e şu anda bulunduğu yerde ona eza verecek bir dikenin batmasını ve benim de ailem arasında oturuyor olmamı arzu etmem!’2 Bu ne izzet… Bu ne sebat… Bu ne muhabbet… Bu ne fedakarlık… Bu sevdanın ölümüne bir sevda olduğunu gösteriyordu. Kanını akıtarak bunu aleme ispatlıyordu…
Sahabe’nin, ’Lâ ilâhe illallâh’ ifadesi de çok önemli bir cümle idi. Bu reddediş o güne kadar yaşadıkları hayatı bir anda değiştiriyordu. Bu cümle ucuz bir cümle değil, bu cümle bütün putları yıkmıştı. Bu cümleyi Bilâl-i Habeşî söyleyince kızgın taşlar altına girmiş, bu cümleyi söyleyemediği için Ebû Leheb, Tebbet suresinin konusu olmuştu. Bu sözü söyleyince dün el üstünde taşınan Ebû Bekirler bir anda ayaklar altına alınmak istenmişti.
Sahabe, son vahyin ilk muhatapları olduğu için Kur’an anlayışlar, ilahî kelam ile olan münasebetleri bizler için çok önemlidir. Onların Kur’an anlayışlarını oluşturan temel husus; işittikleri her ayeti üzerine almaları, ’bu ayet benimle alakalı, benden bahsediyor’ diyerek gereğini yerine getirme adına gayret içerisine girmeleridir.
Bir grup sahabi efendimiz, Rasûlullah Efendimizin etrafında O (s.a.v.)’in mübarek sözlerini dinliyorlar. İçlerinde Ebû Hureyre (r.a.) da var. Bir anda meclisin havasını değiştiren, hepsini derinden sarsan bir cümle söylüyor Efendimiz (s.a.v.): ’Muhakkak ki içinizde, cehennemde azı dişi Uhud (Dağı) kadar olacak bir kimse var.’ Bu dehşetli söz, bir anda meclistekilerin hepsini sarsıyor. Sarsılmayacak gibi bir söz değil ki!
Efendimiz (s.a.v.) söylüyor ve orada bulunan birinin cehennemlik olduğu haber veriliyor. Ancak dikkat edelim, Sahabe ile kendi aramızdaki farkı bu söz üzerinden anlayalım. Düşünün on kişi civarında bir grup oturmuş sohbet ediyorken böyle bir söz duysak ne yaparız? Yapacağımız belli. Hemen birbirimize bakar:
’acaba hangisi?’ diye birbirimizi süzeriz. Ama Sahabe bunu yapmıyor, hemen sarsılıyor, dışarıya değil kendi iç dünyasına bakarak ’acaba cehennemlik ben miyim?’ ıstırabı altında inliyor. Ebû Hureyre (r.a.) diyor ki: ’(O) topluluk(ta bulunan herkes) öldü, (yalnızca) ben ve Raccâl kaldı(k). (Rasûlullah’ın haber verdiği) bu (kötü akıbet)ten dolayı endişe ediyordum, ta ki Raccâl, (peygamberlik iddiasında bulunan) Müseyleme(tü’l-Kezzâb) ile birlikte (İslam ordusuna karşı savaşmak üzere) çıkıncaya ve onun peygamberliğine şahitlik edinceye kadar. Raccâl, Yemâme (Savaşı) günü Müseyleme’nin önünde öldürüldü. Onu Zeyd b. el-Hattâb öldürdü.’3
Önemli olan iman üzere ölmektir. Önemli olan imanla Rabb’e karşı yürümektir. Ya imansız yürünse! Hamdolsun ki O’na (c.c.) iman ettik, iman şerefine nail olduk. Peki bu nimetin şükrünü eda etmeyecek miyiz? Her nimetin şükrü kendi cinsindendir, imanın şükrü de imansızlıktan kavrulan yüreklere iman tohumu ekmektir. Sahabe; bu şükrü ödemek için dünyanın dört bir tarafına dağıldı ve bu topraklara kadar geldiler. Şimdi sıra bizde…
Son notlar
1 Âl-i İmrân, 3/110.
2 İbn-i Hişâm, es-Sîratu’n-Nebeviyye, Mustafâ el-Bâbî el-Halebî, Mısr 1955, c. II, s. 172.
3 Dârakutnî, el-Mu’telif Ve’l-Muhtelif, Dâru’l-Ğarbi’l-İslâmî, Beyrut 1986, c. II, s. 1063; Taberî, Târîhu’t-Taberî –Târîhu’r-Rusul Ve’l-Mulûk-, Dâru’l-Meârif, Kahire ts., c. III, s. 287; el-Humeydî, Müsned, Dâru’s-Sekâ, Dımeşk 1996, h.no:1211, c. II, cüz:10, s. 297.
ASHÂB-I KİRAM’I NASIL ANLAMALIYIZ?
Özlenen Rehber Dergisi 165. Sayı
1 kişi yorum yazdı.