Hilal coğrafyası dediğimiz dünya, nüfusunun genelde tamamına yakını Müslüman olan geniş bir coğrafyadır. Bu coğrafya, doğuda Pasifik Okyanusu kıyılarından batıda Atlas Okyanusu kıyılarına kadar uzanan genişçe bir alandır. Yani Filipinler’den Fas’a, Somali’den Kırım’a kadar Kırım da dâhil olan ve aynı zamanda dünyanın da merkezi olan coğrafyadır. Bu alanda yaşayan insanların büyük ekseriyeti ’İslam’ inancına sahip olan insanlardır. Bu alandaki Müslümanlar nüfus bakımından 1,5-2 milyar civarındadır. Azınlık durumunda olan farklı inançlar da yok değildir.
Asya’da; Azerbaycan, Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan, Kırgızistan, Tacikistan, Türkistan, Tataristan, Afganistan, Pakistan, Bangladeş, Endonezya, Malezya ve Keşmir.
Ortadoğu’da; Suudi Arabistan, Bahreyn, BAE, Irak, İran, Filistin, Kuveyt, Lübnan, Suriye, Umman, Ürdün ve Yemen.
Afrika’da; Cezayir, Çad, Cibuti, Eritre, Fas, Fildişi sahili, Gambiya, Gana, GAC, Gine, Gine Bissau, Libya, Mali, Mısır, Nijer, Senegal, Somali, Sudan ve Tunus.
İşte bu ülkelerin büyük çoğunluğunu Müslüman nüfus oluşturmaktadır.
Avrupa’da ise Kosova ve Bosna Hersek’in nüfuslarının büyük bölümü Müslüman’dır.
Bu altta sıralayacağım ülkelerde de az çok belirli oranda Müslüman nüfusu bulunmaktadır. Bunlar ise;
Bulgaristan, Çin, Etiyopya, Filipinler, Fransa, Hırvatistan, Hindistan, Kamerun, KKTC, Liberya, Makedonya, Myanmar, Moğolistan, Mozambik, Nepal, Nijerya, Singapur, Sri Lanka, Tayland, Yunanistan, D. Kongo Cumhuriyeti ve Kırım.
Ülkemiz hem Asya, hem Ortadoğu, hem Kafkas, hem Avrupa, hem de Afrika’ya strateji, sosyoloji, coğrafi ve fiziki özelliklerinden dolayı kilit durumunda olan, aynı zamanda ’İslam’a’ başkan olması hasebiyle de önder bir ülkedir.
Bu coğrafyaya baktığımız zaman, daha açık ifade ile tarihen incelendiği zaman, tarihe ve olaylara yön veren ana unsur olmuştur. Tarih burada cereyan eden olaylarla şekillenmiştir. Nedeni ise; geçmiş tarihlerde dünya gücüne hâkim büyük devletlerin hep bu coğrafyalarda hüküm sürmesi ve asrımızda ise yeraltı zenginliklerinden dolayıdır. Maden bakımından oldukça zengindir. Mesela; petrol ve gaz. Zaten bu iki etken, günümüzde hemen hemen her karışıklığa neden olmaktadır. Çünkü bu iki maden demek, güç demek.
Bu coğrafyada en son hüküm süren ve adil düzeni sağlayan, batılıların tabiriyle ’Osmanlı’ bizde ise ’Devlet-i Aliye-i Osmaniye’ olan büyük İslam devleti olmuştur. Adaletli ve hoşgörülü olarak en az altı yüz yıl idare etmesini bilmiş ve başarılı da olmuştur. Çünkü insanlık için yönetmiş, maneviyatçı görüşle ikame ettirmiştir. Kıtalara yayılan muhteşem imparatorluğun nizamını ’İnsanı yaşat ki devlet yaşasın’ düsturu ile sağlamıştır.
Ama gel gör ki materyalist görüşü savunanlar sırf sömürgecilik için bu devleti bir engel telakki etmiş ve akabinde yok etme çabalarına başlamışlardır. Türlü türlü şeytanca propagandalarıyla ilk önce yerli olan düzenimizi özünden uzaklaştırmaya, ardından ’hasta adam’ diye nitelemeye, ardından iç karışıklıklar çıkarmaya, ardından ’milliyet-hürriyet-bağımsızlık-özgürlük-demokrasi’ gibi değerleri palavralarına alet ederek parçalamaya, ardından çıkarlarına göre cihan devletini parsellemeye, ardından ise zulümlerine başlamışlardır. Belki en kısa tabirle bu şekilde işe koyulmuşlardır. Yoksa açarsak, bu her bir adımın ayrı ayrı hikâyesi ve suni bahaneleri vardır. Mesela; ’ıslahat hareketleri, Tanzimat fermanları, ittihat-terakki fitneleri, engel olacak sultanları darbelerle uzaklaştırmak, bağımsızlık vaatleri, demokrasi ayaklarıyla sömürmeler ve karşı çıkan halka ise ’can güvenliğimiz’ adıyla işkenceyle ölüm yağdırmalar’ bunların sadece binde bir kaçıdır…
Ve işte bunların en önemli nedeni; güçsüz duruma düşmemiz ve kendimizi yenilemememizdir. Birlikteliğimizin dağılmaya, parçalanmaya ve aramıza sınırlar çizilmeye başladığından beridir ki bu coğrafyada kan, gözyaşı, ahu-figan eksik olmamıştır. Ölüm olmayan gün hemen hemen yok gibidir. Toplu katliamlar ise işin daha da acı tarafıdır. Kısaca bu coğrafya kan ağlamaktadır. Tekrar var olabilmek için bedel ödemektedir. Büyük bir imtihan geçirmektedir; büyüğü küçüğüyle, erkeği kadınıyla, genci yaşlısıyla, malı namusuyla, evladı canıyla…
Bu hilal coğrafyasına baktığımız zaman renkleri, ırkları, isimleri, ülkeleri, kültürleri farklı ama imanda bir olan ümmet dünyasıdır. Çeşit çeşittir. Ama ezan okunduğu ve namaza durulduğu zaman bütün farklılıklar ile aynı hisle yönelinen taraf birdir: Kıble’dir. Farklılıklar ayrılıklarımız değil zenginliklerimizdir. Nimetlerimizdir. Birlikteliğimizdir. Rahmet nazargâhımızdır…
İşte tüm bu özelliklerimizi veya zenginliklerimizi bir adil düzende yoğurmasını bilen ceddimiz, asırlarca bu coğrafyayı her hangi bir isyan, karışıklık ve düzensizlik olmadan kan dökülmeksizin, baskı olmaksızın, zorla dayatılmaksızın günlük gülistanlık olarak ve bu coğrafyada yaşayan tüm insanları dinlerinde, ibadetlerinde ve işlerinde serbest kılarak idare etmişlerdir. Yönetebilmişlerdir. Ki bu sadece Devlet-i Aliye-i Osmaniye de değildir. Ondan önce de Büyük Selçuklu İmparatorluğu bu hizmeti yürütmekteydi aynı şekilde…
Ama bugün bakıyoruz, 1,5-2 asra kadar zayıf durumda olmamızla ve özellikle zayıflatılmaya çalışılmakla birlikte bu saydığımız coğrafyada kan, gözyaşı ve katliamlar eksik olmamaktadır. İnsanlık bu bölgelerde kan kaybetmiştir. Bizi biz yapan bağlar koparılmış, dağıtılmış ve birliktelikler kaosa dönüşmüştür. Daha doğrusu dönüştürülmüştür. Ve şunu artık rahatça okuyabiliyoruz ki bu büyük coğrafyada yaşayan farklı milletlerden yaklaşık 1 milyar Müslüman’ın ekseriyeti, son iki yüzyıl içinde, sırf ’Müslüman’ olduklarından dolayı, suni bahanelerle çeşitli saldırılara, baskılara, terör eylemlerine ve hatta çoğu toplu olacak derecede katliamlara maruz kalmışlardır. Bunun birçok nedeni olmakla birlikte en önemli iki nedeni; Müslüman olmayan ya da İslam’a nefretle bakanların yönetim hâkimiyeti altında veya o nefretle bakanlara kuklalık edecek satılmış yöneticiler hâkimiyetinde yaşamak zorunda bırakılmasıdır.
İslam dünyasına göz gezdirdiğimizde; daha düne kadar Bosna-Hersek’te, Cezayir’de, Tunus’ta, Eritre’de, Cibuti’de, Çad’da, Mısır’da, Afganistan’da, Çeçenistan’da, Tayland’da, Filipinler’de, Sudan’da, Irak’ta katliamlar, işkenceler ve gözyaşı vardı. Ve yine bu ülkelerde alenen işlenen zalimlikler durmuş gibi gözükse de kısmen yine nefretler, gözyaşı, kan vardır. Ve bu zalimlik bu gün Myanmar’da, Keşmir’de, Doğu Türkistan’da, Filistin’de, Suriye’de, Afrika’da dünyanın gözü önünde yine işlenmektedir. Bugün Dünya Müslümanlarının ezilmeye, baskı altına alınmaya, göç ettirilmeye ve yok edilmeye çalışıldığını açıkça görebiliyoruz.
Bu coğrafyalardaki Müslümanlar ve dünya Müslümanları görünüşte farklı düşmanlarla karşı karşıyadırlar. Bosna’da Sırplar, Keşmir’de Hindular, Kafkaslar’da Ruslar, Cezayir, Mısır, Fas gibi ülkelerde de baskıcı rejimler tarafından ’İslam’ hep hedef alınmaktadırlar. Ama her nedense, birbirinden bağımsız gibi gözüken bu İslam karşıtı güçler, hep Müslümanlardan şikâyet etmekte, aynı güçten kaynaklanan benzer stratejiler izlemekte ve benzer yöntemler kullanmaktadırlar. İşte bu noktada karşımıza ’materyalist görüşün’ kinini ’maneviyatçı görüşe’ kustuğunu görüyoruz. Bunun manası budur. Zihin, inanç ve ideoloji meselesidir açık ve net bir şekilde…
Hilal coğrafyası bir-iki asır önce böyle karışık ve başsız değildi. Çünkü bu coğrafyalarda Müslüman imparatorluklar yönetime hâkimdi. En önemlisi İslamiyet’in ’halifesi’ vardı. 17. yy. başında İslam dünyasının neredeyse tamamını; Viyana önlerine kadar Avrupa’yı, Balkanları, Anadolu’yu, Mezopotamya’yı, Arap Yarımadası’nı ve Kuzey Afrika’yı yöneten güç büyük Devlet-i Aliye-i Osmaniye idi. Zamanın en büyüğü ve güçlüsü olan Osmanlı Devleti, 19. yüzyıldan itibaren planlı olarak adım adım bölüşülmeye götürüldü. Bu plan ve şeytani entrikalar ile I. Dünya Savaşı başlatıldı ve savaş sonrası Balkanlar devletçiklere ayrılmakla birlikte Rusya’nın istilasına uğramış; Ortadoğu, Arap Yarımadası ve Kuzey Afrika ise İngilizler, Fransızlar ve İtalyanlar tarafından istila ve işgal edilmiştir. Bu da gösteriyor ki I. Dünya Savaşı bittiğinde, Müslümanların ekseriyeti Müslüman olmayan yönetimlerin ve Müslüman’a düşman olan görüşlere sahip yöneticilerin hâkimiyetinde yaşar hale getirilmişlerdir.
Bu yönetimler, kan emici olan, emeksiz yemek isteyen emperyalistlerdir. Tarih boyunca hep emperyalizm politikaları izleyen İngiltere ve Fransa gibi ülkelere 20. yy.’da Rusya, İtalya, ABD ve İsrail de katılmıştır. Bu kan emicilerin her biri kendi aralarında anlaşarak, hilal coğrafyasında kendilerine yer tayin etmiş ve ilk fırsatta paylarının başlarına işgal hırslarıyla koşup sömürmüşlerdir.
Ortadoğu’ya kan emici İngiltere ve Fransa, demokrasi ayaklarıyla girerek hilal coğrafyasının güzide yerlerini sömürmüş, Rusya Kafkaslarda komünist ideolojisi adı altında 20. asrın en büyük zulüm, baskı, işkence ve asimile hareketlerinden birisine girişmiştir. İsimler farklı olsa da düşman tek kişi, tek millettir. Küfrü ve materyalist görüşü savunanlardır. Ve yine maalesef ki isimleri, ırkları, ülkeleri farklı da olsa katledilenlerin hepsi Müslümanlardır.
Bu karışıklıklar ile doymayan, hatta kendi aralarında bile anlaşamayıp birbirleriyle kavgaya giren bu sözde güçler, bir zaman sonra II. Dünya Savaşı’nı başlatmışlardır. Bu savaş ile de hilal coğrafyasını halledilmesi daha da zor olan problemlerle karşı karşıya getirmişlerdir. İslamî devletleri bölebildikleri kadar küçük devletlere bölmüşlerdir. Kitle imha silahlarıyla da savaşların boyutu şekil değiştirmiştir. Toplu katliamlar, yıkılan şehirler ve harabelere dönüşen ölü memleketler. Tarih II. Dünya Savaşı’nda adeta savaş senaryolarından ilkleri yaşamıştır.
Ve tabi bu savaştan sonra ise iki önemli olay önümüze çıkmaktadır. İlki, dünyanın süper gücü olan İngiltere’nin tasfiye edilmesiyle sahneye süper güç olarak çıkan ’ABD’ ve ikincisi hilal coğrafyasında bir ur niteliği taşıyan ’Siyonist İSRAİL’ devletinin kurdurulmasıdır.
Buraya kadar çok özet geçerek anlatmaya çalıştığım; son iki asırdır İslam dünyasının nelere maruz kaldığıdır. Bu duruma nasıl gelindiğidir. Bugün hilal coğrafyasının karışık, düzensiz ve bir o kadar da başsız olmasının nedeni, işte yukarda anlattığım nedenlerden kaynaklanmaktadır. Şurası açıkça görülmektedir ki, Müslümanlar 19. yy.’ın başlarından beri hep İslam karşıtı ve İslam düşmanı olan dış güçlerce hedef alındığıdır. Hilal coğrafyası baştanbaşa hep bu istilacı devletlerce en az 150-200 senedir sömürülmekte ve işgal edilmektedir. Karşı koyan ve mücadele eden halka ise akla gelmeyecek işkenceler, zulümler ve baskılar yapılmıştır. Ve yine direnen halkı, çeşitli entrikalarla iç karışıklıklarla birbirlerine düşürmüşlerdir. Bu ülkelerde istilalarına kılıf olarak da kendilerine uşaklık edecek kukla yönetimleri iş başına getirmişlerdir. İşleri bitince de bu kuklaların kalemlerini kırmayı unutmamışlardır. Mesela Irak’ın Saddam’ı gibi…
Şu da bir gerçektir ki bu kukla yöneticiler, en az bu işgal devletleri kadar zalimane tutum içerisine girerek kendi halklarını ezmiş ve katletmişlerdir. Haksızlık etmişlerdir. Ülkelerinin kasalarını ise efendilerine hediye olarak takdim etmişlerdir.
Bunun adı ya ’ihanet’ ya ’delalet’ ya da ’gaflet’tir. İşin garibi ise bu kukla yöneticilerinin günümüzde halen var olmasıdır. Ve yine ipi çekilen ağabeylerinin akıbetlerini iyi okuyamadıklarındandır ki canla başla efendilerine çalışmaktadırlar. İslam’ın kalkınmasına ayak bağı olmaktadırlar. Daha da hazin olanı yine Müslüman olan ülke halkı üzerine zulüm yağdırmaktadırlar. Maşa görevi yapmaktadırlar.
Bu devletlerin ve kukla yöneticilerinin en büyük zulümleri; (manevi olarak) ideolojilerini empoze etmeye çalışmalarıdır. Ve bunu yaparken de baskı, şiddet ve asimile yoluna gitmeleridir. Hâlbuki bu tür ideolojilerin dokusu biz Müslümanların yapısına uymamaktadır. Bünyemiz, inancımız, hayallerimiz, hareket yapımız, dünya görüşümüz, kültür ve medeniyetimiz materyalist dünya görüşüyle oluşturulan bu tür fikir ve yapılanmaları kabul edemez. İsimleri ne olur olsun bu tür düşünceler bizim düşünce dünyamızda kök salamayacak ve tutunamayacak olan fikriyatlardır. Çünkü bunlar, imana tekabül eden meselelerdir. Biz Müslümanlarda ise en ilkin muhafaza edilmesi gerekli olan, din-i mübin-i İslam’dır.
Hilal Coğrafyası
Özlenen Rehber Dergisi 155. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.