Kur’an ve Sünnet’te geçen teşbih ve mecazî ifadeler, zahirî (bilinen ilk anlamı) üzerine anlaşılmaz. Bu teşbih ve mecazî ifadeler, Kur’ân’ın aslına ve özüne uygun bir şekilde tevil ve tabir edilir. Bu yaklaşım, Ehlisünnet’in ’Halef uleması’nca benimsenmiş bir kaidedir. Tarihte bu şekil yapmayıp, mecaz ve teşbihleri zahiri gibi anlayan, aynı ile tatbik eden ’Müşebbihe’ ve ’Mücessime’ grupları çıkmıştır. Bunlar Allah’ı cisimleştirip, Allah’ı mahlûkata benzetmişlerdir ve İslam dairesinden çıkmışlardır.1
Müteşâbih, ’manası kapalı olan, Kitap ve Sünnet’te açıklamasına rastlanmayan ve manası sadece Allah tarafından bilinen lafızdır.’ Hurûf-u mukattaa harfleri veya ’Allah’ın yed’i onların elinin üzerindedir.’2 ayetinde geçen ’Allah’ın yed’i’ lafzı, müteşâbihtir.
Müteşâbih, manası açık olmadığı için onu anlamaya imkân da yoktur ve onu isabetli bir şekilde yorumlamadan önce onun gerçekliğine inanmak gerekir.3
يَدُ اللّٰهِ ’Allah’ın yed’i’ ifadesi, ’yed’ ve ’Allah’ kelimelerinin bir araya gelmesiyle ortaya çıkmış bir terkiptir. Türkçe’ye tercüme edildiğinde ilk anlaşılan zâhirî mânâsı, ’Allah’ın eli’ demektir. Fakat hiç bir şeye benzemeyen ve her türlü noksan sıfatlardan, eksiklik ifade eden özelliklerden uzak (münezzeh) olan ve her türlü kemâl sıfatlarla muttasıf olan Yüce Allah’ın, insanın uzuvlarına benzer bir uzvu olması muhaldir. Bu itibarla İslâmiyet’e göre Allah’ın eli olmaz. Ancak bu ’يَدٌ’ kelimesini, Halef Uleması’nın ifade ettiği şekilde mecâzî mânâda, kudret’ten kinaye olarak ’Yüce Allah’ın kuvvet ve kudreti’ olarak anlamak daha doğru olacaktır. Nitekim Türkçe’mizde de mecaz ve kinaye olarak kullanılan deyimler vardır. Meselâ; ’Şu kişinin eli açıktır’ denildiği zaman, pekâlâ bilinir ki, burada ’el’ kelimesinin somut olarak anlaşılan manası kastedilmemiştir; aksine ’eli açık’ deyimiyle onun cömert, yardım sever bir kişi olduğu, ihsan edip vermeyi alışkanlık haline getirdiği, cimri, pinti olmadığı kastedilmiştir. Yoksa böyle bir kimsenin elini uzatıp açmakta olduğu ve herkesin onun bu açık elinden alacağını almakta olduğu düşünülmez.4
Naslarda (Kur’an ayetleri ve hadis-i şeriflerde) geçen mecazı görmeyip ’el’i hakiki anlamda bir organ sanmak, Kur’ânî zihniyete zıt olarak anlam kaymalarına yol açabilir. Tabii ki bu yargı, sadece ’yed’ kavramı için geçerli olmayıp dinî naslarda Allah’a nispet edilen diğer; parmak5, avuç6, ayak7, bacak8, sağ9, sevinme10, öfkelenme11 vs. gibi kelimeler için de geçerlidir. Ayet ve hadislerde geçen bu tür ifadelerden ne kastedildiğini, hakikati ve mecazı bilen dil uzmanları çok iyi anlarlar.
Meselâ; Arap şâiri Lebîd, kışın esen poyraz rüzgârının şiddetli soğuğunu ve etkisini anlatmak maksadıyla yazdığı şiirinde: ’Soğuğun yularını poyrazın elinde gördüğü rüzgâra’ bile ’el’ isnat ederek, teşhis sanatını kullanarak ifadeyi daha da güçlendirmeye çalışmıştır.
Aslında meseleyi temelden ele aldığımızda kendiliğinden bir sonuca ulaşmamız mümkün. Şöyle ki: Allah Teâlâ’nın varlığıyla ilgili hiçbir hususu insanın ya da insan gibi ’yaratılmış’ bir varlığın varlığına benzeterek, onunla kıyas ederek anlamaya çalışmak doğru değildir. Bu meseleyi somut varlıklar âlemine indirerek anlamlandırmaya ve bir yere oturtmaya çalışmak beyhude bir çaba olmaktan ileriye geçemez. Zira insan algısı, ’zaman ve mekân’ düzleminde, onlarla bağlantılı ve onlara bağımlı olarak çalışır. Oysa Allah Teâlâ zamandan da mekândan da münezzehtir. O, sadece bu ikisinden değil, bir halden başka bir hale, bir mekândan başka bir mekâna geçmekten, değişmekten, birtakım organ ve azalardan meydana gelmekten… de münezzehtir. Zira bütün bunlar mahlûklara mahsus sıfat ve özelliklerdir.
Allah Teâlâ’nın gazap ve rıza gibi sıfatları da haberi sıfatlardandır. Allah Teâlâ’nın gazaplanmasını insanın veya bir başka mahlûkun ’kızmasına/öfkelenmesine’ benzetme hatasına düşülmemelidir. Açıktır ki bunlar insana mahsus hallerdir ve belli bir şekilde dışa vurulurlar. Biz bir insanın öfkelendiğini nefes alış-verişinden, yüzünün aldığı şekil ve renkten, davranışlarından anlarız. Oysa bu hallerin hiç birisini Allah Teâlâ’ya izafe etmek caiz değildir.
Allah Teâlâ’nın ’gazaplanması’ ile insanın ’gazaplanması’ arasında aynı kelimeyle ifade ediliyor olmak dışında hiçbir benzer nokta bulunmadığı gibi, ’Allah’ın eli, yüzü…’ ile ’insanın eli, yüzü…’ arasında da aynı kelimeyle ifade edilmek dışında benzerlik yoktur.12
Bütün insanlığa hitap eden Kurân-ı Kerîm’de de böyle mecazi ifadelere yer verilmiş, Yüce Allah insanlara anlayacakları tarzda ve kullandıkları şekiller içerisinde zâtına mahsus olan özelliklerini, kudret ve azametini beyan buyurmuştur. Böylece insanlar, Kur’ân’ı daha kolay ve kendi dillerinde kullandıkları ifadeler içerisinde yadırgamadan anlayabilmişlerdir.
Arap dilinde ’yed’ (el) kelimesi aşağıdaki çeşitli mânâlarda kullanılmaktadır:
1- Bilindiği gibi ’el’ kelimesi, insanların bir uzvu veya organı olup çoğu kez bileğe kadar olan kısma ’el’ denildiği gibi, bazen de koltuk altına kadar olan kısma ’el’ adı verilir.
2- ’Nimet’ anlamında kullanılır ki; ’Efendim, elinizin altında yaşayayım’ şeklinde bir cümle kurarsak, ’nimetiniz ve inayetiniz sayesinde hayatımı devam ettireyim’ anlamında bir istek olmuş olur.
3- ’Kuvvet ve kudret’ manasına gelir. Meselâ; ’Ulû’l-eydî ve’l-ebsâr’ cümlesi, ’Kuvvet ve akıl sahibi’ diye açıklanmıştır. Dilimizde de ’El elden üstündür, tâ arşa varıncaya kadar.’ denilir; yani ’Kudret, kudretten üstündür. Ancak Allah’ın kudretinin üstünde hiç bir kudret yoktur.’ anlamına gelir.
4- ’Tasarrufunda, elinin altında olma’ anlamlarında kullanılır. Meselâ; ’Şu büyük arazi falancanın yed’indedir’, yani ’onun mülküdür veya tasarrufundadır, sahibi odur veya onun elinin altındadır’ demektir.
5- ’Pek güçlü inayet ve ihtisas’ anlamlarına gelir. Meselâ; ’Ben bunu elimle yaptım’ demek, ’Kendim yaptım’ demek olduğu gibi; ’Fazlaca özen gösterdim, pek özel bir şekilde önem verdim’, anlamlarını ifade eder.
İşte bütün bu mânâlardan anlaşılıyor ki: ’Yedullâh’ tabiri, Allah’ın nimet ve ihsanı, kudret ve kuvveti, mülkü, tasarrufu ve hükümranlığı, inayet ve ihtisası anlamlarına gelmektedir; yoksa bildiğimiz manada olan ’el’ veya ’kol’ manasında değildir. Zira hiç bir yaratığa, hiç bir şeye benzemeyen Yüce Allah’ın insanlar gibi müşahhas (somut) bir elinin olması düşünülemez.
Bununla beraber kültür tarihi içerisinde ’Müşebbihe’ ve ’Mücessime’ diye bilinen bu iki fırkanın mensuplarından çoğu, ’Yedullâh’ tabirini ’insanın eli’ gibi tasavvur etmişlerdir. Mezhepler tarihi içerisinde yer almış olan bu iki fırka, İslâm dininin dışında kalan fırkalardan olup çok kısa ömürlü olmuşlardır.
Selef âlimleri bu haberî sıfatlara iman etmiş, bunları zâhirleri üzere bırakmış, te’vile ve açıklamaya kalkışmamışlardır. Bununla beraber benzetmeye ve cisimleştirmeye de yeltenmemişlerdir. Onlara göre, mademki, Yüce Allah Kendisine ’yed, vech, ayn...’ gibi özellikleri nispet etmiştir, öyleyse bunlar öylece kabul edilmelidir. Bunların mahiyetini ve hakikatini ancak Cenâb-ı Hak bilir. Bunların hiç biri bizim elimize, yüzümüze, gözümüze benzemez.
Sonra gelen âlimler ise, bu haberî sıfatların Yüce Allah’ın zâtına ve şanına uygun bir tarzda tevil edilip açıklanması yolunu tutmuşlar; ancak tevil yapıp açıklarken, ’Yapılan bu tevil ve açıklamaların Allah’ın muradı ve O’nun kastettiği mana olduğuna kesinlikle hükmetmemek gerekir.’ demişlerdir.13
Aynı şekilde; ’Zillullah’ ifadesini de ’Allah’ın gölgesi’ şeklinde anlamak doğru değildir. Bu husustaki hadis-i şerif, ’Kendisinden başka himaye edenin bulunmadığı bir günde Allah-u Teâlâ, yedi sınıf insanı kendi himayesine alır.’ manasındadır. Yoksa ’Kendi gölgesinde gölgelendirir.’ şeklinde değildir. Nasıl ’Beytullah’ yani ’Allah’ın evi’ kelimesini, hâşâ ’Allah’ın barındığı bir ev’ olarak anlamıyorsak, hadis-i şeriflerde geçen ’Yedullah’, ’Zillullah’ kelimelerini de zahir manaları gibi anlamayıp, tevil etmemiz gerekir. Bir bidat ve dalalet olan selefiye sapıklığını önlemek için, İslam âlimleri müteşâbih ayet ve hadisleri tevil etmişlerdir. Ancak bu tevil işinde haddi aşıp İslam âlimlerinin bildirdiklerine uymayan mana verenler de sapıtmışlardır. İslam âlimlerinin bildirdiklerine uymayan bütün kitaplar, muteber değildir.14
Başka bir ayet-i Kerimede; ’Onun vechinden (zatından) başka her şey helak olucudur.15’ buyrulmaktadır. Yüce Allah ’yüz’ manasına gelen ’vech’i zikretti fakat kendi zatını murat etti. İbn-i Kesir şöyle der: Bu âyet, Yüce Allah’ın sonsuz, baki, diri ve kâinatın idaresi ile kâini (yaratıcısı) olduğunu, bütün yaratılmışların öleceğini, fakat O’nun ölmeyeceğini haber vermektedir. Nitekim şöyle buyurmuştur: ’Yeryüzünde bulunan her canlı yok olacak. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zatı baki kalacak.’16
Allah Teâlâ’nın görmesi, göz ile değildir, işitmesi kulak ile değildir. Kur’an-ı Kerîm’de geçen ’Yedullah’ kelimesindeki ’yed’, hiçbir zaman organ olan ’el’ anlamında değildir. Vech, ’yüz’ anlamında değildir. İstiva da ’oturmak’ anlamında değildir. Halef ulemasına göre istiva, ’sahip olmak’, ’malik olmak’, ’emri altında olmak’ demektir. Diğerleri de böyledir. Selef-i Sâlihîn denilen eski âlimler, ’Yedullah’ın ve diğer müteşâbihlerin keyfiyetini Allah bilir.’ demişlerdir. Selef-i Sâlihin Efendilerimizin yolunu takip ettiklerini iddia eden ve utanmadan Selefî lakabının altında gizlenmeye çalışan Vehhabiler ise; ’Allah’ın eli vardır ama bilmeyiz.’ Demektedirler. Aradaki farkı anlamalı, küfre düşürücü benzetmelerden uzak durmalıdır.17
Diğer bir ayette ise; ’Allah sizi nefsinden/kendisin(e karşı gelmek)den sakındırır.18’ buyrulmaktadır. Bu ayetteki ’nefsinden’ ifadesinden maksadın ’ukubetinden’ olduğu söylenmiştir. ’Cezasından’ olduğunu söyleyenler de olmuştur. Nitekim kişi bir başkasına, ’Seni falan kimse(nin nefsin)den sakındırırım’ der. Kastettiği, o kimseden gelecek ceza ve büyük sıkıntıdır. Buna göre ’Allah sizi nefsinden sakındırır’ ayetindeki ’nefis’ten maksat Allah Teâlâ’nın nefsinden (zatından) gelecek olan ’ceza ve azap’dır. Çünkü onu verecek olan Allah Teâlâ’dır, başkası değildir.’19
(Endnotes)
1 www.sorularlarisale.com/index.php?s=article&aid=15371.
2 el-Fetih, 48/10.
3 Haluk Songür, ’İslam Hukuk Metodolojisinde Kaynaklardan Hüküm Çıkarma’, SOBE, Eylül 2006-Nisan 2007, s.32.
4 Cihad Tunç, Şamil İslam Ansiklopedisi, ’Yedullah’ maddesi, c.6, s.394-395.
5 Tirmizi, Kader, 7.
6 ez-Zümer, 39/67.
7 Buhârî, Rikâk, 38.
8 el-Kalem, 68/42.
9 ez-Zümer, 39/67.
10 Buhârî, De’avât, 4.
11 ez-Zuhruf, 43/55.
12 Kemâluddîn el-Beyâdî, İşârâtu’l-Merâm, 187-8.
13 Cihad Tunç, Şamil İslam Ansiklopedisi, ’Yedullah’ maddesi, c.6, s.394-395.
14 www.bilgicenneti.com/pdf-11144-3103deb68465747643608bb0f506dee6-musebbihe+veya+mucessime.pdf
15 el-Kasas, 28/88.
16 Rahman sûresi, 55/26-27, Safvetü’t-Tefâsîr.
17 www.bilgicenneti.com/pdf-11132-d9de6a144a3cc26cb4b3c47b206a121a-mutesabih+naslarin+keyfiyeti+bilinmez.pdf
18 Âl-i İmrân, 3/30.
19 İmam el-Mâturîdî, Te’vîlâtu’l-Kur’ân, II, 286.
Müteşâbih Ayetler Hakkındaki İtikadımız
Özlenen Rehber Dergisi 158. Sayı
9 kişi yorum yazdı.