Ruhlar yara alır bazen. Tarihte olmuştur. Örnekleri tarih sayfalarında tazeliğini korumaktadır. ’Nasıl yara almıştır’ meselesi ise ruhların ölümüne paraleldir. Bir toplumda, kültürde veya medeniyette ruhun öldürülmesiyle günah diye tabir ettiğimiz yanlışlıklar çoğalmış, ruha can olan muştular susturulmuş ve yaşantılar bir bulanıklık hali geçirmeye başlamıştır. Yağmur öncesi kararan gökyüzü gibi ruhun öldürüldüğü zamanlarda ve çağlarda medeniyetler üzerine adeta kara bulutlar gibi cahiliyetlikler üşüşmüştür.
Ruhun öldüğü çağlar zulüm çağları olmuştur. İnsanlık, Kur’ân’ın ’bel hum edal’ benzetmesiyle adeta aşağılar aşağısı bir yaşantıya dönüşmüştür.
Ruhun öldüğü çağlarda şirk baş kaldırmıştır. Kavimleri helake sürükleyecek fiiller işlenmeye başlanmıştır. Zulüm, haksızlık, adaletsizlik, şımarıklık ve haddi aşmalar altın devrini yaşamaya başlamıştır.
Ruh öldüğü zaman köle pazarları can bulmuş, kız çocukları diri diri toprağa gömülmüş, fakirler horlanmış, firavunluk düzeni kurulmuş, şımaranların ve haddi aşanların tanrılaşmasına tarih tanıklık etmiştir. Fakir açlıkla ölüme hüküm giyerken, zengin servetinin hesabını bilemez hale gelmiştir.
Ruh öldüğü zaman Nuh tufanı kaçınılmaz oldu.
Ruh öldüğü zaman azgınlıkta iğrençleşen Lut kavmi kaçınılmaz helakle yerle yeksan oldu.
Ruh öldüğü zaman yedi gün yedi gece kulakları patlatan bir kasırga uğultusuyla Ad kavmi de helak oldu.
Ruh öldüğü zaman yapmakta oldukları yapılar da ve mimarları da Semûd kavmini kötü nihayetten kurtaramadı.
Ruh öldüğü zaman suda boğulacak kadar aciz olup da kendini tanrı sanan Firavunlara ve ibretlik olsun diye karaya vurup çürümeyen Firavun cesetlerine dünya şahit oldu.
Ruh öldüğü zaman Sebe halkı ’Arim Seli’nden kurtulamayıp helak oldu.
Ruh öldüğü zaman peygamberler, nebiler ve resuller şehit edildi, sürgün edildi ve dışlandı.
Ruh öldüğü zaman medeniyetlerin savaşı başlamıştı.
Ruh öldüğü zaman insanlık toplu katliamlara şahit oldu.
Ruh öldüğü zaman dünya, meydan savaşlarının yerine, şehirleri harabeye çeviren ve adil olmayan bir savaş hukukuna tanıklık ediyordu.
Ruh öldüğü zaman insanlık, ırkçı, faşist, sosyalist, komünist, emperyalist ve kapitalist gibi kan emici, düzen bozucu, savaşları tetikleyici türlü ideolojiler altında can çekişiyordu.
Ruh öldüğü zaman menfaatçiler, çıkarcılar, satılmışlar, devletsizler ve hâsılı bütün mukaddes düşmanları akla hayale ziyan türlü ihanetlere imza atıyorlardı.
Ruh öldüğü zaman devletler yıkılmış, halklar, çoluk çocuk, kadın erkek, genç ihtiyar demeden toplu sürgünlere maruz kalmışlardı.
Ruh öldüğü zaman milyonlarca insanın ölümüne sebep olan birinci ve ikinci dünya savaşları meydana gelmişti.
Ruh öldüğü zaman ülkelerde darbeler, cuntalar, çeteler, mafyalar ve emeksiz yemek isteyenler görünür olmuştu.
Ruh öldüğü zaman kuru ideolojiler uğruna binlerce kişinin canına, ailelerin namusuna ve şehirlerin huzuruna kast edilmişti.
Ruh öldüğü zaman çalmak, vurmak, dövmek, sövmek, öldürmek gibi insanî olmayan fiillerin hüküm sürdüğü zamanlar olmuştu.
Ruhun öldürülmesi dünyanın topluca bir buhrana sürüklenmesi demektir.
Ruhun ölümü demek maneviyatın bitmesi demektir.
Ruhun ölümü demek maneviyatçı görüşün hâkimiyetini yitirmesi demektir.
Ruhun ölümü demek materyalist görüş sahiplerinin devri başlamış demektir.
Ruhun ölümü demek insanlığın kaybetmeye ve maddenin kazanmaya başlayacağı demektir.
Ruhun ölümü demek gözyaşlarının çoğalması, huzur ve refahın kaybolması demektir.
Ruhun ölümü demek dünyanın kanlı sahnelere şahit olacağı demektir.
Ruhun ölümü demek cehennemin azap seslerine duçar olmanın yankıları demektir.
Ruhun ölümü demek sanatın, edebiyatın, ahlakın, inancın, kelimelerin ve kavramların içinin boşaltılası demek olur ki bu da insanların cemaat, cemiyet ve millet olma şuurundan uzaklaştırmış olmasından dolayı insanları, amaçsız, hedefsiz, gayesiz ve davasız yığınlar haline getirmektir.
Ruhun ölümü demek materyalist dünya görüşünün maneviyatçı dünya görüşüne galebe gelerek dünyayı bir sonu gelmez vahşiliğe sürüklemesi demektir. Ki bunu XX. yüzyıl Avrupa’sında gördük.
Ruhun ölümü demek nefis denen düşmanın insan ahlakında söz sahibi olmasıyla birlikte kişiyi utanmaz, arlanmaz, çekinmez ve uslanmaz kılarak bir şer odağı haline getirmesi demektir.
Ruhun ölümü kişiyi ibadetsiz ahlaksız ve inançsız hale getirir. Bu ise kişinin tamamen kaybetmesi demektir.
Yukarıda sıraladığım bütün örnekler geçmişte hep yaşanmıştır. Bu tür durumların insanlığa hiçbir şey kazandırmadığı alenen ortadadır. Kan ve gözyaşından başka bir şey bırakmamıştır. Kişilikler, aileler, toplumlar, şehirler, ülkeler, kültür ve medeniyetler sarsıntı geçirerek tahrip olmuştur. Çoğu yıkılıp yok olmuştur. İnsanlık çok büyük yaralar almıştır. ’Dünya Medeniyeti’ gerileme göstermekle beraber geriye sadece işkence, açlık, dram, zulüm ve ölüm kalmıştır. Bu hisli yıllar ise tarih sayfalarına adeta uğursuz yıllar diye kaydedilmiştir.
Ve bizler evet bizler bin yıllık İslam sancaktarlığı yapmış, ülkelere, devletlere, hükümdarlara, kültürlere, medeniyetlere ilham olan bir millet olarak heyhat ki ne hale geldik. İlahi aşkla galebe gelen bizler tarihte görülmemiş bir tarih ve talihle yüz yüze bırakıldık.
Sinme bilmeyen sinelerimiz sindirildi,
Yılma bilmeyen gayretlerimiz söndürüldü,
Ufuklara dikilen sancaklarımız birer birer indirildi,
Kızıl elmaya açılan gözlere miller çekildi,
İmdat bekleyen nidalara sırtlar çevrildi,
Diyardan diyara koşturduğumuz atlar hana çekildi,
Haçlıların kuşatmasında kalan Doğan beyler unutturuldu,
’Ya ben İstanbul’u ya da o beni alır’ diyen kararlar unutturuldu,
’Kudüs alınana dek uyku haram’ diyen sadakatler unutturuldu,
’Önde fahri kâinat efendim varken nasıl ata binerim’ diyen edepler unutturuldu,
’Çam da bizim kozalak da’ diyen engin gönüllüler hep unutturuldu,
’Zalimler için yaşasın cehennem’ diyen duruşlar unutturuldu…
Cihan harbinde yedi düvele karşı vermiş olduğumuz ruh mücadelesinden alnımızın akıyla ve yüzlerce şehidimizin şanıyla çıkmamıza rağmen kurtarılan ruhumuzu, masa başında ruhsuz kişilerin peşkeş çekmeleri unutturuldu.
Ve daha nicesi ve niceleri. Çünkü bizi yenemeyen düşman;
’Ellerinden bu Kur’ân’ı almadığımız sürece biz bunları yenemeyiz’ diyen şeytani planı bize unutturdular. Bizim ruh kaynağımız olan kaynağımızı, pınarımızı, can suyumuzu, şah damarımızı kestiler ve elimizden gönlümüzden aldılar. Buna engel olmamızı da engellediler. Düzmece mahkemeleriyle de ruhumuza kezzap dökenlere karşı direnenleri ve set olmaya çalışan mücahitleri sudan ucuz bahanelerle idam sehpalarıyla ölüme mahkûm ettiler. Sindirmeye çalıştılar.
Milli ve manevi medeniyetimizi adım adım hayattan silip attılar. Giden, yok olan, silinen, ölüme mahkûm edilen medeniyetimizden ziyade ruhumuzdu. Mekâna, zamana, sanata, mimariye, edebiyata ve siyasete adeta lif lif işlenmiş olan medeniyet ruhumuzu, her bir alandan, mekândan, zamandan, kavramdan ve mefhumdan tek tek sırasıyla silip attılar.
Kavramlarımızın içi boşaltılıp sözcüklerle, kelimelerle ve cümlelerle anlaşılamaz olduk. Ne söylediğimizi bilemez olduk. Söylediklerimizle anlatmak istediğimizi izah edemez olduk. Öz ve milli lisanımızdan utanır olduk. Bir gecede cahil bırakılıp kütüphanelere kilit vurur olduk. Çünkü edebî ruhumuzu kaybettik.
Süleymaniye, Selimiye, Sultan Ahmet, Topkapı, Yıldız Sarayı gibi mimarimizden betonarmeler yığınına döndük. Yüzyıllara meydan okuyan mimarilerimizden, daha yarım asır geçmeden çatlaklar, yıkıklar ve çıtırtılar duyulan ruhsuz, neşesiz, maneviyatsız madde yapılarında yaşar olduk. Şehirlerimiz, caddelerimiz ve meskenlerimiz ruhunu kaybetti. Tat vermez oldu. Göz zevkimize hitap edemez oldu. Çünkü Sinan’ca ruhlarımızı kaybettik.
Edebiyatımız cıvıklaşıp her yazılan çizileni sanat sandık. Hâlbuki bizim sanatımızı, edebiyatımızı Dede Korkutlar, Hoca Ahmet Yesevîler, Yusuf Has Hacipler, Kaşgarlı Mahmutlar, Yunuslar, Mevlanalar, Hoca Dehhaniler, Gülşehriler, Âşık Paşalar, Süleyman ve Evliya Çelebiler, Ali Şir Nevailer, Fuzuliler, Itriler, Eşrefoğlu Rumiler, Hacı Bektaşi Veliler, Bakiler, Nabiler, Nefiler, Nedimler, Şeyh Galipler gibi büyük gönül insanları yoğurmuştur. Halen daha tazeliğini koruyan mısralar sabittir. Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın halen daha Tevfiznamesi ilk günkü gibi dilden dile dolaşmaktadır. Bunlar ruhu okşayıp halden hale çeviren sanatlardı. Ama şimdi günübirlik, nefessiz ve soluksuz kelime yığınları halinde edebiyatımız. Ha son yüzyılda ise Akifler, Yahya Kemaller, Arif Nihat Asyalar, Cemil Meriçler, Nurettin Topçular, Sezai Karakoçlar ve Necip Fazıllar gibi üstatlarımız çıkmamış değildir, çıkmıştır; ama bunlar genelde kaybolan ruhumuzu diriltmek ve şaha kaldırmak için muştulamışlardır bizleri. Günümüzü ruhun kazanılması ve donatılması işleminde yoğurmaya çalışmışlardır. Ama bizler Yunus’ça ruhlarımızı kaybettik.
Ülke yönetiminde, ordu önünde, gaza meydanlarında ve at sırtında seferden sefere koşan, bir fermanla ülkeler fetheden, gürlemesiyle savaşlar kazanan, siyasetiyle dünyayı şaşkına çeviren hükümdarlardan, Fatihler, Yavuzlar, Kanuniler, Ulu Hakan Abdülhamitlerden sonra bizler, içki masasından yönetilen ve başkanlığı kumarhaneye çeviren yöneticilere maruz bırakıldık. Çünkü bizler Yavuz’ca ruhumuzu kaybettik.
Ülkemiz ve İslamî medeniyetimizin bu derece geri kalmasının ve yıllardır boz bulanık sularda emeklemesinin nedeni bizi biz yapan medeniyetimizin işçilik ruhunu kaybettiğimizdendir. Hayata tutunup ’varoluş ruhunu’ kaybettiğimizdendir. Meydana çıkıp varım diyemediğimizdendir. Tabi bunun arka planı çok kabarık ve derincedir.
Bizi yok edemeyenler bizi kendi ruhumuzda kendi kendimizle öldürme derdindedirler. Bu konularda uyanık ve bilinçli olmalıyız.
Netice itibariyle diyebiliriz ki ruhun ölmesi insanlığın ölmesidir. İnsanlığın ölümü ise kültürlerin medeniyetlerin çöküşü demektir. Çökmüş bir medeniyet yığınında ise sadece başıboşluk, hedefsizlik, kuru gürültüler, kaçışmalar ve korkular hâkimdir. Bu, en kısa tabirle kötü bir nihayettir. İşte böyle bir nihayete maruz kalmamak için ruhlarımızı diri tutmak mecburiyetindeyiz.
Ruhun Ölümü
Özlenen Rehber Dergisi 157. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.