Fakr, Arapça’da fe-ka-ra فَقَرَ fiilinin mastarıdır. ’Uzuv’ veya ’yarılmak’ anlamına gelen bir köktür. Omurga
anlamındaki ’fekâr li’z-zahr’ bu kökten gelir. Tek omurga, fekara’dir.1 İpi içinden geçirebilmek için boncuğu ’fakare yaptı’ denilir ve deldi manasında kullanılmaktadır. Bir şeyi kırmak, kuyunun suyunu çıkartmak, musibete uğramak, delmek, üzülmek ve hırslanmak manalarına gelmektedir.2
Fakr kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de bir âyette (el-Bakara 2/268), fakîr ve bunun çoğulu olan fukarâ da on iki âyette geçer (meselâ bk. Âl-i İmran 3/181; en-Nisâ 4/6; et-Tevbe 9/60). Fakîr ile yakın anlamda kullanılan miskin ve çoğulu mesâkîn ile bâis ve mahrum gibi kelimeler de çeşitli âyetlerde geçmektedir. 3
Hadis-i şeriflerdeki rivayetlerde fakr, genelde maddî açıdan fakir olan kimseler hakkında varit olmuştur. ’Dikkat edin! Size cennet ehlini haber veriyorum: Her zayıf, (her) hor görülen kimse. Allah üzerine yemin etse, mutlaka (Allah) onu (yemininde) doğru çıkarır. Dikkat edin! Size cehennem ehlini haber veriyorum: Her kaba (zorba), (her) katı yürekli, (her) kibirli.’4 Hadiste fakirliğin kişiye, dünyadaki mahrumiyetinden ötürü ahirette mükâfat kazandıracağına işaret vardır. Fakrın ve fakirliğin hadislerde ele alınışı da farklı tezahürlerle karşımıza çıkmaktadır.
Tasavvuf ıstılahında fakrın muhtelif terkipleri mevcuttur. Sûfînin yaşadığı derûnî hallere nispetle terkipleri de o nispette artmıştır. Bunlardan bazıları şunlardır: Fakîr, fakîr-i sâdık, fakîr-i sâlik, fakîr-i sûfî, fakr ve fena, fakr-ı zât. Fakra ıstılah olarak yüklenen bir mana da şudur: Fakr, manevi muhtaçlık hâlidir. Nazari olan, mevhum varlığını terk eden, (ef’âl, sıfât ve zâtını) Hak’ta fâni kılan kimse, hakîki fakra ulaşmış kişidir.5
Hasan Musûhî (rh.a.) fakrın hakikatini şöyle açıklamıştır: ’Fakrı, nimetler zenginleştirmez, zorluklar değiştirmez.’ Ona göre fakr sahibi kimse, zenginlik ve fakr karşısında ihtiyarı olmayana denir. Şiblî de fakrı: ’Fakr, Allah’tan başka hiçbir şeyle yetinmemektir.’ diye tanımlamıştır. Ona göre hakiki fakr, mâsivâdan sıyrılamamak olduğu anlaşılmaktadır. Sühreverdî ise fakrı tasavvufun esası görmektedir. O fakrı şöyle tanımlar: ’Tasavvufun var olması için fakrın gerekli olduğu manasında değil, tasavvufî rütbelere ulaşmanın yolunun fakr olduğu manasında, tasavvuf fakra dayanır.’6 Fakr tasavvufî bir mertebe olarak değerlendirilmektedir. Ona göre bu kavramın hakikati, lügatteki manadan ayrılmaktadır. Yine şeriatta fakr ile mala ihtiyaç duymak kast edilir. Mahlûkun Hâlık’a ihtiyaç duyması da kast edilir. Sûfîlerin yaklaşımı, bu kavramın ıstılâhî manalarını hiç kuşkusuz zenginleştirmiştir. Hatta onlar, zâhir ulema tarafından fakr kavramına tasavvufî ıstılah yüklemelerinden dolayı eleştirilere maruz kalmışlardır. Onların hallerini tecrübe etmeyen kimi zâhir ulemâ, kısa yoldan inkâr etmektedir.
Abdullah Herevî’ye göre fakrın üç derecesi vardır. Birinci derecesi zâhidlerin fakrı olup, isteyerek ya da istemeyerek dünyadan el çekmek, dili dünya hakkında lehte veya aleyhte konuşmaktan alıkoymak, dünya malını aramama ya da terk etme itibariyle ondan selamete ermektir.7 İşte bu, şerefi üzerinde konuşulan fakrdır.
Fakrın ikinci derecesi, daha fazlasını düşünerek ilâhî armağana yönelmektir. Bu da kişiyi amelleri görmekten kurtarır, halleri görmeye son verir, ulaştığı ya da ulaşacağı makamları düşünme kirinden arındırır.
Üçüncü derecesi ise, ihtiyacın sıhhati ve vahdâniyet yolundaki tecrîd çölünde kalmış olan kişide vaki olan fakrdır. İşte bu sûfîlerin fakrıdır.8
Herevî, fakrı derecelere ayırarak her bir dereceyi ayrı değerlendirmiştir. Bu taksimata göre sâlik, fakr içinde her daim terakki görmektedir. Birinci dereceyi tamamlamadan bir üst dereceye çıkılamamaktadır. Birinci derecede olan sâlik fakrın maddî canibi ile mücadele etmektedir. İkinci derecede ise sâlik bu boyuttan sıyrılıp manevî boyutun merhalelerini kat etmektedir. Bu derecede sâlikin hala noksan olduğu anlaşılmaktadır. Zira yaşadığı fakrda hala varlık âlemine ait izler bulunmaktadır. Üçüncü derecede ise sâlik fakrında fenâ boyutuna yükselmiştir. Artık bir önceki derecede nefsinde bulduğu hallerden tecrîd olmuş, vahdâniyyet yolunda Hakk’a tam teslimiyet hâline ulaşmıştır. Bu derecelendirmeyi zâhir-bâtın olarak açıklamak da mümkün gözükmektedir. Zira ilk iki derecede sâlik, fakr halinin zâhirini tecrübe etmektedir. Son dereceye varınca ancak bâtındaki hakîki fakr gerçekleşmiş olmaktadır.
Netice olarak şu kanaate varabiliriz:
Fakrın manalarını hem Kur’an hem de hadis-i şeriflerden incelediğimizde karşımıza iki mana çıkmaktadır. Bunlardan birisi müspet diğeri ise menfîdir. Müspet manalara gelen fakr, sabırla beraber hadiste geçtiği şekilde, mümin kul için sonu cennet hayatı olan mükâfatın müjdecisi olmasıdır. Bu hadis-i şerife göre, fakrın kulun kaderinde mukadder olduğu, ona sabırla beraber şükreden kulun üstünlüğünden bahsedilmektedir. Yine diğer bir hadiste fakr değil de gınâ methedilmiş. Hadiste zenginlerin sevabı alıp götürdüğü zikredilirken; fakir sahâbîler sevaptan mahrum oldukları için üzülmüşlerdir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) onları da tesbihat yaptıkları takdirde zenginlerin sevaplarına erişebileceğini müjdelemiştir. Sûfîlerin fakr anlayışının hadislerin zahiri ile çeliştiği söylenemez.
Son notlar
1 Suad el-Hakîm, İbnü’l Arabî Sözlüğü, çev. Ekrem Demirli, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2015, s. 185.
2 https://www.almaany.com/ar/dict/ar-ar/ رقف /. Erişim tarihi,27.03.2018.
3 (Bk. Wensinck, el-Mu’cem, ’faķr’, ’faķîr’ md.leri).
4 Buhârî, Edeb, 61.
5 Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Otto Yayınları, Ankara 2014, s. 158.
6 Şihâbeddîn Sühreverdî, Avarifu’l Meârif, Daru’l Kutubi’l İlmiyye, Beyrut 1999, s. 39.
7 Abdullah Herevî, Menâzilu’s-Sâirîn İle’l- Hakk Azze Şânuhû, Matbaatü Halebî, Kahire 1966, s. 26.
8 Abdullah Herevî, Menâzilu’s-Sâirîn İle’l- Hakk Azze Şânuhû, s. 26.
FAKR
Özlenen Rehber Dergisi 165. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.