On Birinci Fasıl:
RABITANIN BEYANI
Evvela bilmelisin ki kalbi bir kişiye sevgi (muhabbet) yolu ile bağlamak rabıtadır. Allah’a vasıl, kâmil feyiz sahibi, fenâ ve bekâ makamlarına ulaşmış bir şeyhe kalbi feyiz ve sevgi yollu bağlamaktır rabıta. Fenâ ve bekâdan murat: Kötü ahlakların fenâ (yok) olması; övülmüş ahlakların bekâsıdır. Bu makam ise nefsin cahillikleri, sersemlikleri, şerri ve hilelerinden kurtulmaktır ki bu da kurtuluş makamıdır.
Sevgi anlamında rabıta ise kadını, erkeği, uleması, cahili bütün insanlar arasında vardır. Feyiz manasında ve aynı zamanda tarikatların rüknü (Nakşî, Kadirî, Şazelî, Mevlevî ve kollarında) olan rabıtada ihtilaf vardır.
Biz bu meseleye şöyle bir izahat getirmek istiyoruz. Şeyhler dört kısma ayrılır:
Birinci kısımda olan şeyhler; teberrük şeyhidir. Teberrük şeyhi tarikat-ı aliyyeyi, müritlerine teberrüken kendi şeyhinden öğrendiği şekliyle öğretir lakin kendisinde tasarruf kuvveti yoktur.
İkinci kısımda olan şeyhler; tezkiye şeyhidir. Tezkiye şeyhi tarikatı müritlerine öğreterek şeriatın zahirine muhalif olan hallerini düzeltir.
Üçüncü kısımda olan şeyhler; tasfiye şeyhidir. Tasfiye şeyhi, tarikatı müritlerine öğreterek zahirlerini tasfiye eder ve batınlarını yerilmiş ahlaklardan tasfiye eder lakin mutmainne makamına erdiremez.
Dördüncü kısımda olan şeyhler; terbiye şeyhi ki bunlar mürşid-i kâmillerdir. Onlar nefislerinin kötülük ve cahilliklerinden kurtulup Allah’a vasıl olmuş kimselerdir. Bu kısımdaki mürşitlerin terbiyesi ile ancak mürit mutmainne makamına vasıl olabilir. Lakin bu makama ulaşmak üç şarta bağlıdır:
1- Müridin istidat sahibi (fıtraten kabiliyetli) olması,
2- mürşide tam teslimiyet
3- ve huzur-u ilâhîde zikirde devamlılık sahibi olmalıdır.
Allah (c.c.) buyurdular: ’Bilesiniz ki kalpler ancak Allah’ın zikri ile mutmain olur.’1 Bu makam nefs-i mutmainne makamıdır ki hakkında şu ayet vardır: ’(Allah, mümin kuluna ise:) ’Ey nefs-i mutmainne (kâmil bir iman sahibi olarak huzura ermiş olan nefis)! (Hem) razı olan, (hem) kendisinden razı olunan (sen Rabbinden, O da senden razı) olarak Rabbine dön!’2
Yukarıda zikredilmiş dört farklı tanımdaki şeyhlerden yalnızca kâmil mürşide rabıta yapılır. Kamil mürşidin dışındaki şeyhlerde nefsin hükümleri devam ettiğinden ve fenâ makamına ermediklerinden dolayı rabıta yapılmaz. Kamil olmayanlara yapılan rabıta müride zarar ve havâtır getirir. Ancak mürit, zahir ulemaya beslediği muhabbeti bunlara da besler ve lüzum olan saygıyı onlara gösterir. Kemal-i feyiz sahibinden gelen feyzi de inkâr etmemelidir mürit.
Yine bil ki rabıta üç çeşittir:
Birincisi: ölüm rabıtasıdır.
İkincisi: mürşide yapılan rabıtadır.
Üçüncüsü: huzur-u ilâhîde yapılan rabıta ki bu da rabıtanın en üst seviyesidir.
İlk iki rabıta çeşidi, havâtırların izalesi ve kalp huzuru elde etmek içindir. Mürit zikrin başında önce rabıta-i mevt, daha sonra mürşidine rabıta yapar. Huzur-u ilâhîde bulunma rabıtası tahakkuk edince zikrine huzur-u ilâhîde olarak devam eder ve Zat-ı Celâl hazretlerini eşi benzeri olmayan halde tefekkür eder. Allah’ın zikri ile meşgul olduktan sonra masivalar artık kalbine giriş yolu bulamaz. Rabıta hususuna en güçlü delil ise Kur’ân’da şu şekilde geçmekte: ’Ey iman edenler! Allah’tan sakının ve doğru (sadıklarla) kimselerle beraber olun!’3 ’Kûnû’ kelimesindeki ’vav’ cem’ manasında, yani müminlere: ’Takva ve sıdk ehli ile beraber olun’ emri vardır. Manevî helakten kurtuluş ancak takva ve sıdk ehli ile beraber olmaktan geçer. Şeriatın takvasına ise şu ayette işaret edilmiştir: ’O hâlde gücünüz yettiği kadar Allah’tan sakının.’4 Ayette işaret edilen bu takva, zahir ulemadan öğrenilir. Takvanın hakikatine şu ayette işaret edilmiştir: ’Ey iman edenler! Kendisinden nasıl sakınmak gerekiyorsa, Allah’tan öyle sakının ve siz ancak Müslüman kimseler olarak can verin!’5 Takvanın hakikati ise batın ulema tarafından öğrenilir. Zira her ilmin erleri vardır. Beraber olmak ya fizikî olarak olur veyahut da manevî beraberlik ile olur. Bu iki durum da ya şeklî bir beraberliktir ya da manevî beraberlik şeklinde gerçekleşir. Birinci durumda yani fizikî beraberlikte sohbet meclislerine iştirak etmek vardır ki bunun faydaları çok olmakla beraber her zaman ve her halde çok zor ve güçtür. İkinci halde ise yani onlarla manevî münasebetlerde bulunmak onların ahlaklarıyla ahlaklanmak, manevî hazları tatmak her halde olur ve faydaları çoktur. Evinde ehlin ile beraber olduğun zaman ve meşru olan ihtiyaçlar ile meşgul olduğunda hayalin ile sıdk ehli ile beraber (hemdem) olursun, sırrın ile de Hak ile beraber (hemdem) olursun. Sıdkın manası ve gayesi ise nefsin kötü sıfatlarından ve ona kulluk etmekten kurtulup Allah’a sadık kullardan olmaktır. Bu kimse artık sıdkın kemâlâtını yaşayan bir ferttir. Bazen de kişi sıdkın bazı hallerini yaşar; bazılarını yaşamaz, bu kimse ise sıdkta nakıstır. Mürit ise kâmil olan ferdi seçer. Ne zaman ki mürit kâmil bir mürşidi buldu yapması gereken husus ise kalbini hemen ona bağlamasıdır ki onu Allah yolunda kendine rehber edinebilsin. Zira mürşitler Allah’a giden yolda vesiledirler ve bu hususa işaret eden ayet vardır Kur’an’da: ’Ey iman edenler! Allah’tan sakının! O’na (yaklaşmaya) vesile arayın ve (O’nun) yolunda cihat edin ki kurtuluşa eresiniz.’6
Nasıl ki fecr-i sadık kendisinden sonra karanlığın gelmeyeceğine ve güneşin doğuşuna alamet ve delil ise, keza mürşid-i kâmil de istidadı ve teslimiyeti olan müridin kalbinde hakikat nurunun doğmasına hüccet ve delildir. Nakıs olan şeyh (sözde şeyh olan/müteşeyyih) fecr-i kazib gibidir, ayık ol.
Sohbetin de bağlılık manasına geldiğini ve bu durumun sohbet vereni ve dinleyeni iktiza ettiğini de böylelikle de kavramış olursun. Sohbet edilen sensin; sohbet eden de mürşid-i kâmildir.
On İkinci Fasıl:
MÜRŞİD-İ KÂMİLLERİN VASIFLARI NELERDİR?
Bil ki mürşid-i kâmiller zahir ve batın hallerinde Sünnet-i Seniyye’ye tabi, bidatten uzak ve Selef-i Salihin’in akidesi üzerinde istikamet üzere olan kişilerdir. Mürşid-i kâmillerin alametleri dörttür:
Birincisi: Şeriatın ahkâmını bilen, müritlerinin dinî ve dünyevî meselelerini çözmeye muktedir olan kimselerdir.
İkincisi: Dünya sevgisini kalbinden sökmüş, hevadan sakındıran kimselerdir.
Üçüncüsü: İnsanların ellerinde olan mala asla rağbet etmeyen kimselerdir.
Dördüncüsü: Bütün sözleri, fiilleri ve halleri şeriatın muktezasına muvafık olan kimselerdir.
Yine bil ki her kim mürşid-i kâmillerin gözünden düşerse bütün velayet ehli kimselerin gözünden düşmüş gibi olur çünkü onlar aynı seyre (yola) tabidirler.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in iki nuru vardı, biri nübüvvet nuru, diğeri ise velayet nurudur. İki nur da kıyamet gününe kadar baki kalacak. Nübüvvet nuru, gece-gündüz hükümleriyle amel ettiğin şeriat nurudur. Velayet nuru ise hakikat nurudur, zira her asırda gavs-ı a’zam olanlar bu nurdan bolca nasiplenmişlerdir. Çünkü onlar bu nurun mirasçılarıdır ve Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu nurdan diğer velilere bazı damlalar serpmiştir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu iki nur ile gönderildi, biri zahir ile alakalı diğeri ise batın ile alakalıdır. Her kim de bu hususta Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e tabi olmaz ise marifeti elde etme ve O’na vasıl olma muradına eremez çünkü o Yaratan ile O’na uyanlar arasında bir aracıdır. Dolayısıyla Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e tam ittiba gerekmekte. Mürşitlik ve şeyhlik de yine onun aracı ile elde edilir. Mürşitliğin nuru ve sırrı nübüvvet kandilinden vârid olur. Uymak ve tabi olmak Peygamberler ve velilerin yoludur. Allah (c.c.), Musa (a.s.) ile Hızır (a.s.) hikâyesinde buyurdular ki: ’Musa ona: ’Sana öğretilenden, hayra götüren bir ilmi (Ledün ilmini) bana öğretmen üzere sana tabi olabilir miyim?’ dedi.’7
Yine Allah (c.c.), Habibi’ne hitaben buyurdular ki: ’İşte onlar (o Peygamberler), Allah’ın hidayete erdirdiği kimselerdir; (Habibim, yâ Muhammed!) Artık (sen de) onların hidayetine tabi ol!’8 Uymayı ve ittibayı terk, şeytanların yoludur. ’Temâmu’l-Feyz’ adlı eserin dördüncü bölümünde İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri sohbetin faydalarını şu cümle ile ifade etmiş: ’Seçkinlere sohbetin meyveleri çoktur…’
Kuşeyrî risalesinde İmam Kuşeyrî: ’Allah’a sohbetdaş olun, buna takat getiremiyorsanız ona sohbetdaş olanın sohbetine katılın ki sizi sohbetinin bereketi O’na vasıl eylesin.’
Taberânî, Ahmed b. Hanbel Muaz b. Enes (r.a.)’dan rivayetle Câmiu’s-Sağîr’de geçen bir hadis-i şerifte: ’İmanın efdali; Allah için sevmek, Allah için buğzetmek, diliyle de Allah’ı anmak, kendisine hoş geleni, başkasına da hoş görmek, istemediği bir şeyi başkası için de istememek, hayır konuşmak veya susmaktır.’9
Hâdimî, tarikatın şerhinde sevgiye dair şu sözleri buyuruyor: ’Her kim Allah’ı sevdiyse Peygamberlerini ve velilerini sevsin. Onlara muhabbetin şartı ise izlerini takip etmek ve itaattir.’ Hadis-i şerifte peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyuruyor: ’Kişi sevdiği ile beraberdir.’10
Münâvî der ki: nefis kendi mizacına yakın olana meyleder. Ulvi nefis sahipleri yükseklere cezp olunur, düşük olan nefis sahipleri de aşağılara cezp olunur. Şah Şücâ’ Kirmânî buyurdu ki: ’Evliyayı sevmekten daha kıymetli ibadet olamaz. Evliyayı sevmek, Allah Teâlâ’yı sevmeye yol açar. Allah Teâlâ’yı seveni, Allah Teâlâ da sever.’ Her kim üstadını ve şeyhini sevmişse onu, ilim ve onunla amel etmeye aracı olduğu için sevmiştir. Üstadın talebesine olan sevgisi Allah içindir. ’Şerhu’t-Tarîka’ adlı eserin ikinci cildinde Hâdimî şu sözlere yer vermiştir: ’Diyorlar ki Allah ile beraber olun, O’nunla beraber olmaya takatiniz yetmiyorsa dostu ile beraber olun zira Allah onlar ile beraber olmayı emretmiştir. Ahmed b. Âsım dedi ki: ’Allah dostlarının meclislerine oturduğunuzda sıdk ile oturun, çünkü onlar kalplerin casusudurlar, kalplerinize girer-çıkar ve siz bunu hissetmezsiniz bile!’
Bu dediklerimizi de kavradıysan eğer, bundan sonra yapacağımız iş ise bir kâmil mürşitten biat alıp, kalbimizi ona bağlayıp bidayette onun ruhaniyetinden feyiz almaya gayret etmektir. Onunla beraber ibadet etmeye koyulacağız, onun ulaştığı yere ulaşmaya çalışacağız veyahut seyr-i sülukun nihayetinde ulaştığı dereceden bir hisse ile nasipleneceğiz.
Hâdimî ’Tuhfetu’l-Mulûk Fî İrşâdi’s-Süluk’ adlı risalesinde buyuruyor: ’Zikrin bidayetinde (başlangıcında) müridin kalbindeki havâtır def olunmuyorsa Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in şemailini veyahut şeyhin suretini hayal ederek havâtırdan kurtulmaya çalışır.’ Nakşî, Kâdirî, Şâzelî ve diğer tarikatlarda bunun adı rabıtadır ve aynı zamanda bu husus rabıtanın edeplerindendir. ’Müzekki’n-Nüfûs’ adlı eserin ’Halvet’ bahsinde Eşrefoğlu Rumî bu durum hakkında buyuruyor: ’Mürit, zikrullah için halvete girdiğinde zikirden önce kalbini mürşidin kalbine yöneltir, gözlerini kapar, basiret gözüyle şeyhinin suretine yönelir ki havâtır kalbinden def oluna. Zira bu teveccühte (yönelişte) birçok fayda vardır. Bu faydalardan bazılarını zikretmek gerekirse; ilâhî feyiz, mürşidin kalbine devamlı surette akar ve bu suret ile mürşitten bu feyiz müride de geçer. Nasıl ki iki ayna karşılaştırıldığında birindeki diğerine aksetmeye başlar aynı şekilde bu teveccüh neticesinde (sebebiyle) mürşidin hali müridine akseder.
Halvette zikrullah ile meşgul olurken, diliyle gönlünü şeyhinin gönlü karşısında tutmalı ve gözlerini yumduğu zaman basiret gözü ile şeyhinin suretine doğru teveccüh eylemelidir. Şeyhin suretini, hayalinden hiç ayırmamalıdır. Suret gözünü asla açmamalı ve hiçbir şeye bakmamalıdır.
Talibin, şeyhinin suretine teveccühünde birçok faydalar vardır. Bu faydalardan en önemlisi, şeyhin gönlüne feyz-i ilâhîden zahir olan her şey ve sırlardan hâsıl olan şeyler, şeyhinin gönlünden müridin gönlüne faiz olur (akar) ve ona sirayet eder.
’Marifetname’ adlı eserde İbrahim Hakkı Hazretleri buyuruyor: ’Mürşid-i kâmile yapılan rabıtanın neticesinde mürit şeyhinde fani olur, o şeyh ki müridini fenâ fi’r-Rasûl’e vasıl eder, oradan da fenâ fillâh makamına erer.’
Siyâlkûtî (rh.a.) ’Hâşiyet-i Abdulğafûr’a yaptığı haşiyenin başında tasavvuf terminolojisinde fenâ kelimesini açıklarken şöyle izahta bulunuyor: ’Fenâ, kişide beşerî sıfatların (zatını münezzeh tutarak) ilâhî sıfatlara tebdil olunmasıdır. Her beşerî sıfat kalktığında yerine ilâhî sıfat gelir ve bu şekilde kutsi hadiste geçtiği gibi ’Hak onun işiten kulağı, gören gözü olur.’ Keza bu fenâ hali, fenâ fi’ş-şeyh ve fenâ fi’r-Rasûl’de de böyledir.’
Buradan da anlaşılıyor ki müride lazım olan şeyhini çok sevmektir. Allah ve Rasûlü’ne olan sevgisi hariç o kadar çok sevecek ki bütün mahbuplarının üzerinde olacak. Şeyhi vesilesi ile O’na vasıl olacak ve müritten talep edilen de zaten muhabbetullahtır.
Allame Şemseddin Muhammed b. el-Cezerî (rh.a.) duanın edeplerini zikrederken şöyle buyuruyor: ’Allah’a, O’nun güzel adları olan Esmâü’l-Hüsnâ ile dua eder, Enbiya-i Kiram ve salihleri duasında vesile kılar.’
Ebu’d-Derdâ (r.a.) anlatıyor: ’Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: ’Hz. Dâvûd (a.s.)’ın duaları arasında şu da vardır: ’Allah’ım! Senden, sevgini ve seni sevenlerin sevgisini ve senin sevgine beni ulaştıracak ameli talep ediyorum. Allah’ım! Senin sevgini nefsimden, ailemden, malımdan, soğuk sudan daha sevgili kıl.’ Ebu’d-Derdâ der ki: ’Rasûlullah (s.a.v.) Hz. Dâvûd’u zikredince, onu ’insanların en abidi’ (yani çok ve en ihlâslı ibadet yapanı) olarak tavsif ederdi.11
Gayesi güdülen muhabbet, zahir ve batın ile alakalı olan şeriat ve tarikat terbiyesi, terakki ve tedenni meratiplerini (derecelerini) bilen ancak kâmil bir mürşide sahih (sağlam) bir ittiba ile elde edilir.
’Temâmu’l-Feyz’ adlı eserde İsmail Hakkı Bursevî Hazretlerinin buyurduğu gibi, ’Allah’a davet yolunda arif-i billâh olan ulema Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e basiret üzere tam ittiba etmektedirler. Ku’ân’da Allah (c.c.) buyuruyor: (’Habîbim, yâ Muhammed!) De ki: ’İşte benim yolum budur! (Ben, sizi) bir basiret (açıkça görünen bir delil) üzere Allah’a davet ediyorum; ben de, bana tabi olanlar da! Ve Allah’ı tenzih ederim. Çünkü ben (sizin gibi) müşriklerden değilim!’12
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Allah yolunda olan davetini her yönden umumi kılmıştır. Ona tabi olan, arif-i billâh ulema, dört mezhep imamı ve ilimde derya olmuş müçtehit derecesindekiler, delillerden hüküm çıkarmışlardır. Lakin arif-i billâh olanlar bununla iktifa etmeyerek insanları tevhidin mertebelerine, tecrid makamlarına, zaman-mekân ve kişilerin anlayış farklılıklarını gözeterek ya işaret yoluyla ya da sözlü davet etmişlerdir.
Tecrid: (Allah’tan gayri her şeyden sıyrılıp, Allah’a yönelmek. Bu durumda olanlara ehl-i tecrîd denir.13
Onlar ki içtihat ile davet etme mertebelerini (derecelerini) cem etmişlerdir. Bursevî Hazretleri sözlerinin devamında, ’Bu mesele bu şekilde anlaşıldıysa, bir kâmil mürşide bend olmak lazım gelir. Zira kalbi ona bağlamak çok önemli bir husustur. Her kim kâmil bir mürşidi kabul eder ve onun aracılığıyla hidayete ererse Allah’ın ’Hâdî’ isminin silsilesine rabt olunur; her kim de kâmil bir mürşidi kabul etmez ve dalalete düşerse Allah’ın ’el-Mudil’ isminin bukağına rabt olunur. Birinci isme mazhariyeti tam olan Peygamber Efendimiz ve ona tabi olanlardır ve bu kişilerin halleri kıyamete kadar kolay olur. İkinci isme mazhariyeti tam olan ise şeytandır. Allah’ın kendisine tövbe bahşettiği kişiler müstesna. Lakin şeytana tabi olan ise kıyamete kadar istikamet yolundan sapmıştır. Nasıl ki namaz Kâbe’ye istikbal etmeden sahih olmuyorsa, keza batınî teveccüh de ancak kâmil bir mürşidin ruhaniyetine teveccüh etmekle sahih olur ki kişi bidayetinde teveccüh etmişse Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in ’sırrı’ndan büyük bir nasip elde etmiştir. Peygamber Efendimize teveccühten nasibi bol olan kişi semâvâtı ve arzı yaratandan çokça nasiplenmiştir. Bu kişinin işleri tam olur, marifeti kâmil olur, büyük mirasa müstahak olarak nihayetinde yüce dereceler elde eder. Sonra bil ki Peygamber varisi olan kâmil bir mürşit ilâhî feyzi almada bir vasıtadır. Hakikatte ise feyzin ve tesirin sahibi, ortağı olmayan yüce Allah’tır. ’Halife edinme’den hikmet ise Allah (c.c.)’nun: ’(Ey Habîbim!) Bir zaman Rabbin, meleklere: ’Şüphesiz ki ben, yeryüzünde (insanı) bir halîfe kılacak olanım’ buyurmuştu.’14 buyruğundaki gibidir. Burada kastedilen husus; halife edilenin ilâhî feyzi kabul etmede ve ilâhî emri vasıtasız telakki etmedeki kusurudur. Keza mürşitten feyiz almak, müridin ilâhî feyzi vasıtasız Allah Teâlâ’dan almadaki istidatsızlığından ötürüdür.’
Bil ki yukarıda zikredilen rabıta meselesinde zâkirin, ism-i celal zikrini bidayette gözleri kapalı olarak yapmasının mürit üzerinde çok faydaları vardır. Bu meselenin detayları ’zikrin adabı’ bahsinde ele alınacaktır. Kelime-i tevhid zikrinde, murakabe hallerinde ve ilâhî feyzi vasıtasız almada kabiliyeti olan müride ister nefes tutularak ister tutulmayarak da olsa rabıta gerekmez hatta caiz bile olmaz. Her kim bu şartları kavrayıp idrak ederse artık hiçbir itirazı kalmaz.
(Endnotes)
1 er-Ra’d, 13/28.
2 el-Fecr, 89/27,28.
3 et-Tevbe, 9/119.
4 et-Teğâbun, 64/16.
5 Âl-i İmrân, 3/102.
6 el-Mâide, 5/35.
7 el-Kehf, 18/66.
8 el-En’âm, 6/90.
9 Suyûtî, Câmiu’s-Sağîr; Taberânî, Mekârimu’l-Ahlâk, hadis no:70; Tirmizî; Müsned’de Ahmed b. Hanbel Muaz b. Enes (r.a.)’dan rivayet etmiştir.
10 Buhârî, Edeb, 96; Müslîm, Birr, 165.
11 Tirmizî, De’avât, 74, 3485.
12 Yûsuf, 12/108.
13 Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, Ankara, Otto Yay., 2014, s.266.
14 el-Bakara, 2/30.
Rabıtanın Beyanı
Özlenen Rehber Dergisi 158. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.