Özlenen Rehber Dergisi

157.Sayı

Dermân Arardım Derdime...

Tahir Ceyhun Yıldız Özlenen Rehber Dergisi 157. Sayı
Tekke-Tasavvuf Edebiyatı, Türk Edebiyatı’nın önemli bir kısmıdır. Ehl-i tasavvuf şairlerin gönül tecrübesi ile, ilham ile kaleme aldıkları eserleri ihtiva eden edebiyatın ismidir Tekke-Tasavvuf Edebiyatı... Tekke-Tasavvuf Edebiyatı şairleri gerek gönül dünyamıza, gerek tarikat mekteplerine manaca zengin eserler armağan etmişlerdir. Bu şairlerden birisi de Niyâzî Mısrî’dir.
Niyâzî Mısrî, evliyanın büyüklerinden olup Halvetiyye Tarikatı’nın Mısriyye kolunun kurucusu yani piridir. Adı Muhammed b. Ali Çelebi’dir. Mahlâsı Niyâzî olup, uzun müddet Mısır’da kaldığı için de Mısrî denilmiştir. 1027 (m. 1618) senesinde Malatya’nın Soğanlı köyünde doğdu. 1105 (m. 1693)’te Receb ayının bir kuşluk vaktinde Limni adasında vefat etti.
Niyâzî Mısrî, medresede hadis, fıkıh, tefsir gibi şer’î ilimler ile iştigal ederken, tasavvufa meylederek Halvetiyye Tarikatı’ndan Şeyh Hüseyin Efendi’ye intisap etti. Şeyhi belli bir süre sonra başka bir şehre gidince –bir rivayete göre vefat edince- Niyâzî Mısrî hazretleri de önce Diyarbakır’a, Mardin’e akabinde de Bağdat’a gitti. Bağdat’ta Pîr-i Pîrân Abdülkâdir Geylânî (k.s.)’nin türbesini ziyaret ederek ruhundan nice füyûzât elde etti. Daha sonra Seyyidü’ş-Şühedâ Hz. Hüseyin’in meşhedini ziyaret ettikten sonra uzun yıllar ikamet edeceği ve bu yerle anılacağı Mısır’a gitti. Burada Târikât-ı Kâdiriyye meşâyıhından İbrâhim Efendi’ye intisap etmiş ve Kahire’de Şeyhûnîyye Medresesi’ne yerleşmiştir. Burada hem şer’î ilimleri tahsil etmeye, hem de seyr-û sülûkunu ilerletmeye çalışmıştır. Bu esnada rüyasında Cenâb-ı Pîr Abdülkâdir-i Geylânî Hazretlerini görmüş ve Hz. Pîr tarafından nasibinin burada değil, Diyâr-ı Rûm’da olduğu işaret edilmiştir. Mısrî Hazretleri de Mısır’dan ayrılmış, Arabistan’da da bir süre konaklayıp İstanbul’a gelmiştir. Çeşitli dergâh ve tekkelerde çileler ve erbainler çıkardıktan sonra Bursa’ya, oradan da yine manevî işaret ile Uşak’a gelmiştir. Uşak’ta Elmalılı Ümmî Sinân Hazretleri’nin hulefâsından Mehmed Efendi’nin tekkesinde misafir olmuştur. Daha sonra Elmalılı Ümmî Sinân Hazretleri ile buluşmuş ve bu zata intisap etmiştir. Niyâzî Mısrî, şeyhi Ümmî Sinân Hazretleri için:
’Acem ve Rûm’da bulunan birçok şehirler dolaştım. Akıbet şeyhim, göz bebeğim, kalbimin şifası şeyhim Elmalılı Ümmî Sinan’ın hizmetine ulaştım. O’nun hizmeti ile şeref buldum. O’nun mübarek nefesinin kimyası ile Seyyid Abdülkâdir Geylânî’nin rüyada iken haber verdiği nasip hâsıl oldu.’ buyurmuştur. Niyâzî Mısrî Hazretleri, şeyhi vasıtası ile seyr-û sülûkunu tamamlamış ve icazet almıştır. Niyâzî Mısrî Hazretleri, bazı dedikodulardan ve bazı devlet idarecilerinin yolsuzluk ve haksızlık yaptığını söylemesi üzerine Limni Adası’na sürülmüş ve orada vefat etmiştir.1 Biz bu yazımızda hakkımız ve haddimiz olmayarak Niyâzî Mısrî Hazretleri’nin ’Dermân Arardım Derdime’ isimli şiirinin bazı beyitlerini tahlile ve tetkike çalışacağız.

Dermân arardım derdime, derdim bana dermân imiş,
Bürhân sorardım aslıma, aslım bana bürhân imiş.

Ehl-i tasavvuf her zaman dertlidir. Derdi, Hz. Allah’ın rızasını, hoşnutluğunu ve sevgisini kazanmaktır. Zira tasavvufun en zirve isimlerinden Yunus Emre der ki:
’Cennet, cennet dedikleri birkaç köşkle birkaç huri
İsteyene ver sen ânı, bana seni gerek seni’
Bu sözler, muhabbetullâhın zevk-u sefasına, vecd-i âlîsine en kıymeti şayan bir misaldir. Niyâzî Mısrî Hazretleri de, bu beytinde ’derdinin olduğunu ve bu derde derman aradığını, derdinin dermanının da bizzat derdi olduğunu’ belirtmiştir.
Yukarıda demiş idik: Ehl-i tasavvufun derdi Allah’ın rızası, hoşnutluğu ve sevgisidir. Rivayet edildiğine göre bir hadis-i kutside şöyle buyrulmuştur: ’Ne yeryüzüm ne de semam (göğüm) beni(m nurumu, azametimi, marifetimi, sevgimi) ihata edemedi de beni mümin kulumun yumuşak ve mutmain (Allah’ın yakınlığıyla huzur bulmuş) kalbi ihata etti.’2
Gönül, tasavvufta tecelligâh-ı Rahmân, nazargâh-ı ilâhîdir. Bu hadis-i kutsiden anlaşılmamalıdır ki; Allah Teâlâ, kulun kalbine girsin… Hâşâ! Allah mekândan münezzehtir ve kuluna kulundan daha yakındır. Bu hadis-i kutsiden maksat, Allah’ın, kulun gönlüne tecelli ettiği, nazar kıldığıdır. Bu, böyle anlaşılmalıdır. Tasavvuf edebiyatında şairlerin şiirlerini yazar iken ayetlerden, hadislerden yahut selefin –öncekilerin- menkıbelerinden ilham alması ’iktibas’ diye adlandırılır. Şair, bu kutsî hadisi iktibas ederek, ilk mısraını oluşturmuştur.
İkinci mısrada ise ’aslına, bedenine, nefsine yani kendine bürhân yani delil sorduğunu ve delil olarak yine kendini bulduğunu’ ifade etmiştir. Öyle ya; Hz. Allah ayet-i celilesinde; ’Andolsun ki (biz), insanı en güzel bir biçimde yarattık.’3 diyor. Hakikaten baktığımızda yüzümüzde, bedenimizde ve cümle mükevvenatta her şeyin mükemmel ve muhteşem bir nizam içinde olduğunu görürüz. Ve gördüğümüz, şahit olduğumuz her şeyde Cenâb-ı Hakk’ın esmalarının tecellilerini temaşa ederiz. İşte bu, Hz. Allah’ın, insanı en mükemmel şekilde yarattığının kanıtıdır, delilidir. Hazret-i Niyâzî’nin aslına sorduğu ve yine aslında bulduğu burhan, bu kemal ve ihtişamdır.

Sağ u solum gözler idim dost yüzünü görsem deyü
Ben taşrada arar idim ol cân içinde cân imiş

Niyâzî Mısrî Hazretleri, Malatya’dan sonra Diyarbakır, Mardin, Irak, Mısır, Arabistan gibi diyarları gezmiş, birçok şeyh ile sohbet etmiş, ünsiyet kurmuş hatta intisap bile etmiş ama en sonunda Uşak’a vardığında, aradığı ’mürebbiyi’ bulmuş, onun terbiyesinde seyr-û sülûkunu ikmal etmiş ve Hz. Allah’a vuslatı bulmuştur. Rivayet olunur ki: Hz. Niyâzî, Şeyh Elmalılı Ümmî Sînân Hazretleri’nin elinde terbiyesi ikmal olduktan sonra öyle bir vecd sahibi olmuş ki ’bî-karar’ gezdiği çok olur imiş. Bazen aşkının taşkınlığı ile kendini dağlara vurduğu olur imiş. Bu beytinde hazret sağı, solu, taşrayı, uzağı gezmesine rağmen cân olanın yani ’en sevgilinin, sevilmeye en lâyık olanın’, Hz. Allah’ı yine kendi içinde olduğunu ifade etmiştir. Bu ifadeye ’Ne yeryüzüm ne de semam (göğüm) beni(m nurumu, azametimi, marifetimi, sevgimi) ihata edemedi de beni mümin kulumun yumuşak ve mutmain (Allah’ın yakınlığıyla huzur bulmuş) kalbi ihata etti.’ rivayeti delildir. Şunu da belirtmek gerekmektedir ki; tarihçe-i hayatında geçen sözde ve aşağıda gelecek beyitlerde de olduğu gibi ’Ol cân içinde cân olanı’ bulduranın, bildirenin mürşîd-i kâmil olduğunu ifade etmiştir. Zira yukarıda iktibas ettiğimiz sözde geçen ’kalbin şifası’, Hz. Allah’tır. Hz. Allah’a da insan tek başına gidemez. İnsanı, kulu Hz. Allah’a götürecek şey/kişi, Hz. Allah’ı bir topluluk içinde en iyi tanıyan, O’na gidecek yolları en iyi bilen kişidir, yani mürşîd-i kâmildir.

Savm-û sâlât-û hacc ile, sanma biter zâhid işin,
İnsân‐ı kâmil olmaya, lâzım olan irfan imiş

Zâhid, Klasik Dönem Türk Edebiyatı’ndaki mühim tiplerden biridir. Zâhid, bu dönem edebiyat için; dinî vecibeleri yerine getirmek ile birlikte, dünyadaki her şeyi aklı ve sahip olduğu ilim ile ölçen, sadece kendi ilmini ve ibadetlerini gören ve tasavvufu, tasavvufu husule getiren aşkı ve bunların yaşayanı olan mutasavvıfı, sûfîyi, aşığı hor ve hakir gören ve yer yer dinden çıkmak ile, zındıklık ile ithâm eden dar görüşlü kişilere verilen isimdir.4 Günümüz edebiyat yazarları ’zâhidlik’ kavramını daha ileri boyutlara da taşıyorlar lâkin biz bir kısmına katılmadığımız için, bu kadarla iktifa ediyoruz. Aslında zâhîd, hakiki manada her şeyi dikkat ile gözleyen, İslâmî ilimlere sahip olmasının yanında tasavvufî yönü olan kişilerdir ama klasik dönem için kullanılan anlamı yukarıdaki vecih iledir. Zâhide verilebilecek bir diğer isim, molladır. Molla da, zâhîd de o dönem edebiyata göre medreseyi, aklı temsil eder, sûfî, âşık ise dergâhı, gönlü, aşkı temsil eder.
Mutasavvıfların dönemlerine bakın, her birinin karşısında bir zâhid, bir molla mevcuttur. Bakınız Yunus Emre’nin karşısında bir Molla Kasım’dır. Konya’nın mana erleri Hz. Mevlânâ ile Hz. Şems’i ayıran da yine bu ’molla’ diye adlandırılan güruh ve bu güruha kanan insanların Hz. Şems’e, ’Kalenderî, dinsiz, şeriatsız’ yakıştırmaları idi.
Beyte geçecek olur isek savm, oruç; salât ise namazdır. Bu beyitte şair, her şeyin sadece oruç ile, namaz ile ve hac ile olup bittiğini sanan zâhide nida ederek; olgun yani kâmil insan olmak için gereken şeyin irfan olduğu ikazını yapmıştır. Yukarıdaki tanımda da belirttiğimiz üzere zâhid, kendi aklını, ilmini ve ibadetini tek görendir. Bu tanımdan yola çıkarak şairin, bu beyti ile ilgili diyebiliriz ki: şair, irfanı bilmeyen zâhide, irfanı tanıtmak, anlatmak istemiştir.
İrfân, sözlük anlamı ile; ’bilme, biliş, kavrayış’tır. İlim de aynı anlamlara karşılık gelir ama ilim ile irfanı ayıran şeyler vardır. Meselâ; ilim zahirdir, irfan batındır. İlim dıştır, irfan içtir. İlim kabuktur, irfan ise özdür. İlim dildir, lisandır; irfan ise dil yani gönüldür. İlim kitabidir, irfan ledünnidir. İlim kesbidir, irfan vehbîdir. İlim satırdan, irfan sadırdandır. İlim yazıdır, irfan sırdır. İşte şairin bahsettiği ve zâhîdi ikaz ettiği şey bu esrardır. Evet, namaz, oruç, hac; İslâm’ın bünyâd edildiği rükünlerdir lâkin bunlar tek başına olmaz. Bunların kelime manalarının ötesinde hakiki manalarına, bu erkânın lübbü’l-lübbüne yani özünün de özüne erişmeğe ’irfan’ adı verilmektedir. Şairin insan-ı kâmil olmak için öne sürdüğü şart ve açtığı, bahsettiği sır budur.

Kande gelir yolun senin ya kande varır menzilin,
Nerden gelip gittiğini anlamayan hayvân imiş.

Şair burada cümle insana bir soru soruyor: ’Senin yolun nereden gelir ve menzilin yani durağın, sonun nereyedir?’ Bu soru aslında herkesin kendine sorması gereken bir sorudur. Okullarımız, akademilerimiz, dershane ve mekteplerimiz 2+2’nin 4 ettiğinden tutun, gerekli ve gereksiz her şeyi anlatır da; nereden geldiğimizi, nereye gittiğimizi ve neden geldiğimizi bildirmezler, anlatmazlar. Tasavvufta, tarikatlarda ve Mısrî hazretlerinin de müntesibi ve şeyhi olduğu Halvetiyye Tarikatı’nda bir soru vardır ki o da şudur:
’Nereden gelirsin?’
’O’ndan -veyahut Hak’tan- gelirim.’
’Nereye gidersin?’
’O’na –veyahut Hakk’a- giderim.’
İşte bu beytin anlamı bu sorular ve verilen cevaplardır. Alttaki mısrada geçen ’hayvan’ kelimesi de bu soruyu bilmeyene ya da bilip de bu cevabı veremeyene, vermesini bilmeyene ya da cevabı bilse de hayatında tatbik etmeyen insana Nîyâzî Mısrî Hazretleri’nin yakıştırmasıdır.

Mürşid gerektir bildire Hakk’ı sana hakke’l‐yakîn,
Mürşidi olmayanların bildikleri gümân imiş.

İkinci beyitte biraz değindiğimiz mürşid-i kâmil bahsini, burada uzun uzadıya ele alacağız, zira Niyâzî Mısrî hazretleri burada anlamı namütenahi yani sonsuz kıymette bir beyit söylemiş. İnsanın mürşidi olmalı mı, mürşidi olmayanın mürşidi kimdir, mürşitsiz, şeyhsiz, rehbersiz de yaşanır mı, herkes kendinin mürşidi midir gibi sorular, asırlardır ve genelde de 90 yıldır bu milletin zihninde sürekli belirgin duran yegâne sorulardandır?
Tasavvufta sağlam ve kesin, şüphe edilmeyen bilgiye, yakîn ilmi denir ki bunun üç çeşidi vardır:
1- İlme’l-yakin: Bir şeyi öğrenme yolu ile elde edilen ilim. Kitâbî olarak da öğrenilebilir.
2- Ayne’l-yakîn: Bir şeyi gözü ile görerek elde edilen ilim.
3- Hakke’l-yakîn: Bir şeyi yaşayarak, içinde olarak elde edilen ilimdir. Bu makam tasavvufta, Allah’ın esmâ ve sıfatlarının tecellilerinde eriyip yok olduğu, yok olduktan sonra o sıfatlar ve esmâ ile ve tecellileri ile dirildiği, hakiki benliğine kavuştuğu makamdır. Bu üç ilmin ehemmiyet tasnifi asırlardır şu misal ile yapılır:
Deniz olduğunu bilmek, öğrenmek; ilme’l-yakindir. Denizi görmek, denizi seyretmek ise ayne’l-yakîndir. Denize girmek, denizin sularında, dalgalarında kaybolmak ise hakke’l-yakîndir.
Tekrar beyte dönecek olur isek, ’Hakk’ın esmâ ve sıfatlarında erimiş, fena olmuş ve tecellilerini yaşayan, üstünde barındıran mürşidin, Hakk’ı bizzat yaşayarak, talibe, müride ’Hakk’ı görerek –görürcesine- anlattığına, tanıttığına, beyitlerde geçtiği üzere bildirdiğine atıfta bulunulmuştur. Ve son mısrada ’mürşidi olmayanların bildikleri gümân imiş’ diyerek, mürşidi, peşinde yürüyecekleri bir rehberi olmayanların bildikleri kesin bilgi değil, boş bir sezi, faydasız bir sanıdır demek istemiştir. Çünkü gümân kelimesinin anlamı ’sezi, sanı, zan’dır. Bu kelime ile hakke’l-yakîn tabiri arasında bir tezat vardır. Çünkü hakke’l-yakîn, kesin ve sağlam bilgi; gümân ise sezi, sanma, kesinliği olmayan bir bilme anlamlarına gelir. Burada Hz. Pîr Niyâzî, mürşidin gerekliliğini, mürşidi olana da olmayana da çok şahane bir beyit ile kamilâne bir üslup ile ifade etmiştir.

Her mürşide dil verme kim yolun sarpa uğratır,
Mürşidi kâmil olanın gayet yolu âsân imiş.

Yukarıdaki beyitte, mürşidin gerekliliğini anlatan Hz. Pîr-i Niyâzî, bu beyitte de intisap edilecek mürşidin evsafını yani niteliklerini anlatmış. Bu beyitte geçen ’dil’ kelimesi, Farsça ’gönül’ demektir. Aslında ’dil vermek’ bir deyimdir. Ve hakikatte sevmek anlamına gelir. Mürit bir mürşide bağlanır iken, onun elini tuttuğunda; kalbî olarak canını, cananını, malını, evlad-ı iyalini feda etmek üzere ahd-ü peyman eder ki bu da tamamen gönül vermek ile yani sevmek ile olur.
Niyâzî Mısrî Hazretleri, bağlanılacak, gönül verilecek mürşitler hakkında bir uyarı yapıyor ve: ’Her şeyh(im diyen)e gönül verme yani sevme ki, bazısı yolunu zorlaştırır… (Kamil mürşide gönül ver ki); kâmil mürşidi olanın yolu gayet âsân yani kolay (imiş)’ demek ile; bazı mürşitlerin kâmil olmadıklarını, insan yetiştirme ve terbiyeye memur olmadıklarını, bu şekilde olmalarına rağmen ’şeyhlik’ iddiasında olduklarını, bu vasıflardakilerin de taliplerin yolunu sarpa uğrattıklarını yani zorlaştırdıklarını, ama kamil olan mürşitlerin terbiyeyi, terbiyenin metotlarını bildikleri ve mürit için her şeyi kolaylaştırdıklarını belirtmek sureti ile kamil mürşidin vasıflarını haber vermiştir.

İşit Niyâzî’nin sözün bir nesne örtmez Hak yüzün,
Hak’dan ayân bir nesne yok gözsüzlere pinhân imiş.

Şair, burada dönem edebiyatı için âdet olduğu üzere mahlâs vermiş ve bize karşı ’sözünü işitmemizi, Hakk’ı, Hak yüzü hiçbir nesnenin örtemeyeceğini ifade etmiş. Hemen son mısrasında da bu sözünü devam ettirerek ’Hak’tan daha açık, daha zahir bir şeyin olmadığını ama gözü olmayanlara, gözü olsa da görmek istemeyenlere pînhân yani gizli, örtülmüş olduğunu’ söylemiştir. Yukarıdaki mısrada geçen örtülemez olması ile, aşağıda geçen pinhân yani örtülülük, anlam yönü ile uyumluluk içindedir. Yukarıdaki beyitte Hakk’ın örtülemeyeceğini, ikincisinde ise gözsüzlere yani görmek istemeyenlere gizli, örtülü olduğunu yine hoş bir üslup ile ifade etmiştir.
İşte bir şeriat ve tarikat ulusunun Hz. Allah’ın varlığını, açıklığını, yakınlık kapılarını, tasavvufu, tasavvufun mahiyetini ve esrarını, mürşid-i kâmilin gerekliliğini ve vasıflarını birkaç beyit ile bildirmesi…
Selâm, Hakk’a tabi olanlara olsun.

(Endnotes)
1 Evliyâlar Ansiklopedisi, Türkiye Gazetesi Yayınları.
2 İmâm Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn Mea Tahric Hâfız el-Irâkî, c.2, cüz:8, s.1364, Dâru’ş-Şa’b, Kahire; Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb, cüz:1, s.334, Mektebetu Dâri’t-Turâs, Kahire, 2001. Ayrıca mana bakımından benzer rivayetler için bkz., Ahmed b. Hanbel, ez-Zühd, s.103, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1983; Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, c.2, s.19, h.no:840, Müessesetu’r-Risâle, Beyrut, 1989.
3 et-Tîn, 95/4.
4 Pala, Ansiklopedik Dîvan Şiiri Sözlüğü.
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

1 kişi yorum yazdı.