Özlenen Rehber Dergisi

155.Sayı

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ve Mevleviyye Yolu

Yakup YÜKSEL Özlenen Rehber Dergisi 155. Sayı
I- GİRİŞ:
Tasavvuf hareketinin toplum hayatındaki yeri ve öneminden bahsederken Rufâîyye Yolu’ndan sonra Mevleviyye Yolu’ndan da söz etmek gerekecektir. Mevlevîlik, Anadolu’da oldukça yaygındır. Başta Konya olmak üzere İstanbul, Şam, Halep, Kahire, Bursa, Balkanlar ve Kırım gibi Osmanlı ülkesinin önemli merkezlerinde Mevlevî dergâhları ve mensupları her devirde bulunmuştur.
Mevleviyye, tasavvufta Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (k.s.) ve talebelerinin takip ettiği yol, tarikat olarak bilinmektedir. Mevlevîlik, Mevlana’dan sonra onun soyundan gelen ve ’Çelebi’ unvanı verilen şeyhlerce devam ettirilmiştir. Özellikle ’kalem efendisi’ denilen devlet memurları, tahsilli ve sanattan anlayan kişiler, Mevlevî yoluna ilgi duymuşlardır. Ayrıca Osmanlı sultanları da Mevlevîliğe ilgi duymuş, zaman zaman Çelebilerden kılıç kuşanmışlardır. III. Selim gibi Mevlevî muhipleri de vardır.1
Bazı şahsiyetler vardır ki; Hak ve hakikati bulmada topluma rehberlik etmişlerdir. Yaklaşık yedi yüzyıldan beri, dünyanın dört bir yanından dini, ırkı, dili, cinsi, meşrebi farklı milyonlarca insana yol gösteren bu zatlardan birisi de Hz. Mevlana Celaleddin Rumî’dir. Molla Cami, Hakk’a derin bağlılığı sebebiyle onu: ’Peygamber değil ama kitabı var’ şeklinde tarif, tavsif ve takdir etmiştir. Gerçekten de Mevlana, örnek hayatı, solmayan güzellikleri, sönmeyen ilim ve irfan ateşi ile bugün de dünyaya ışık tutmaya devam etmektedir.

II- DOĞUMU:
Mevlana’nın asıl adı Muhammed Celaleddin’dir. Mevlana ve Rumî, kendisine sonradan verilen isimlerdendir. ’Efendimiz’ manasına gelen Mevlana ismi ona daha pek genç iken Konya’da ders okutmaya başladığı tarihlerde verilir. Bu isim Şems-i Tebrizî ve Sultan Veled’den itibaren Mevlana’yı sevenlerce kullanılmış, adeta adı yerine sembol olmuştur.
Rum, Anadolu demektir. Mevlana’nın, Rumî diye tanınması, geçmiş yüzyıllarda Diyar-ı Rum denilen Anadolu ülkesinin vilayeti olan Konya’da uzun müddet oturması, ömrünün büyük bir kısmının orada geçmesi ve nihayet türbesinin orada olmasındandır.
Mevlana’nın doğum yeri, bugünkü Afganistan’da bulunan, eski büyük Türk kültür beldesi Belh’tir. Mevlana’nın doğum tarihi ise (6 Rebiu’l Evvel, 604) 30 Eylül 1207’dir.

III- AİLESİ:
Asil bir aileye mensup olan Mevlana’nın annesi, Belh Emiri Rükneddin’in kızı Mümine Hatun; babaannesi, Harezmşahlar (1157 Doğu Türk Hakanlığı) hanedanından Türk prensesi, Melike-i Cihan Emetullah Sultan’dır. Babası, Sultanü’l-Ulema (Âlimlerin Sultani) unvanı ile tanınmış, Muhammed Bahaeddin Veled; büyükbabası, Ahmet Hatibi oğlu Hüseyin Hatibi’dir. Eflaki’ye göre Hüseyin Hatibi, ilmi deniz gibi engin ve geniş olan bir âlim idi. Din ilminin üstadı ve âlimlerin büyüklerinden sayılan, güzel şiirler söyleyen Nişaburlu Raziyuddin gibi bir zat da talebelerindendi. Kaynaklar ve Mevlana’nın sevgi yolunda gidenler eserinde Sultanü’l-Ulema Bahaeddin Veled’in nesebinin, anne cihetiyle on dördüncü göbekte Hz. Muhammed (s.a.v.)’in torunu Hz. Hüseyin’e; baba cihetiyle de onuncu göbekte Hz. Muhammed (s.a.v.)’in seçilmiş dört dostundan ilki Hz. Ebu Bekir Sıddîk’a ulaştığını kaydetmektedirler.2 Mevlana’nın annesi Mümine Hatun Karaman (Larende) şehrinde, babası Bahaeddin Veled ise 1231 tarihinde Konya’da vefat etmiştir.

IV- ÇOCUKLUĞU:
Mevlana Celaleddin Rumî, daha küçük yaşlardan itibaren kendisine bahşedilen istidat ve kabiliyetler dâhilinde olağan üstü haller yaşamıştır. Mevlana’nın daha çocukluk yıllarında bile diğer çocuklardan farklı meziyetlere sahip olduğunu göstermesi açısından bu hallerden birini Şeyh Bedreddin Nakkaş el-Mulavî şöyle aktarıyor:
Sultan Veled’den duyduğuma göre Aziz Bahaeddin Veled’in notları arasında kendi el yazısıyla yazılmış bir yazıya rastlanmış. Buna göre Celaleddin Rumî daha altı yaşında iken evinin damında yaşıtlarıyla oyun oynuyordu. Oyun esnasında çocuklardan biri bir damdan ötekine atlamayı teklif etmiş olmalı. Mevlana’nın şöyle dediği söylenir: ’Bu tip oyunlar kedi ve köpeklere göredir. Böyle aşağılık oynaşmalara vakit harcamak çok yazıktır. Göklere çıkıp meleklerle tanışalım.’ Ve öyle dedikten sonra küçük dostlarının önünde yok oldu. Şaşkına dönen çocuklar kıyameti koparttı ve böylece olaydan herkesin haberi oldu. Birkaç dakika sonra yeniden ortada belirdiğinde rengi atmış ve korkmuştu. Ve dedi ki : ’Sizinle konuşurken yeşil pelerin giymiş bir grup adam gökten inip beni cennete doğru çıkardılar ve oralarda gezdirdiler. Sizlerin, ben gidince kıyameti kopardığınızı duydum ve bu yaratıklar beni size geri getirdiler.’3 O yaşta dahi, tüm diğer yüce kişiler gibi, üç dört günde veya haftada bir kez yemek yediği bilinmektedir.

V- BABASI:
Bahaeddin Veled, 1150’de Belh’te doğmuş, babası ve dedesinin manevi ilimleriyle yetişmiş; ayrıca Necmeddin Kübra (?-1221)’dan da feyz almıştır. Bahaeddin Veled, bütün ilimlerde eşi olmayan, olgun mana sultanı idi. İlahi hakikatler ve Rabbani ilimlerden meydana gelen uçsuz bucaksız bir deniz gibi olan Bahaeddin Veled, Horasan diyarının en güç fetvaları halletmede tek üstadı idi ve vakıftan hiçbir şey almazdı. Devlet hazinesinden kendisine tahsis edilen maaşla geçinirdi.
Kaynakların ittifakla rivayetine göre, devrinin âlimleri ve ulu müftüleri, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in manevi işaretiyle, Bahaeddin Veled’e Sultanü’l-Ulema unvanını vermişlerdir.4 Bundan sonra da Bahaeddin Veled bu unvanla yâd edilmiştir. Bu unvanın verilişi Türklerin âdetiyle de izah edilebilir. Türklerin güzel karakterlerini gösteren birçok adetleri vardı. Türkler, yüksek kabiliyet ve fazilet sahiplerinin tanınmadan kaybolup gitmesine, unutulmasına razı olmazlardı. Onları halkın gözünde belirtmek, halkı ilim ve irfana yöneltmek için o gibi büyüklere layık oldukları birer unvan verilirdi. Bu anane, Türklerin ilme, fazilete karşı saygı duygularını gösteren parlak bir delildir. Hatta anane gereğince imzaların üstünde bu unvanları kullanmaya mecburdurlar. Onlar kazandıkları bu unvanları kendileri için manevi bir rütbe sayarlar, nefisleri için bundan asla gurur duymazlardı.
Âlimler gibi giyinen Bahaeddin Veled, âdeti üzere, sabah namazından sonra, halka ders okutur; öğle namazından sonra dostlarına sohbette bulunur; Pazartesi günleri de bütün halka vaaz ederdi. Vaazı esnasında umumiyetle, Yunan filozoflarının fikirlerini benimseyenlerin görüşlerini reddeder ve ’Semavi (Allah’tan olan, ilahi) kitaplarını arkalarına atıp, filozofların silik sözlerini önlerine alıp itibar edenlerin nasıl kurtulma ümidi olur. Muhammed (s.a.v.)’in yürüyüşünden daha iyi yürüyüş; yolundan daha doğru yol görmedim.’ derdi.
Mevlana’nın babası Bahaeddin Veled’in Belh’ten göç etmesine sebep olarak, Moğol istilası gösterilmektedir. O dönem Anadolu topraklarında hâkimiyeti olan Selçuklu Devleti, 1200’lü yıllarda çeşitli beylikler halinde hayatını devam ettirmekte idi. Bilhassa Moğol akınlarının meydana getirdiği huzursuzluk, tanınmış sufilerin Anadolu’ya hicret etmesine sebep olmuş ve bu yüz yıl içerisinde Anadolu’da tasavvuf cereyanlarının çok gelişip güçlendiği görülmüştür. Özellikle Alaaddin Keykubat zamanında Şeyh Şihabeddin Sühreverdi’nin Konya’ya gönderilmesi dikkat çekicidir. 5
Sultanü’l-Ulema, aile ve dostlarıyla, Belh şehrini 1212-1213 tarihleri arasında terk ederken hacca gitmeye niyet etmişti. Nisabur’a uğradı. Göç kervanıyla Bağdat’a yaklaştığında, kendisine hangi kavimden olduklarını ve nereden gelip nereye gittiklerini soran muhafızlara Sultanü’l-Ulema Şeyh Bahaeddin Veled şu manidar cevabı verir. ’Allah’tan geldik, Allah’a gidiyoruz. Allah’tan başka kimsede kuvvet ve kudret yoktur.’ Bu söz, şeyh Şehabeddin Sühreverdi (1145-1235)’ye ulaştığında: ’Bu sözü Belh’li Bahaeddin Veled’den başkası söyleyemez.’ dedi. Samimiyetle ve muhabbetle karşılamaya koştu. Birbirleriyle karşılaşınca şeyh Sühreverdi, katırından inip nezaketle Bahaeddin Veled’in dizini öptü, gönülden hürmetlerini sundu. Bahaeddin Veled, Bağdat’ta üç günden fazla kalmadı ve Kufe yolundan Kâbe’ye hareket etti. Hac farizasını yerine getirdikten sonra, dönüşte Şam’a uğradı.6 Bahaeddin Veled, yanında biricik oğlu Mevlana olduğu halde, göç kervanıyla Şam’dan Malatya’ya, oradan Erzincan’a oradan Karaman’a uğradılar.7 Karaman’da bir müddet kaldıktan sonra, nihayet Konya’yı seçip oraya yerleştiler.

VI- ŞEMAİLİ:
Mevlana’nın şemaili konusunda günümüzde O’na nispet edilen pek çok resim ve figürler vardır. Fakat bunların Mevlana’ya ait olup olmadığı konusunda tereddütler yaşanmaktadır. Sebebi ise şöyle açıklanabilir: Her asırda olduğu gibi Mevlana’nın yaşadığı asırda da birçok ressamlar vardı. O dönemde kendi muasırlarından Aynuddevle-i Rumî’yi buluyoruz. Menakıbu’l-Ârifîn’e göre Aynuddevle, Mevlana’nın bir kâğıt üzerine gayet güzel resmini yapmak istiyor. Mevlana da eğer kadirse resmimi yapsın diyor. Aynuddevle, eline kâğıdı alıyor. Mevlana ayaktadır. Nakkaş bakarak latif bir surette resmini yapıyor. Lakin onu benzetemiyor. Bir kâğıt daha isteyerek tekrar resmini yapıyor. Yine başka bir şekilde görüyor. Her sefer ayrı bir halde olunca yirmi defa yapıyor, hiçbiri diğerine ve aslına benzemiyor. Ressam kendinden geçerek kalemlerini kırıyor.

VII- TAHSİLİ, HOCALARI ve TASAVVUFA KABİLİYETİ:
Mevlana’nın ilk hocası, babası Sultanü’l-Ulema Bahaeddin Veled’dir. 24 yaşına kadar olan tahsilinin büyük bir bölümünü babasından almıştır. 12 Ocak 1231’de babasının ölümü üzerine, tasavvuf eğitimini yönelen Mevlana, bu eğitimini yedi yıl kadar Seyyid Burhanettin Tirmizi (638/1240)’nin yanında sürdürdü.8 Mevlânâ, bir süre sonra yüksek ilimlerde daha çok derinleşmek için, Seyyid Burhanettin’in izniyle Halep’e gitti. Halaviyye Medresesi’nde, fıkıh, tefsir ve usul ilimlerinde üstün bir âlim olan Adîm oğlu Kemâleddin’den ders aldı.9 Mevlânâ, Halep’teki tahsilini bitirdikten sonra Şam’a geçti. Burada, ilmî incelemeler yapmak için dört yıl kaldı. Bu zaman zarfında Şam’daki âlimlerle tanışıp, onlarla sohbet etti.
Mevlana babasından fen ve din ilimleri, Tirmizi’den de tasavvuf ilmini öğrendi. Onun hayatında dönüm noktası olan diğer bir âlimse Şemsi Tebrizî’dir. Eflakî’ye göre Mevlânâ, Şam’da Şemseddin-i Tebrîzî ile de görüşmüştür. Fakat bu görüşme kısa bir andır ve şöyle cereyan etmiştir: Şemseddin-i Tebrîzî, bir gün halkın arasında Mevlânâ’nın elini yakalayıp öper ve ona: ’Dünyanın sarrafı beni anla.’ diye hitap eder ve kaybolur. İşte bu sohbet veya bir anlık görüşme tarihinden takriben sekiz sene sonra Şems, Konya’ya gelecek ve Mevlânâ ile içli dışlı sohbet edecektir.10
Aslında Şems, kendisini ruhen tatmin edecek seviyede bir Hak dostu bulamayan ve hep kendi mertebesinde bir sohbet arkadaşı arayan bir kâmil velidir. Arifler, mana âlemindeki uçuşundan kinaye olarak Şems’e, Şems-i Perende (Uçan Güneş) adını vermişlerdir. Yana yakıla, kendisine muhatap olabilecek, sohbetine dayanabilecek bir dost arayan Şems’in bir gece kararı elden gitti, heyecan içinde idi. Allah’ın tecellilerine gömülüp mest olmuş bir halde münacatında: ’Ey Allah’ım! Örtülü olan sevgililerinden birini bana göstermeni istiyorum.’ diye yalvardı. İstediğinin Anadolu ülkesinde bulunan Belh’li Sultânü’l-Ulemâ’nın oğlu Muhammed Celaleddin olduğu ilham edildi. Bu ilham ile Şems, 29 Kasım 1244 yılı Cumartesi sabahı Konya’ya geldiğinde Şems altmış, Mevlânâ ise otuz sekiz yaşında idi.
Mevlana’nın eğitim almasa da görüştüğü hocalar veya tasavvuf büyükleri de olmuştur. Bunlar ise daha çok babası ile yaptığı hac yolculuğunda karşılaştığı kimselerdir. Hac için Belh’i terk ettikten sonra Bağdat’a doğru yola çıkan Bahaeddin Veled ve oğlu Celaleddin, Nisabur’a vardığında ziyaretine gelen Şeyh Feridüddin Attar (1119-1221,1230) ve Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbnü’l Arabî (1165-1240) ile görüşüp sohbet ederler.
Yedi yıl süren Halep ve Şam seyahatinden sonra Konya’ya dönen Mevlânâ, Seyyid Burhanettin’in arzusu ve ’hal ehli ol’ tavsiyesi üzerine birbiri arkasına candan istekle ve samimiyetle üç çile çıkardı. Yani üç defa kırkar gün (yüz yirmi gün) az yemek, az içmek, az uyumak ve vaktinin tamamını ibadetle geçirmek suretiyle nefsini arıttı. Üçüncü çilenin sonunda Seyyid Burhanettin, Mevlanâ’yı kucaklayıp öptü; takdir ve tebrikle: ’Bütün ilimlerde eşi benzeri olmayan bir insan; nebilerin ve velilerin parmakla gösterdiği bir kişi olmuşsun... Bismillah de yürü, insanların ruhunu taze bir hayat ve ölçülemeyecek bir rahmete boğ; bu suret âleminin ölülerini kendi mana ve aşkınla dirilt.’ dedi ve onu irşat ile görevlendirdi. Seyyid Burhanettin, daha sonra Mevlânâ’dan izin alıp Kayseri’ye gitmiş ve orada ebedî âleme göçmüştür (1241-1242). Türbesi Kayseri’dedir.
Mevlânâ, Seyyid Burhânettin’in Konya’dan ayrılışından sonra, irşat (Allah yolunu gösterme) ve tedris (öğretim) makamına geçti. Babasının ve dedelerinin usullerine uyarak beş yıl bu vazifeyi başarı ile yaptı. Rivayete göre dinî ilimleri tahsil eden dört yüz talebesi ve on binden çok müridi vardı.

VIII- ÇOCUKLARI ve NESLİ:
Mevlana, daha 18 yaşında iken Karaman’da babası tarafından Semerkant’lı Hace Şerafettin’in kızı Gevher Hatun’la evlendirildi ve bu evlilikten iki erkek evladı oldu.11 Bunlardan ilk oğlu Sultan Veled, ikinci oğlu ise Alâeddin’dir. Ancak Alâeddin, daha Mevlana hayatta iken 1262 yılında vefat etti. Mevlana, Gevher Hatun’un vefatından sonra Konya’da Kerra Hatun’la evlendi. Bu evlilikten ise Muzafferüddin Âlim Çelebi ile Melike Hatun dünyaya geldi.

IX- SİLSİLESİ:
Mevleviyye tarikatında silsile Hz. Ali b. Ebi Talib (r.a.) vasıtasıyla Peygamber (s.a.v.)’e ulaşır. Haririzade Muhammed Kemaleddin eserinde12 bu silsilenin ikinci yolunu aşağıda geldiği şekliyle sıralamaktadır:
1. Yol:
Ahmed Mahmud Muhammed Mustafa (s.a.v.)
Ali b. Ebî Talib
Hasan b. Ali
Hüseyin b. Ali
Ali Zeyn el-Âbidîn
Muhammed el-Bakır
Câʿfer es-Sadık
Musa el-Kâzım
Ali er-Rıza
Maruf-u Kerhî
Serî-i Sekatî
Cüneyd-i Bağdadî
Ebû Osman Mağribî
Ebû Ali Rubarî
Ebû Ali Kâtib
Şeyh Ebû’l Kâsım Gurgânî
Ebû’l Necip Abdulkahhar Sühreverdî
Bitlisli Ammar-ı Yâsir
Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ
Sultan’ûl Ulemâ Muhammed Bâhâeddîn Veled
Seyyid Burhâneddîn Muhakkık-ı Tirmizî
Şems-î Tebrizî
Celâleddîn Rûmî
Sultan Veled

2. Yol:
Ahmed Mahmud Muhammed Mustafa (s.a.v.)
Ali b. Ebî Talib
Hasan-ı Basri
Habib-i Acemî
Davud-u Taî
Maruf-u Kerhî
Serî-i Sekatî
Cüneyd-i Bağdadî
Ebû Bekr-i Şiblî
Muhammed Zeccac
Ebû Bekir Nessac
Ahmed Gazalî
Ahmed Hatibî
Şemsü’l-Eimme Serahsî
Sultanu’l-Ulemâ Muhammed Bâhâeddîn Veled
Seyyid Burhâneddîn Muhakkık-ı Tirmizî
Şems-i Tebrizî
Celâleddîn Rûmî
Sultan Veled

X- TASAVVUF ANLAYIŞI:
Mevlana Celaleddin Rumî, babası Bahaeddin Veled gibi Kübrevî tarikatına mensuptur. Tarikat çeşitleri itibariyle de aşk ve cezbe ağırlıklı olan tarikat grubu tarik-i şuttara dâhil edilir. Bunu şöyle açıklayabiliriz:
Mevlânâ, Şems ile Konya’da buluştuğu zaman tamamıyla kemâle ermiş bir şahsiyetti. Şems, Mevlânâ’ya ayna oldu. Mevlânâ, Şems’in aynasında gördüğü eşsiz güzelliğe âşık oldu. Diğer bir ifadeyle Mevlânâ, gönlündeki Allah aşkını Şems aynasında gördü. Mevlânâ’nın Şems’e karşı olan sevgisi, Allah’a olan aşkının miyarıdır (ölçüsüdür). Çünkü Mevlânâ, Şems’te Hak cemalinin parlak tecellilerini görüyordu. Mevlânâ açılmak üzere bir güldü. Şems ona bir nesim (hafif, hoşa giden rüzgâr) oldu. Mevlânâ bir aşk şarabı idi, Şems ona bir kadeh oldu. Mevlânâ zaten büyüktü, Şems onda bir gidiş, bir neşve (sevinç) değişikliği yaptı. Şems ile Mevlânâ üzerine söz tükenmez. Son söz olarak şöyle söyleyebiliriz: ’Şems, Mevlânâ’yı ateşledi; ama karşısında öyle bir volkan tutuştu ki, alevleri içinde kendi de yandı.’ Mevlana, çıkan dedikodular neticesinde Şems’in dönmemek üzere gidişinden sonra dostluğunu önce Selahattin Zerkubi, sonra da Hüsamettin Çelebi ile sürdürmüştür.13
Mevlana’nın tasavvuf anlayışı Kur’an ve Sünnet çizgisindedir. ’Can bedende olduğu müddetçe Kur’an’ın hizmetçisiyim’ demiştir. Yine ’Ben Allah’ın seçkin kulu Muhammed Mustafa (s.a.v.)’nın ayağının tozu toprağıyım. Kim bundan başkasını naklederse ondan da naklettiğinden de üzülür incinirim’ der.
Moğol istilasının olduğu ve birlik ve dirliğin sarsıldığı bir dönemde yaşayan Mevlana, halka seslenmiş, sevgi, saygı ve birlikten bahsetmiştir. Medrese kökenli olması hasebiyle Mesnevi’sinde hikâye ve uzun anlatımlara yer vermiştir. Ağır konular basit ve etkili kıssalarla kolayca anlatılmıştır.
’Biz lanetlileri rahmetli kılmak için geldik’ der. Ona göre din, evvel emirde inanmayanı kurtarmak içindir. Mesnevi’yi birlik dükkânı olarak görür. Şekle önem vermez. Şekle önem vermeyi ikilik olarak anlar. ’İki göz vardır ama görünen bir görünür. İkilik çatışma ve aldanıştır’ demiştir.
Mevlana’da aşk unsuru oldukça önemlidir. Sevgiliye aşkla gidilir. Akıl bunda yaya kalır. Aşk, zehri bal yapar. Tek çare aşktır, sırların kaynağıdır ve Hakk’a götürür. Tasavvufta Hakk’a vuslat önemli bir yer tutar.
Sülukün anlamı; kendine gelmek ve kendini bulmak, aykırılıklara uymamaktır. Şehvet varken de gerçeğe ulaşmak imkânsızdır.
Mevleviyye yolunda zikir, fikri harekete geçiren bir unsur olarak anlaşılmaktadır. Asıl cezbe aşktır. Hakiki zikir için hırstan kurtulmak gerekir. Hırstan kurtulmak ise aşk ile olur. Kim daha uyanıksa daha dertlidir. Kim dertli ise koku alan odur. Dert, çile ve gözyaşı zikrin hakikati için önem arz eder. ’İnleyen dolap gibi gözünden yaş saç ki; yeşillikler bitsin.’ ’Hz. Âdem yeryüzüne ağlamak, hüzünlenmek için gelmiştir. Çünkü bir ayrılık vardır.’ der.
Mevlevîlikte aşk ile dert ve çilenin önemli bir yeri vardır. Aşk dava, dert tanıktır. Tanığın yoksa aşk davası kaybedilir. Çile çekmek, Mevlevîlikte başlı başına bir terbiye metodudur. 1001 gün sürer. Salik, bu sürede dergâhtan ayrılamaz. Bu kişiye çilekeş, bitirene ise çile çıkarmış denir. Bunlar dergâhta her işi yapmak durumundadırlar.

XI- TARİKATTAKİ MERTEBESİ:
Mevlana’nın tasavvuftaki mertebesi, bazı mutasavvıfların ifadelerinden ancak anlaşılabilmektedir. Örneğin babası Sultanü’l-Ulema ile yaptığı hac ziyareti dönüşü sohbet ettiği Şeyh Feridüddin Attar, Mevlana’nın nasiyesindeki (alnındaki) kemali görür ve ona ’Esrar-Name’ adlı eserini hediye eder ve babasına da ’Çok geçmeyecek ki, bu senin oğlun âlemin yüreği yanıklarının yüreklerine ateşler salacaktır.’ der. Şam’a uğradıklarında orada Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbnü’l Arabi (1165-1240) ile görüşürler. Şeyh-i Ekber, Sultanü’l-Ulama’nın arkasında yürüyen Celaleddin’e bakarak: ’Subhanallah! Bir okyanus bir denizin arkasında gidiyor!’ demiştir.

XII- TARİKATA GİRİŞ:

Zikir Telkini:
Şeyhin önünde diz çöken derviş önce tevbe eder. Biat eder ve söz verir. Yüksek sesle üç defa kelime-i tevhit söylenir, ism-i Celal telkin edilir ve kaşlarından üç tel alınır. Bu masivadan kopuşunu, dünyadan gönül bağının kesildiğini temsil eder. Sonra şeyh, ellerini kaldırır ve mürit için dua eder.
Tarikata giren müridin ilk görevi mürşidinde fena olmaktır. Müridi kendi varlığını öyle mahvetmeli ki, kendine baktığı zaman bile mürşidini görmeli ve kendini mürşidinde aramalıdır (fena fi’ş-şeyh). Bunun yolu ise müridin kendi iradesinden ve tasarrufundan tamamen sıyrılmasından geçer. Mürit, şeyhinin hükmünü tereddüt etmeden kabul etmeli, ona itaati Allah ve Rasûlü’ne itaat, muhalefeti ise Allah ve Rasûlü’ne muhalefet bilmelidir. Aksi halde feyiz gerçekleşmez.14

Taç ve Hırka giyme:
Mürit önce başını açar, şeyhinin huzurunda dizleri üzerine çöker. Başını eğerek şeyhinin dizleri üzerine koyar. Bu sırada Mevlevî şeyhlerinin silsilesi okunur. Sonra Allah Teâlâ’nın onu, fakr tarikatında muvaffak kılması ve başına manevi taç ihsan etmesi niyaz edilir. Zira taç ve hırka giymenin asıl maksadı, müridin bütün beşeri sıfatlardan yüz çevirmesi, güzel ahlak ile süslenmesi içindir.
Hırka merasiminde mürit ayakta dikilir. Yine silsile okunur. Şeyh Fatiha suresini okur ve dua eder. Hırka müride ayakta giydirilir. Bu merasimden sonra mürit, şeyhinin ve orada bulunan büyüklerin ellerini öper.15

XIII- TARİKATIN USUL VE ERKÂNI, KAVRAMLAR:
Mevlana Celaleddin Rumî tarafından kurulan, oğlu Sultan Veled tarafından tanzim edilen bir tarikattır. Şems-i Tebrizî Mevlana’nın hayatında bir dönüm noktasıdır. Şems, Mevlana’yı kitapların dışındaki sırlara ermek yolunda, ileri bir iman ve heyecan âlemine götürür. Ona sema zevkini tattırır. Onu ney’in büyülü dünyasına sokar.
Tarikatın zaman içerisinde birçok âdâb ve erkânı oluşmuştur. İncelik ve zarafete oldukça önem verilir. Genelde aydın kesimlerde ve şehirlerde yayılmış bir tarikattır. İki meşrebi vardır:
Veledî meşreb: Kübreviyye yolundaki zahitliğin ağır bastığı meşreptir.
Şemsî meşreb: Cezbe aşkı ön plana çıkaran meşreptir.
Mevleviyye yolunda kullanılan bazı kavram ve tanımları şöyledir:
Çelebi: Tarikatın başına denir. Mevlana’nın torunlarından seçilir. Konya’da Mevlana’nın türbesi olan dergâhta otururdu.16
Şeyh: Mevlevîhane’nin başına şeyh denirdi. Şeyh, dedeler arasından seçilir, yalnız şeyhliği Çelebi’nin tasdik etmesi gerekirdi.
Halvet/Çile: Az yeme, az uyma ve az konuşma şeklinde 1001 gün süre ile ibadetle meşgul olma, arınma ameliyesidir. Çile esnasında hizmette bulunanlara çilekeş, çilesini tamamlayanlara çile çıkarmış, çilesini tamamlamadan yarıda bırakanlara çile kırgını denir.
Dede: 1001 günlük çilesini tamamlayan dervişe verilen unvandır.
Sema: Mevlevî dervişlerinin ney, nısfiye gibi çalgılar eşliğinde, kollarını iki yana açıp, sağ avucunu gökyüzüne, sol avucunu yeryüzüne döndürerek bir anlamda Hak’tan alıp halka dağıtarak sağdan sola doğru dairesel bir şekilde yaptıkları ayin.
Semazen: Sema yapan kimsedir.
Ayin: Mevlevî dervişlerinin katıldığı müzikli raks törenidir. Aynı zamanda tören esnasında okunan şiirlere de ayin denirdi. Ayinde, ’Mutrip’ denilen saz heyetiyle ’Ayinhan’ denilen okuyucular bir ’Ayin-i Şerif’ çalıp okurlar. Dervişler de bu nağmeye uyarak, ’Sema’ raksı yaparlar, kendilerinden geçercesine dönerler.
Mukabele: Karşılaşmak manasınadır. Mevlevîlerde tarikat ayini icra etme anlamına kullanılmıştır. Mevlevîlikte dervişlerin ayin öncesi halka halinde birbirlerine karşı oturma âdetini ifade eder.
Ney: Türk müziğinde ve özellikle tasavvuf müziğinde yer alan kaval biçiminde, yanık sesli, kamıştan bir üfleme çalgısıdır.
Nısfiye: Bir çeşit kısa ney.
Âsitâne: Çile çıkarılan, tekke ve zaviyelerden daha büyük Mevlevî dergâhlarıdır. Mevlevîhane de denir. Büyük olmasının sebebi sema ayininin rahat yapılabilmesi içindir.

XIV- TARİKAT ZİKRİ ve SEMÂ:
Toplu zikre sema denir. Sema, mutlak güzelliğe açık olan insanın ses, söz ve hareketle kendinden geçmesi ve yücelmesidir. İsrâ suresi 44. ayet-i kerimede: ’Yerde ve yedi kat gökte ne varsa Allah’ı tesbih eder…’ buyrulmaktadır. İşte sema da insanın bu hareketliliğe bilinçli olarak katılmasıdır. Bu hareket daireseldir ve sünnetullaha uygundur. Bu dönüş hareketini sünnetullaha uygun olarak zikir maksadıyla yapan kimselere ise semazen denilir. Sema, hizmet ve saygı ifade eden bir şekilde yapılır. Burada bir aktarım söz konusudur. Temsilen sağ el ile alınan, sol el ile dağıtılır. Başın eğilmesi ise hürmet ifade eder. Ferdi olarak semahane dışında yapılan sema’a sema-i râhi denilir. Mevlana’nın çekiç sesleriyle sema’a başladığı ve sema’a düşkün olduğu bilinmektedir.
Kaynakların ekserisi Mevlana’nın, Şems-i Tebrizî ile buluşmasından sonra onun teşviki ile sema’a başladığını naklediyor. Şems’in kendisine: ’Sema buyurunuz. Talep ve arzu ettiğiniz şeyi sema’da bulursunuz. Sema’nın halka haram olması, hevayı nefs ile meşgul olmasındandır’ dediği rivayet edilir.17 Mevlana bu konuşmadan sonra sema’a başlamış ve ömrünün sonun kadar sema yapmıştır.
Buna rağmen Mevlana’nın sema’a başlaması Selahattin Zerkubi (kuyumcu) dönemindedir denilmiştir. Şeyh Selâhaddin’in Mevlânâ ile tanışması ise ta Seyyid Burhanettin’in manevî terbiyesi altına girdiği tarihte başlar. Fakat bütün sevgilerden tamamen vazgeçip Mevlânâ’ya manen bağlanmasına ve vakitlerini onun sohbetlerine hasretmesine sebep şu hâdisedir: Mevlânâ bir gün Şeyh Selâhaddin’in kuyumcular çarşısındaki dükkânının önünden geçmektedir. İçerde varak yapmak için çekiçle altın dövmekte olan kuyumcu Şeyh Selâhaddin ve çıraklarının çekiç darbelerinden çıkan sesleri duyan Mevlânâ, o hoş seslerin ahengi ile cezbelenir (Allah tarafından manen çekilerek iradesi elden gider) ve vecd ile (kendinden geçip ilâhî aşka dalarak) sema etmeye başlar. Dışarıda Mevlânâ’nın sema ettiğini gören Şeyh Selâhaddin onun, çekiç darbelerinin ahengine, ritmine uyarak sema ettiğini anlayınca, altınının zayi olmasını düşünmez ve çıraklarına, çekiç darbelerine devam etmelerini emrederek kendisi de dışarı fırlar ve Mevlânâ’nın ayaklarına kapanır.
Mevlana’ya göre süluk, kendine gelmek, kendini bulmaktır. İnsan sülukünde gerçeğe ulaşmak için tabiatına aykırı şeylere tevessül etmemelidir. Zira şehvet varken nefse hâkim olmak bir fazilettir. O, gerçeğe ulaşmak için zikir, sema ve halveti de esas kabul etmez. Addan ve harften geçmekle ad sahibini bulmanın mümkün olacağını söyler. Bunun için de varlıktan arınmak lazımdır. Mevlana’ya göre zikir, sadece fikri harekete geçirir. Fakat işin aslı cezbedir.18
Mevlevî dergâhları Mesnevi okunan, zikir ve sema yapılan eğitim merkezleri olduğu kadar, musiki ve hüsnü hat gibi güzel sanatların da meşk edildiği mahallerdir. Mevlevî ayin ve semaında ney ve kudüm gibi musiki aletlerine yer verilmiştir. Mevlana’nın Mesnevi’nin ilk on sekiz beytinde insanı kâmilden kinaye olarak anlattığı ’ney’ Mevlevîlikte ayrı bir önem kazanmıştır.

XV- TARİKATIN TEMEL ÖZELLİKLERİ:
1- Kur’an ve Sünnet’e kesin ittiba.
2- Şeyhe teslimiyet, onun talimat ve telkinlerine riayet etmek.
3- Edebe riayet etmek son derece önemlidir.
4- Masivaya gönül vermemek.
5- Gönlü aşk ve vecd ile doldurmak. Sema’a önem vermek.
6- Nefsi riyazât ve mücâhede ile öldürmek. Çile eğitimine önem vermek.
7- İnsana saygı, hizmet konusunda titiz davranmak.
8- Tüm yaratılmışlara şefkat ve merhamet göstermek.

XVI- TESİRLERİ:
Mevlana ve Mevlevîliğin kültür tarihimizde önemli bir yeri vardır. Özellikle iyi eğitim görmüş yabancıların bu yola ihtida ettikleri sıkça görülmektedir. Mevlana, geniş ufku ve kucaklayıcı düşünce tarzı ile her devirde ilgi uyandırdığından, tekkelerin 1925 yılında kapatılmasından kısa bir süre sonra Mevlana Türbesi müze olarak ziyarete açılmış, sema gösterilerine de müsamaha ile yaklaşılmış, izin verilmiştir.
Mevlevîlik, diğer tarikatlardan farklı olarak şubesi olmayan bir tarikattır. Fazla dergâh açmaya yönelmemişlerdir.19

XVII- ESERLERİ:
MESNEVİ
Mesnevî, klâsik doğu edebiyatında, bir şiir tarzının adıdır. Sözlük anlamıyla ’İkişer, ikişerli’ demektir. Edebiyatta aynı vezinde ve her beyti kendi arasında ayrı ayrı kafiyeli nazım şekillerine ’Mesnevî’ adı verilmiştir.
Her beytin aynı vezinde fakat ayrı ayrı kafiyeli olması nedeniyle Mesnevî’de büyük bir yazma kolaylığı vardır. Bu nedenle uzun sürecek konular veya hikâyeler şiir yoluyla söylenilecekse, kafiye kolaylığı nedeniyle mesnevî tarzı seçilir. Bu suretle şiir, beyit beyit sürüp gider.
Mesnevî her ne kadar klâsik doğu şiirinin bir şiir tarzı ise de Mesnevî denildiği zaman akla Mevlâna’nın Mesnevî’si gelir. Pek çok dile tercüme edilmiş, ayrıca şerhleri yapılmıştır.20 Aslı Farsçadır. Bunu iki sebebi vardır. Birincisi dönemin dilinin Farsça olması, diğeri ise tasavvuf diline en uygun dillerden biri olmasıdır. Şiirlerini Türkçe yazamaması, o dönem Anadolu’sunda Türkçede şiir dilinin istenilen düzeyde olmaması olarak gösterilir. Mevlâna, Mesnevî’yi Çelebi Hüsameddin’in isteği üzerine yazmıştır. Kâtibi Hüsameddin Çelebi’nin söylediğine göre Mevlanâ, Mesnevî beyitlerini Meram’da gezerken, otururken, yürürken hatta sema ederken söyler, Çelebi Hüsameddin de yazardı.
Mesnevî’nin dili Farsçadır. Halen Mevlâna Müzesi’nde teşhirde 1278 tarihli, elde bulunan en eski Mesnevî nüshasına göre, beyit sayısı 25618’dir.
Mesnevî’nin vezni: Fâ i lâ tün- Fâ i lâ tün - Fâ i lün’dür.
Mevlâna 6 büyük cilt olan Mesnevî’sinde, tasavvufî fikir ve düşüncelerini, birbirine ulanmış hikâyeler halinde anlatmaktadır.
DÎVÂN-I KEBÎR:
Dîvân, şairlerin şiirlerini topladıkları deftere denir. Dîvân-ı Kebîr ’Büyük Defter’ veya ’Büyük Dîvân’ manasına gelir. Mevlâna’nın çeşitli konularda söylediği şiirlerin tamamı bu divandadır. Rubailerden oluşan Dîvân-ı Kebîr’in dili de Farsça olmakla beraber, Dîvân-ı Kebîr içinde az sayıda Arapça, Türkçe ve Rumca şiir de yar almaktadır. Dîvân-ı Kebîr 21 küçük dîvân (Bahir) ile Rubâî Dîvânı’nın bir araya getirilmesiyle oluşmuştur. Dîvân-ı Kebîr’in beyit adedi 40.000’i aşmaktadır. Mevlâna, Dîvân-ı Kebîr’deki bazı şiirlerini Şems Mahlası ile yazdığı için bu dîvâna, Dîvân-ı Şems de denilmektedir. Dîvânda yer alan şiirler vezin ve kafiyeler göz önüne alınarak düzenlenmiştir.
MEKTUBAT:
Mevlâna’nın başta Selçuklu Hükümdarlarına ve devrin ileri gelenlerine nasihat için, kendisinden sorulan ve halli istenilen dini ve ilmi konularda açıklayıcı bilgiler vermek için yazdığı 147 adet mektuptur. Mevlana’nın sosyal yönünü anlatır. Mevlâna bu mektuplarında, edebî mektup yazma kaidelerine uymamış, aynen konuştuğu gibi yazmıştır. Mektuplarında kulunuz, bendeniz gibi kelimelere hiç yer vermemiştir. Hitaplarında mevki ve memuriyet adları müstesna, mektup yazdığı kişinin aklına, inancına ve yaptığı iyi işlere göre kendisine hangi hitap tarzı yakışıyorsa o sözlerle ve o vasıflarla hitap etmiştir.
FÎHİ MÂ FÎH:
Fîhi Mâ Fîh ’Onun içindeki içindedir’ manasına gelmektedir. Bu eser Mevlâna’nın çeşitli meclislerde yaptığı sohbetlerin, oğlu Sultan Veled tarafından toplanması ile meydana gelmiştir. 61 bölümden oluşmaktadır. Bu bölümlerden bir kısmı, Selçuklu Veziri Süleyman Pervane’ye hitaben kaleme alınmıştır. Eserde bazı siyasi olaylara da temas edilmesi yönünden, bu eser aynı zamanda tarihi bir kaynak olarak da kabul edilmektedir. Eserde cennet ve cehennem, dünya ve ahiret, mürşit ve mürit, aşk ve sema gibi konular işlenmiştir.
MECÂLİS-İ SEB’A:
Yedi Meclis. Adından da anlaşılacağı üzere Mevlâna’nın yedi meclisinin, yedi vaazının not edilmesinden meydana gelmiştir. Mevlâna’nın vaazları, Çelebi Hüsameddin veya oğlu Sultan Veled tarafından not edilmiş, ancak özüne dokunulmamak kaydı ile eklentiler yapılmıştır. Eserin düzenlemesi yapıldıktan sonra Mevlâna’nın tashihinden geçmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Şiiri, amaç değil fikirlerini söylemede bir araç olarak kabul eder. Mevlâna’nın, yedi meclisinde şerh ettiği hadislerin konuları bakımından tasnifi şöyledir:
1. Doğru yoldan ayrılmış toplumların hangi yolla kurtulacağı.
2. Suçtan kurtuluş. Akıl yolu ile gafletten uyanış.
3. İnançtaki kudret.
4. Tövbe edip doğru yolu bulanlar Allah’ın sevgili kulları olurlar.
5. Bilginin değeri.
6. Gaflete dalış.
7. Aklın önemi.
Bu yedi mecliste, asıl şerh edilen hadislerle beraber, 41 hadis daha geçmektedir. Mevlâna tarafından seçilen her hadis içtimaidir. Mevlâna yedi meclisinde her bölüme hamd ü sena ve münacat ile başlamakta, açıklanacak konuları ve tasavvufî görüşlerini hikâye ve şiirlerle cazip hale getirmektedir. Bu yol Mesnevî’nin yazılışında da aynen kullanılmıştır.

XVIII- VEFATI VE TÜRBESİ:
Mevlana, 17 Aralık 1273 tarihinde 66 yaşındayken Konya’da rahmet-i Rahman’a kavuştu. Hastalığı, yüksek ateş yapan bir karaciğer rahatsızlığı olarak bilinmektedir.21 Cenazesinde, bütün Konyalılarla birlikte Hıristiyanlar ve Yahudiler de vardı. Türbesini Selçuklu veziri Alemettin Kaysar yaptırdı. Mevlana’nın ölüm anına, Şeb-i arus (Düğün gecesi) denir. Bu gece, Mevlana tarafından aşığın maşuka (Allah’a) kavuştuğu gece olarak değerlendirilir.

XIX- BAZI SÖZLERİ:
Mevlana’nın yedi öğüdü:
1. Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol.
2. Şefkat ve merhamette güneş gibi ol.
3. Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol.
4. Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol.
5. Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol.
6. Hoşgörülülükte deniz gibi ol.
7. YA OLDUĞUN GİBİ GÖRÜN, YA GÖRÜNDÜĞÜN GİBİ OL.

Mevlana’dan birkaç söz:

Gel, gel, ne olursan ol yine gel.
İster kâfir, ister Mecusi,
İster puta tapan ol yine gel,
Bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir.
Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel.

Ben yaşadıkça Kur’ân’ın bendesiyim.
Ben Hz. Muhammed’in ayağının tozuyum
Biri benden bundan başkasını naklederse
Ondan da bizarım, o sözden de bizarım, şikâyetçiyim...

Güneş olmak ve altın ışıklar halinde
Ummanlara ve çöllere saçılmak isterdim
Gece esen ve suçsuzların ahına karışan
Yüz rüzgârı olmak isterdim...

- Hayatı sen aldıktan sonra ölmek, şeker gibi tatlı şeydir. Seninle olduktan sonra ölüm, tatlı candan daha tatlıdır.
- Bizi bilen bilir, bilmeyen de kendi gibi bilir.
- Aklın varsa bir başka akılla dost ol da, işlerini danışarak yap.
- Karıncaların sesini duyan Rabbim, elbette gönüllerin feryadını da duyar.
- İnsanın ham maddesi topraktır, ama fazla sulandı mı çamurlaşır!
- Herkesin bir derdi var; her derdin bir acısı. Acılarım katlanılmaz değil ama bir de tuz basanı var.
- Güzel günler sana gelmez, sen onlara yürüyeceksin.
- Candan ümidi kesebiliriz belki ama can dostlarıyla irtibatı kesmek güçtür.
- Uğruna fedakârlık yapmadığın sevgiyi, yüreğinde taşıyıp da kendine yük etme.
- Bu dünyada neyi çok istersen, o senin imtihanındır.
- İnsanlarda güzel olan yüzdür, yüzde güzel olan gözdür. Ama insanı insan yapan aslında ağızdan çıkan sözdür!
- Aşk davaya benzer, cefa çekmek de şahide. Şahidin yoksa davayı kazanamazsın ki!
- Gönül ne tarafı işaret ederse, beş duyu da eteklerini toplayıp o tarafa gider.
- Odun yanınca kül olur, insan yanınca kul olur.
- Yılan insanın sadece canını alır. Kötü arkadaş cehenneme sürer de ebedi hayatını mahveder.
- Yorulacaksan, zorlanacaksan, şikâyetçi olacaksan, keşkelere sığınacaksan, söze ama diye başlayacaksan; girme aşk yoluna.
- Gönüllere vurulan kilitlerin açılması için belalara sabretmek gerek!
- Beni bir ben bilirim, bir de Yaradan. Bana bir ben lazımım, bir de anlayan.
- Aşk; sandığın kadar değil, yandığın kadardır.
- Üzülme! Çünkü Yaradan umudu en çaresiz anlarda yollar. Unutma, yağmurun en şiddetlisi en kara bulutlardan çıkar.
- Hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Bugün hayat veren su, yarın sizi boğabilir.
- Gözyaşının bile görevi varmış; ardından gelecek gülümseme için temizlik yaparmış.
- Allah’ın verdiği de, vermediği de imtihandır.
- İnsana aradığı şeye bakarak değer biçilir.
- Eğri olsam yay gibi duvara asarlar beni. Doğru olsam ok gibi yabana atarlar beni.
- Sevdik sustuk. Yandık sustuk. Üzüldük sustuk. Yalnız kaldık yine sustuk. Tek bir şey konuşturdu bizi. O’na (c.c.) sığındık.
- Öğüt verecek insana değil; örnek olacak insana ihtiyaç var. Fetva veren çok olur ama takva ile yaşayan az bulunur.
- Eğer bir gün dünyaya ait çok büyük bir derdin olursa; Rabbine dönüp ’Benim büyük bir derdim var’ deme. Derdine dönüp: ’Benim çok büyük bir Rabbim var’ de.
- İnsanları tanımak, denizleri bardak bardak boşaltmaktan daha zordur.
- Hiçbir yere sığmadı aşkın, gönlüme sığdı yalnız. Şimdi gönlüme de sığmıyor, gözlerimden sızıyor.
- Küsmek ve darılmak için bahaneler aramak yerine, sevmek ve sevilmek için çareler arayın.
- Ahmaklara verilecek cevap, sükûttan ibarettir.
- Ey insan! Öleceğin günü bilmiyorsun; hiç olmazsa ölümlü olduğunu bil!
- Senin aşktan yana nasibin varsa; dokunsan da yanacaksın dokunmasan da. İyi bil ki; bazıları hasrette yanar, bazıları vuslatta.
- Bazen bitmek bilmeyen dertler yağmur olur üstüne yağar. Ama unutma ki, rengârenk gökkuşağı yağmurdan sonra çıkar.
- Acı, acıyla iyileşir. Aşk ise daha büyük bir aşkla.
- Aşk kalpten vurur, dost ise sırttan. Kalp iyileşir ama sırt hep kambur kalır!
- Allah’a ulaşacak birçok yol var. Ben Aşk’ı seçtim.
- Kişi kim olduğunu bilmek isterse, kimleri sevdiğine baksın.
- Aşk, her şeydedir ama hiçbir şeyde görünmez.
- Nedamet ateşiyle dolu bir gönülle ve nemli gözlerle dua ve tevbe et! Zira çiçekler, güneşli ve ıslak yerlerde açar!
- Güzeli güzel yapan ’edep’tir, edep ise güzeli sevmeye sebeptir.
- Sen uzattığın elini tutmayan ele mi dargınsın, yoksa tutmayacak bir ele uzattığın için kendine mi kızgınsın?
- Sesini değil, sözünü yükselt! Yağmurlardır yaprakları büyüten, gök gürültüleri değil.
- Ne kadar az yüksekten uçarsan, düştüğün zaman o kadar az incinirsin. Kibri bırak, alçakgönüllü ol.
- Ey oğul! Eğer gözünü açarsan hilm suyunun da, hışım ateşinin de Hak’tan olduğunu görürsün.
- Cahilin eziyetlerine sabretmek, ehil olanlara ciladır. Nerede bir gönül varsa sabırla cilalanır.
- Nuru bir su bil, suya yapış, suyu elde ettin mi ateşten korkma! Ateşi su söndürür.
- Zor diyorsun. Zor olacak ki imtihan olsun.
- Dediler ki ’Gözden ırak olan gönülden de ırak olur.’ Dedim ki ’Gönle giren gözden ırak olsa ne olur.’
- Gülün dikene katlanması onu güzel kokulu yaptı.
- Güneş herkesin üzerine eşit doğar ama gül başka, leş başka kokar.
- Hayat sana arka arkaya dikenlerini gösteriyorsa sakın üzülme, aksine sevin. Çünkü çok yakında gülü de gösterecektir.
- Öyle bir ’yâr’ sev ki evladım; elinde su tasıyla, iftarı bekleyen oruçlu gibi beklesin seni.
- Kısmet ederse Mevlâ; el getirir, yel getirir, sel getirir… Kısmet etmezse Mevlâ; el götürür, yel götürür, sel götürür.
- Ya kırdığın kalbi Allah seviyorsa? Bilemezsin. Bilseydin ödün kopardı, dokunamazdın.
- Sen değerinle ve düşüncenle, iki âleme de bedelsin, ama ne yapayım ki kendi değerini bilmiyorsun.
- İstiyorsan Hakk’a varmayı, meslek edin gönül almayı, bırak saraylarda mermer olmayı, toprak ol, bağrında güller yetişsin.
- Sanma ki dert sadece sende var. Sendeki derdi nimet sayanlar da var.
- Ey gönül! Ne tuhaf değil mi? Bir ömür, şah damarından daha yakın bir Sevgiliyi aramakla geçiyor.
- İnsanı ateş değil, kendi gafleti yakar. Herkeste kusur görür, kendisine kör bakar. Neye nasıl bakarsan, o da sana öyle bakar.
- Unutma, sır gibi seversen eğer muradın gerçekleşir. Çünkü tohum toprağa gizlenirse yeşerir.
- Birini seviyorsanız, onu Allah’tan isteyin. Kalpler Allah’ın elindedir.
- Minareden düşenin parçası bulunur da, gönülden düşenin parçası bulunmaz.
- Aşk nedir bilmiyorsan gecelere sor, şu sapsarı yüzlere, şu kupkuru dudaklara sor.
- Suskunluğum asaletimdendir. Her lafa verecek bir cevabım var. Lakin bir lafa bakarım laf mı diye, bir de söyleyene bakarım adam mı diye!
- Şehvetin adını aşk koydular. Eğer şehvet aşk olsaydı; eşekler aşkın şahı olurdu!
- Anladım ki, derin ve esrarengiz olan her şey susuyor. Anladım ki susan her şey derin ve heybetli…
- Sütten çıkınca bütün kaşıklar aktır. Önemli olan, içinden çıktığın sütü ak bırakmaktır.
- Ey can, kimseyi kırma. Sözden ağırı yoktur. Beden çok yükü kaldırır ama gönül her sözü kaldıramaz!
- İki şey mühimdir, birincisi okyanus gibi bol haysiyet, ikincisi elif gibi dimdik şahsiyet!.
- Gönül, han değil dergâhtır. Paldır küldür girip çıkılmaz, günahtır!
- Ve ben; dilek tutmadım hiç. Hep dua ettim: ’Ömrün ömrüme nasip olsun’ diye.
- Dilin aşkı yorumlaması güzeldir ama dile gelmeyen aşk daha güzeldir.
- İnsanlar seni yanlış anladığında dert etme, duydukları senin sesin, fakat aklından geçirdikleri kendi düşünceleridir.
- Ayağına batan dikenler, aradığın ’Gül’ün habercisidir.
- Üzülme! Bir şey olmuyorsa ya daha iyisi olacağı için ya da gerçekten de olmaması gerektiği için olmuyordur.

XX- SONUÇ:
Mevlana, Afganistan Belh’te doğmuş, Anadolu’nun bazı şehirlerinde bulunmuş, Konya’da yaşamış ve Konya’da vefat etmiş, buraya defnedilmiştir. Ancak yüz yıllar boyu Hakk’a olan aşk ve muhabbeti, insana duyduğu saygısı, sevgisi ve gönül genişliği ile İslami veya gayri İslami her türlü toplum ve topluluklardan kabul görmüştür. Özellikle O’nun ’Her ne olursan ol, yine gel’ anlayışı İslam’ın insana bakış açısını göstermesi açısından önem arz etmektedir. Fakat bu anlayış; ’Her olursanız olunuz. Bizi ziyarete geliniz.’den çok; ’İslam’a gelin ve şu güzel dinin güzelliklerini siz de görün’ şeklinde anlaşılmalıdır. Bu anlayış, İslam’ın şefkat ve merhamet dini olması özelliğinden kaynağını bulur. Zira bir ömrü Hakk’a hizmet için ve O’nun yolunda geçiren birinin başka türlü bir anlayışa sahip olması düşünülemez.
Günümüzde bazı kesimler tarafından Mevlana ve bazı din büyükleri hakkında Moğol işbirlikçisi vs. bir takım lakırdılar yapılmaktadır. Fakat bu gibi sözler büyüklerin büyüklüklerinden bir şey eksiltmemektedir. Bu durum, Hz. Âdem’in yasaklanan meyveyi yemesi neticesinde hala Âdem olarak kalması, İblis’in ise durumunun ortaya çıkmasına benzetilebilir.
Bütün bunlara rağmen Mevlana, halen Mevlana’dır. Onun doğum yılının 30 Eylül 1207 tarihi oluşu dolayısıyla, Türkiye, Afganistan ve Mısır’ın teklifi üzerine, Birleşmiş Milletler Eğitim Bilim ve Kültür Kurumu (UNESCO), 800’üncü doğum yılı olan 2007 yılının ’Mevlana Yılı’ olarak anılmasını kararlaştırmıştır.
Cenâb-ı Hak bizleri, O’nun ve Rasûlü’nün yolundan yürüyenlerden kılsın. Âmin.

(Endnotes)
1 Hakkında pek çok araştırma yapılmış bir Türk-İslam Mutasavvıfı, gönül dostudur. Bibliyografyası açısından Prof. Dr. Mustafa TEKİN tarafından yapılan İstem sayı 10, yıl 2007 ’Mevlana Bibliyografyası’ isimli kapsamlı bir çalışma mevcuttur.
2 Ahmet Eflaki, Menakibu’l-Ârifin, terc. Tahsin YAZICI, İst., 1964, s.1/8.
3 Molla Cami, Nefahatü’l-Üns Min Hazerati’l-Kuds, s.516.
4 Bkz. Selçuk EREAYDIN, Tasavvuf ve Tarikatlar, s.343.
5 Bkz. Selçuk ERAYDIN, age., s.343.
6 Eflaki, age., s.1/22.
7 Molla Cami, age., s.514; Eflaki, age., s.1/25.
8 Sultan Veled, İstidaname, s.195-196.
9 Bazı kaynaklarda zikredilen bir bilgidir. Bkz. Eflaki, age., 1/75; Sipahsalar terc., s.111.
10 Bkz. Molla Cami, age., s.521; Eflaki, age., s.1/84-85.
11 Molla Cami, age., s.514.
12 Haririzade Muhammed Kemaleddin, Tıbyanü’l-Vesaili’l-Hakaik, Süleymaniye, İbrahim Efendi, s.430-432.
13 Bkz. Veledname, s.71; Sipahsalar, s.181.
14 İsmail Ankaravi, Minhacü’l-Fukara, s.35.
15 Selçuk ERAYDIN, age., s.367.
16 Bkz. Mevlana’dan sonra günümüze kadar olan Çelebiler, Selçuk ERAYDIN, age., s.359.
17 Sipahsalar, s.91; Eflaki, age., s.1/86.
18 Abdulbaki GÖLPINARLI, Mevlana Celaleddin, s.164.
19 Hasan Kamil YILMAZ, Ana hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, s.269.
20 Bkz. Şener DEMİREL, Mevlana’nın Mesnevisi ve Şerhleri, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, c.5, s.10, s.469-504, 2007.
21 Bkz. Selçuk ERAYDIN, age., s.352.
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

2 kişi yorum yazdı.