Allah’a iman ile alakalı olması gereken itikadımız:
Allah’a iman; ’O’nun varlığına, birliğine, O’ndan başka ilah olmadığına, her şeyi yoktan yarattığına, O’ndan başka yaratıcı olmadığına kalben inanmak ve eğer tehdit, sakat bırakma ve ölüm gibi zorlayıcı bir sebep ortada yoksa bu inancını dil ile ikrar etmek’ demektir. ’Âlemlere rahmet olarak gönderdiği son Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v.) vasıtasıyla bildirdiği dinin hepsini kabul etmek, beğenmek’ demektir.
Allah Teâlâ’yı ancak bizlere bildirmiş olduğu isim ve sıfatlarıyla tanıyabiliriz. Zatı hakkında düşünmek, tefekkür etmek ise insanı küfre kadar götürür. Çünkü bir âyette:
’O’nun misli (O’na benzer) hiç bir şey yoktur.’1 buyruluyor.
Ayrıca rivayetlerde:
’Allah’ı(n zatını) tefekkür etmeyin. Allah’ın mahlûkatını tefekkür edin…’2
’Allah’ın nimetleri üzerinde tefekkür edin. Allah’ı(n zatını) tefekkür etmeyin.’3
’Allah’ın mahlûkatı üzerinde tefekkür edin. Allah’ı(n zatını) tefekkür etmeyin. Yoksa helak olursunuz.’4 buyrulmaktadır.
Buna göre zatı hakkında tefekkür etmek, O’nu bir şeye ya da bir şeyi O’na kıyas edip benzetmek yanlış olur. Bunun için âlimlerimiz, ’Allah Teâlâ’yı tanımak, anlaşılamayacağını anlamaktır. Yani akılla anlaşılmaz.’ buyurmuşlardır.
Sadece ’Allah’a inanıyorum!’ demek yetmez. Eğer yetmiş olsaydı, şimdiki Yahudi ve Hıristiyanların hepsinin cennete girmesi gerekirdi. Çünkü onların uyduruk hale getirdikleri dinlerinde de Allah’a iman kavramı mevcuttur. Fakat onların inandığı Allah’ın (haşa!) karısı var, kızları var, erkek çocukları var ve bu Tanrı gökte oturuyor olup yorulduğu için haftada bir gün tatil yapma gereksinimi duyuyor ve daha nice saçmalıklar… Yani senden benden fazla bir farkı yok. Senden benden bir farkı olmayan bir varlık ilah olabilir mi? Oysa Cenâb-ı Hak, bu müşriklerin kendisine izafe ettikleri bu çirkin iftiralardan ve bütün bu noksanlıklardan münezzehtir.
Allah’ın ortağı, eşi ve benzeri yoktur. Varlığı kendindendir. Hiçbir sebebe ihtiyacı yoktur. Her şeyi var eden, her varı her an varlıkta durduran O’dur. O, madde değildir. Hiçbir maddede bulunmaz. Şekli yoktur. Ölçülmez. Nasıldır diye sorulmaz. ’O’ deyince, akla hayale gelen hiçbir şey, ’O’ değildir. O, bunlara benzemez. Bunlar hep O’nun mahlûklarıdır. O, mahlûkları gibi değildir. Akla, vehme, hayale gelen her şeyi, O yaratmaktadır. Yukarıda, aşağıda, yanda değildir. Yeri yoktur. Her varlık, Arşın altındadır. Arş ise, O’nun kudreti ve kuvveti altındadır. O, ezelde, sonsuz öncelerde nasıl ise, şimdi hep öyledir. Arş’ı yaratmadan önce nasıl idi ise, ebedi sonsuz geleceklerde de, hep öyledir. O’nda herhangi bir değişiklik olmaz.
Allah Teâlâ’nın zâtî ve sübûtî olmak üzere iki çeşit sıfatı vardır.
Zâtî sıfatlar altı tanedir:
1- Vücud; var olmak.
2- Kıdem; varlığının öncesi ve başlangıcı olmamak.
3- Bekâ; varlığı sonsuz olmak, varlığının sonu olmamak, hiç yok olmamak.
4- Vahdâniyyet; tek olmak, ortağı, eşi ve benzeri olmamak.
5- Muhâlefetün li’l-havâdis; zatında ve hiçbir vasfında hiçbir mahlûka, hiçbir bakımdan benzememek.
6- Kıyâm bi-nefsihî; varlığı kendinden olmak, var olması için hiçbir şeye muhtaç olmamaktır.
Sübûtî sıfatlar ise sekiz tanedir:
1- Hayat; diri olmak.
2- İlim; bilmek.
3- Sem’; işitmek.
4- Basar; görmek.
5- Kudret; gücü yetmek.
6- İrade; istemek.
7- Kelam; söylemek, konuşmak.
8- Tekvin; yaratmaktır.
Allah Teâlâ’nın Sıfatları, Zat’ının Aynı da, Ğayrı da değildir:
Allah Teâlâ’nın sıfatları, zatı gibi ezelî ve ebedidir. Bu sıfatlar zatından ayrılmazlar. Eğer sıfatlar, Allah Teâlâ’nın gayrıdır, yani kendisinden ayrıdır denirse; ya sonradan oldukları (hadis) ve mahlûk oldukları söylenmiş olur, yani ezeli oldukları inkâr edilmiş olur. Bu ise imkânsız (muhal)dir. Ya da sıfatların her biri müstakil bir ilah gibi olmuş olur, bu da imkânsızdır.
Sıfatlar, Allah Teâlâ’nın zatının aynısıdır, kendisidir denirse de, hem sıfatların varlığı inkâr edilmiş olur, hem de Allah parçalardan mürekkep bir varlık sayılmış olur.
Bu hususa (teşbihte hata olmasın) örnek vermek gerekirse; nasıl ki güneşin ışınları güneştendir, ancak ne güneşin bizatihi kendisidir ne de ondan ayrıdır. Bunun gibi Allah’ın sıfatları da onun zatındandır. Ancak zatının ne kendisi (aynısı) ne de gayrıdır.
Allah Teâlâ mekândan münezzehtir:
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri buyuruyor ki:
’Allah’ın yüce zatı hakkında zaman, mekân ve yön gibi şeyler söz konusu değildir. Bütün bunlar Allah’ın yaratmasıyla var olmuş şeylerdir. İşin özüne vakıf olmamış bir cemaat, Allah’ın Arş’ın üstünde olduğunu ifade etmiş ve Allah’ın yukarıda olduğunu ileri sürerek cihet (yön) isnadından bulunmuştur. Arş ve Arş’ın içine aldığı diğer her şey sonradan meydana gelmiş olup Allah’ın yarattığı şeylerdir. Sonradan yaratılmış bir şeyin, ezelî bir yaratıcının mekânı ve karargâhı olması nasıl düşünülebilir?’5
Ve yeri gelmişken çoğu zaman bilmeyerek ve sözümüzü karşı tarafa tasdik ettirmek için söylemiş olduğumuz ’Allah yukarıda şahittir.’ sözünün Hıristiyanlıktan ve Hıristiyan İngilizlerin kurmuş olduğu Vehhabilikten gelme şirk dolu bir söz olduğunu hatırlatmak istiyorum.
Rüya gören kimse, rüyasının ne sağındadır, ne solundadır. Rüyasında gözsüz görür, kulaksız işitir, dilsiz konuşur, yer, içer, hatta rüyasında rüya bile görür. Allah Teâlâ’nın kudreti ile hep devam etse, insan rüyayı gerçek bilir, rüyadan başka hayat yok zanneder. Bu dünya hayatı da bir rüyadan ibarettir. Demek ki; kâinat hayal mertebesinde yaratıldığı için bize var gibi görünmektedir. Ezeli ve ebedi var olan yalnız Allah Teâlâ’dır. O halde, Allah, hayal olan bu kâinatın içinde, dışında denemez.
’Allah her yerdedir’ demek de, mekân tayin etmek olur. Bütün mekânları yani her yeri yaratan, Allah Teâlâ’dır. Yaratılan, yaratana mekân olamaz. Bunun için, her yerde değil, ’mekândan münezzehtir’ demelidir.
Sıkça kullanılan: ’Allah her yerde hazır ve nazırdır’ sözü ise ’Allah, sıfatları ile her yerde hazır ve nazırdır’ şeklinde anlaşılmalı ve söylenmelidir. Yani Allah, zatı itibariyle bir mekanda bulunmadan görür, işitir…
Allah gaybı bilir:
Gayb, duygu organlarıyla, hesapla, kitapla, tecrübeyle veya herhangi bir alet vasıtasıyla anlaşılmayan şey demektir. Kur’ân-ı Kerim’de, Allah Teâlâ için: ’Âlimü’l-ğayb/Gaybı bilen’ ve ’Allâmü’l-ğuyûb/Gaybları en iyi bilen’ ifadeleri geçer. Bu konudaki birkaç ayet-i kerime meali şöyledir:
’O (münafık ola)nlar bilmediler mi ki, gerçekten Allah onların (içlerinde gizledikleri nifak) sırlarını da, (İslâm ve Müslümanlar aleyhine yaptıkları) fısıldaşmalarını da bilmektedir ve şüphesiz ki Allah, (kullardan gizli kapalı olan) tüm gaybları hakkıyla bilen bir Zât’tır!’6
’(Habîbim! Sana kıyametin ne zaman kopacağını soran müşriklere) de ki: ’Göklerde ve yerde Allah’tan başka kimse (, kendisi hakkında; hesap, tecrübe, vasıta, karine ve emare bulunmayan bir) gaybı (O bildirmedikçe) bilemez! Onlar (ne zaman öleceklerini de) ne vakit diriltileceklerini de bilemezler!’7
’Zaten Allah göğüslerin sahip olduğu şeyi (kalplerin barındırdığı tüm sırları, niyet ve inançları hakkıyla bilen bir) Alîm’dir.’8
Bu konuyla alakalı daha birçok ayet vardır. Fakat günümüz mezhepsizleri, Kur’ân’a inanmadıkları hâlde, sanki inanıyormuş gibi görünen reformistler bu kadar ayet-i kerimeyi inkâr edecek hâle gelmişler, bazı ayetleri ise Allah’ın gaybı bilmediğine dair delil olarak sunup onları anlamada ve tefsir etmede hata etmişlerdir.
Bütün gaypları yaratan Allah Teâla nasıl olur da yaratmış olduğu gaybı bilmez? Eğer gaybı Allah Teâlâ yaratmadıysa mevcut olan başka ilahlar mı var (haşa!)? Yani her yönüyle ne kadar tutarsız ve mesnetsiz bir görüş. Ve ne kadar acı bir durum ki bu görüşün Türkiye’mizdeki temsilciliğini, kendilerini çağdaş ve yenilikçi Müslüman zanneden zavallı profesörler yapıyor. Okumuşlar okumuşlar… Fakat elde ettikleri ilim, kendilerini ne Allah’a ne de Rasûlü’ne yakınlaştırmamış, tam tersine bir o kadar uzaklaştırmış. Bu ve benzerlerinin gelmiş oldukları noktayı, Ebu Bekir Sifil hoca, açık bir dille şöyle ifade etmektedir: ’Şu dünyada birçok dine inanan insan var. Yeryüzünde taptığı Tanrı’nın cahil olduğunu ispatlamaya çalışan ikinci bir insan yoktur.’
Maalesef Müslüman geçinen bu reformistler iman ettikleri(!?), öldükten sonra hesap verecekleri, yerin göğün sahibi Hz. Allah’a ’cahillik’ vasfını yakıştıracak kadar küçülmüşler ve neticede küfre girmişlerdir.
Ve şunu da merak etmiyor değiliz Müslümanlar olarak, Allah Teâlâ’nın gaybı bilmediğini savunarak acaba neyi elde etmeye çalışıyorlar? Böyle yaparak nereye hizmet ediyorlar? Bunları bilmediklerinden yapıyor olamazlar. Çünkü dağdaki çobana bile sorsanız, bu sorunun doğru cevabını alabilirsiniz. Yani bu soruya cevap verebilmek için illa ki profesör olmak şart değil. Buradan hidayetin ne denli büyük bir nimet olduğunu bir kez daha anlıyoruz. Ve şu anda açıklamaya çalıştığımız konunun; ’Allah gaybı bilir mi, bilmez mi?’, diğer bir deyişle ’Allah’a cahillik nispet edilir mi, edilmez mi?’ gibi bir konu olması, Müslümanlar olarak ne kadar vahim bir durumda olduğumuzu gösteriyor.
AMEL İMANDAN BİR PARÇA DEĞİLDİR
Amel imandan bir parça mıdır? Diğer bir deyişle herhangi bir farzı yapmayan veya herhangi bir haramı işleyen kâfir olur mu?
Amel imandan bir parça değildir. Diğer bir deyişle herhangi bir farzı inandığı halde tembellik ederek vb. bir sebeple yapmayan veya herhangi bir haramı işleyen kâfir olmaz. Bunun birçok delili bulunmaktadır. Şöyle ki
Birinci delil:
Allah Teâlâ Kur’ân’da bununla ilgili olarak şöyle buyuruyor:
’İman edip salih ameller işleyen kimseler için bir bağışlanma ve bol (tükenmez) bir rızık vardır.’9
’Ancak iman edip salih ameller işleyenlere kesintisiz bir mükâfat vardır.’10
’Ancak iman edip salih ameller yapanlar başka; onlar için kesintisiz bir ecir vardır.’11
’Gerek erkek gerek kadından her kim mümin olarak salih bir amel işlerse muhakkak ona hoş bir hayat yaşatacağız ve yapmakta oldukları amellerin daha güzeliyle ecirlerini muhakkak vereceğiz.’12
Bu ve benzeri birçok ayette, ameller iman üzerine atfedilmiştir. Arapça gramer kaidesine göre ise, atfedilen (ma’tûf) başka; kendisine bir şey atfedilen (ma’tûfun aleyh) de başka şeyler olmak durumundadır. ’Ellezîne âmenû ve amilu’s-sâlihâti’ şeklindeki ibareler Kur’ân-ı Kerim’de sık sık geçer. Burada amel, imana atfedilmiştir. İşte bu gramer kaidesi, amelin imandan ayrı olduğuna delalet eden delillerden sadece bir tanesidir.
İkinci delil:
Amel, imana dâhil olamaz; çünkü imanın hakikati tasdik; amelin hakikati ise tatbiktir. Bu bakımdan, aralarında kül (tüm-bütün) ve cüz (parça) yani ’biri diğerinin parçasıdır’ gibi bir münasebet bulunamaz.
Üçüncü delil:
Kadınların, muayyen (aybaşı) hallerinde, namaz, oruç gibi ibadetleri bırakmaları gerekir. Buna göre şayet amel imandan bir parça olsaydı, amel hiçbir zaman bırakılamazdı. Zira imanı hiçbir zaman bırakmak caiz olmaz.
Dördüncü delil:
Yalnız iman ile cennete girilirse de, yalnız amel ile cennete girilemez. İmanı olmayanların yaptığı ibadetler, ahirette hiçbir işe yaramaz.
Beşinci delil:
İman başkasına hediye edilmez, fakat amelin sevabı, başkalarına hediye edilir. İman vasiyet edilmez, fakat kendisi için amel yapılması vasiyet edilir.
Özrü olan kimseden amel düşer ise de, iman kimseden düşmez.
Altıncı delil:
Amel imandan bir parça olsaydı, her günah işleyen kâfir olurdu. Peygamberimiz bir hadislerinde:
’(Peygamberler dışında) Âdemoğlunun hepsi çok günah işleyicidir. Çok günah işleyenlerin en hayırlısı ise çokça tevbe edenlerdir.’13 buyurmuştur. Şu halde Peygamberler dışında her kul mutlaka günah işlediğinden dolayı yeryüzünde peygamberler hariç hiçbir Müslüman kalmazdı.
Vehhâbilere göre; amel (ibadet), imanın bir parçasıdır. Amel nispetinde iman azalır ve çoğalır. Bir farzı yapmayan, mesela farz olduğuna inandığı halde, tembellikle namaz kılmayan mürtet-kâfir olur ve mürtetler yani dinden dönenler de öldürülür. Dünya üzerinde Vehhâbilerden başka herkes kâfir olduğundan(!?) ve tek Müslüman da onlar olduğundan(!?) dolayı malları Vehhâbiler arasında taksim edilir.
Hâlbuki bir Müslüman’a kâfir diyen, söylediği söz doğru değilse kendisi kâfir olur. Zira bir hadiste:
’Bir kişi, (Müslüman) kardeşine (hitaben): ’Ey kâfir!’ dediği zaman, mutlaka o ikisinden biri bu sebeple (küfre) döner.’14 buyrulmuştur.
Hâricî fırkasının ve bu fırkanın bugün uzantısı sayılan Vehhâbilerin, günah işleyenlerin ebediyen Cehennemde kalacağını söylemesi yanlıştır. Çünkü günah işleyen, tasdik etmiş olduğu imanın esaslarını inkâr etmiş olmaz. Ahirette yalnız imansızlara şefaat edilmez. Bu da, şefaat edilen günahkârların kâfir olmadığını gösterir. Nitekim bir hadis-i şerifte:
’(Kıyamet günü) şefaatim, ümmetimden büyük günah sahipleri içindir.’15 buyrulmaktadır.
Diğer bir hadis-i şerifte buyruldu ki: ’Ve bana şefaat verildi. Onu ümmetim için (âhiret gününe) tehir ettim. O, Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayan kimse içindir.’16
İman ile ölen herkes, er geç Cennete girer. Ebû Zer (r.a.)’den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: (Bir defasında) Nebi (s.a.v.)’e geldim. O, üzerinde beyaz bir elbise olup uyur bir haldeydi. Sonra (tekrar) geldim, uyanmıştı. ’Lâ ilâhe illallâh (sözünü diğer iman esaslarıyla birlikte tasdik ederek gönülden) diyen sonra bu (söz) üzerine ölen her kul mutlaka cennete girecektir.’ buyurdu. (Ben): ’Zina etse de, hırsızlık yapsa da mı?’ dedim. ’Zina etse de, hırsızlık yapsa da!’ buyurdu…’17
’Günahkâr bir mümin can boğaza gelmeden önce tevbe etmeye muvaffak olursa, tevbesinin kabul edileceği vaadine dayanarak onun kurtuluşa ereceğini umarız. Eğer tevbe şerefine ermezse onun işi Allah’a kalmıştır. Dilerse onu affederek cennete koyar, dilerse de cehennem ya da başka bir şeyle kendisini günahı kadar cezalandırır. Ama eninde sonunda o kurtuluşa erer ve cennete girer. Zira âhirette Allah’ın rahmetinden mahrum kalmak sadece kâfirlere aittir. Fakat zerre kadar imanı bulunan kimse, işlediği günahlar sebebiyle başta olmasa bile eninde sonunda rahmet ve mağfirete nail olacaktır.’18
Peki; ’Zina eden, zina ederken mümin olduğu hâlde zina etmez. (İçki içen), içki içerken mümin olduğu halde içki içmez. (Hırsız), çalarken mümin olarak çalmaz. Halk gözlerini kendisine kaldır(ıp baktı)ğı halde (kıymetli bir şeyi yağma eden kimse de), onu yağma ettiği sırada mümin olarak yağma etmez.’19 hadis-i şerifini nasıl anlamamız gerekiyor?
Âlimler, bu hadisi şöyle açıklamışlardır:
- Burada kastedilen, bu günahların, imanın aslını değil de kemalini gidermesidir. Buna göre mana bu günahları işleyen kimsenin: ’mümin’ olmayacağı değil, ’kâmil bir mümin’ olmayacağıdır.
- Veya murat, bu günahların onu helâl sayarak işleyenin imanını götüreceğidir.
- Ya da bu hadisten maksat; bu günahları âdet edindiği ve devam ettirdiği takdirde, o kimseyi imanının bir gün elinden çıkacağıyla korkutmaktır. Zira bu günahları işleyip de adet edinenlerin iman nuru zayıflar ve küfre düşmeleri kolay olur.
’Kendisi için (sevip) arzu ettiğini (mümin) kardeşi için de (sevip) arzu etmedikçe hiç biriniz iman etmiş olmaz.’20
’(Bir kul,) komşusu eziyet ve zulmünden emin oluncaya kadar iman etmiş olmaz.’21 gibi hadis-i şeriflerden de maksat, o kişinin ’kâmil manada mümin olmayacağı’dır. Yoksa ’kâfir olması’ kastedilmemektedir.
’Şu günahı işleyen cennete giremez, cehennemliktir, mümin değildir’ demek, ’o günahtan tevbe edilmezse, af veya şefaate uğramazsa, günahının cezasını çekmeden cennete giremez’ demektir. Zira âyet-i kerimede:
’Şüphesiz Allah, kendisine şirk (ortak) koşulmasını asla bağışlamaz. Bunun dışında kalan (günah)ları ise dilediği kimseler için bağışlar.’22
Günah ile imansızlık ayrı şeylerdir. Günah ne kadar büyük olursa olsun, o günahı işleyen kâfir olmaz. Fakat hangi günah olursa olsun, günaha devam edenin kalbi kararır, küfre sürüklenir. Onun için büyük-küçük her günahtan kaçınılmalıdır.
İbadet yapmayan ve günah işleyen Müslüman’a kâfir dememelidir. Ehlisünnet âlimlerinin açıklamaları olmadan hadis-i şeriflerden, âyet-i kerimelerden hüküm çıkarmak çok yanlış olur. Mesela: ’Her kim, bir mümini kasten öldürürse, cezası, içinde ebedî kalacağı cehennemdir…’23 mealindeki âyet-i kerimeyi İslam âlimleri, ’Bir mümini, mümin olduğu için öldüren veya helal sayarak öldüren kimse ebedî olarak cehennemde kalacaktır.’ şeklinde açıklamışlardır.
Allah Teâlâ, kâfirlerin hiçbir amelinin kendilerine fayda vermeyeceğini şöyle bildiriyor:
’Rablerini inkâr edenlerin durumu şudur: Onların amelleri, fırtınalı bir günde rüzgârın şiddetle savurduğu küle benzer. (Dünyada) kazandıkları hiçbir şey (ahirette) ellerine geçmez (yararını görmezler). İşte uzak (derin) sapıklık budur.’24
’İnkâr edenlere gelince; onların amelleri ıssız bir çöldeki serap gibidir. Susamış kimse onu su sanır. Yanına geldiğinde hiçbir şey bulamaz. (Tıpkı bunun gibi kâfir de hesap günü amellerinden bir şey bulamaz). Ancak Allah’ı yanında bulur da Allah onun hesabını tastamam görür. Allah, hesabı çabuk görendir.’25
Hucûrât suresinde de, ’Müminlerden iki fırka birbiriyle çarpışırsa, aralarını bulun!’26 mealindeki âyet-i kerimede, birbirleriyle çarpışarak günah işleyenlere mümin denmektedir. Devamındaki, ’Müminler, ancak kardeştirler. Şu halde kardeşlerinizin arasını bulun!’27 mealindeki âyet-i kerime de, bunların mümin olduklarını bildirmektedir.
Netice itibariyle;
Ehlisünnet ve’l-Cemaat itikadına göre:
- İbadetin vazife olduğuna inanmak imandandır. İnanmak başka, yapmak başkadır. Bunları birbirine karıştırmamalıdır.
- İnandığı halde, ibadetleri tembellik vb. bir sebeple yapmayan kâfir olmaz.
- İmanı bırakan kâfir olur, ibadeti terk eden ise günahkâr olur.
- Amelsiz iman makbuldür, imansız amel ise makbul değildir.
EHL-İ KIBLE TEKFİR EDİLEMEZ!
’Ehl-i Kıble Tekfir Edilemez’ ne demektir?
’Ehli kıble tekfir edilemez’ sözü; küfrü kesin icap ettirecek bir söz, fiil ve tavır bulunmadığı takdirde, zan, şek ve vehim mertebesindeki delillerle hiçbir müminin kâfirlikle suçlanamayacağını ifade etmektedir.
Peki, ’Ehl-i Kıble’ kimdir?
Ehlisünnet uleması ehl-i kıbleyi, ’Kâbe’ye yönelerek namaz kılmanın farziyetini kabul edenler’ diye tarif etmiştir. Ali el-Kâri bunun için daha geniş bir tanım yaparak şöyle der: ’Ehl-i kıble, zarûrât-ı diniye üzerinde ittifak eden kimselerdir.’28
Zarûrât-ı Dîniyye ne demektir?
’Dini zaruretler’ anlamına gelen ’zarûrât-ı dîniyye’ Hz. Peygamberin Allah’tan alıp tebliğ ettiği ve haber verdiği kesin olarak belli olan dinî esaslara, hükümlere ve haberlere denir. Mesela Kur’an, Allah sözüdür ve son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.)’e indirilmiştir, beş vakit namaz, ramazan orucu, hac ve zekât farzdır; içki, kumar, hırsızlık, zina ve yalan söylemek haramdır. Bunlar, tevatür ile sabittir. Dolayısıyla her Müslüman’ın bütün bunları bilmesi ve kabul etmesi gerekir, bunları kabul etmeyen veya şüphe eden kimse mümin olamaz.
Yoksa iman esaslarını, farzları, Kur’ân’da veya mütevâtir hadislerde sabit olan herhangi bir hükmü inkâr eden kimsenin -namaz kılsa da- kıble ehli kabul edilmesi mümkün değildir. Aksi hâlde namaz kılıp da ’şimdi Allah’ın kanunları geçerli olamaz’ diyenlerin mümin kabul edilmeleri lazım gelecekti ki, bu düşüncenin batıl olduğunda en küçük bir tereddüt yoktur.
Günah işleyen Müslüman’a kâfir denemez. Çünkü Ehlisünnet’e göre, bir insan günah işlemekle kâfir olmaz. Bazı bidat fırkaları, günah işleyene, kendileri gibi düşünmeyen Müslümanlara kâfir demek sapıklığında bulunmuşlardır. Bir hadis-i şerifte: ’Bir kişi, (Müslüman) kardeşine (hitaben): ’Ey kâfir!’ dediği zaman, mutlaka o ikisinden biri bu sebeple (küfre) döner.’29 buyrulmaktadır.
İmam-ı A’zam ve İmam-ı Şafiî, ’Ehl-i kıble olana kâfir denilmez.’ buyurdu. Bu söz, ehl-i kıble olan, günah işlemekle kâfir olmaz, demektir.
Ehlisünnet dışındaki 72 fırkadan, içtihat yapılması caiz olan, açıkça anlaşılamayan delillerin tevillerinde yanılanlara kâfir denilmez. Fakat zaruri olan ve tevatür ile bildirilmiş olan din bilgilerinde içtihat caiz olmadığı için, böyle bilgilere inanmayan, sözbirliği ile kâfir olur. Çünkü bunlara inanmayan, Rasûlullah (s.a.v.)’e inanmamış olur. İman demek, Rasûlullah (s.a.v.)’in Allah Teâlâ tarafından getirdiği, zaruri olarak bilinen bilgilere inanmak demektir. Bu bilgilerden birine bile inanmamak küfür olur.
Dinde sözbirliği ile bildirilen bir inanışı veya bir işi inkâr eden, kâfir ve mürtet olacağı için, bu inkârından vazgeçmediği sürece lâ ilâhe illallâh dese ve her ibadeti yapsa ve her günahtan da sakınsa bile, artık buna ehl-i kıble denmez. Zaruri din bilgilerinden veya iman edilecek şeylerden birine bile inanmayan, lâ ilâhe illallâh Muhammedün rasûlullah dese de, kâfir olur.
İmanın 6 şartından birine inanmayan, namaz kılsa da kâfirdir.
Mümin Bir Kardeşine, ’Ey Kâfir!’ Diyenin Hükmü Nedir?
- Kim mümin bir kardeşine hakaret maksadıyla veya cahillik icabı olarak ’Ey kâfir!’ derse bu kimse, kâfir olmayıp fasık olur. Tabii ki bu da büyük bir şeydir. (Allah muhafaza buyursun.)
- Bir mümine, onun mümin olduğunu bildiği hâlde, kasıtlı olarak kâfir diyen kimse kâfir olur. Çünkü bu noktada imana küfür demiş olur. Bu ise küfürdür. Öyleyse bu sözü sarf eden kâfir olur.
(Endnotes)
1 eş-Şûrâ, 42/11.
2 Ebû Nuaym el-Esbahânî, Hilyetu’l-Evliyâ ve Tabakâtu’l-Asfiyâ, c.6, s.66, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1988.
3 Taberânî, Evsat, c.6, s.250, h.no:6319, Dâru’l-Harameyn, Kahire, 1995.
4 Ebu’ş-Şeyh el-Esbehânî, Kitâbu’l-Azame, c.1, s.214, h.no:4, Dâru’l-Âsıme, Riyad.
5 İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî Kelime Anlamlı ve Açıklamalı Tercüme, Tercüme:Heyet, c.6, s.204, Yasin Yayınevi, İstanbul, 2012.
6 et-Tevbe, 9/78.
7 en-Neml 27/65.
8 Âl-i İmran, 3/154.
9 el-Hac, 22/50.
10 el-İnşikâk, 84/25.
11 et-Tîn, 95/6.
12 en-Nahl, 16/97.
13 Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme Ve’r-Rekâik Ve’l-Vera’, 49.
14 Buhârî, Edeb, 73.
15 Ebû Dâvûd, Sünnet, 24.
16 Ahmed b. Hanbel, Müsned, c.4, s.471, h.no:2742, Müessesetu’r-Risâle, Beyrut, 1997.
17 Buhârî, Libâs, 24.
18 İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî Kelime Anlamlı ve Açıklamalı Tercüme, Tercüme:Heyet, c.6, s.211-212, Yasin Yayınevi, İstanbul, 2012.
19 Buhârî, Mezâlim, 30.
20 Buhârî, Îmân, 7.
21 Ahmed b. Hanbel, Müsned, c.6, s.189, h.no:3672, Müessesetu’r-Risâle, Beyrut, 1997.
22 en-Nisâ, 4/48, 116.
23 en-Nisâ, 4/93.
24 İbrâhîm, 14/18.
25 en-Nûr, 24/39.
26 el-Hucurât, 49/9.
27 el-Hucurât, 49/10.
28 Ali el-Kârî, Şerhu’l-Fıkhi’l-Ekber, Tercüme:Y.Vehbi YAVUZ, s.311, Çağrı Yay., İstanbul, 2009.
29 Buhârî, Edeb, 73.
Allah'a (c.c.) İman
Özlenen Rehber Dergisi 155. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.