Osmanlı Cihân Devleti, 3 kıtaya hükümrân olmuş büyük bir imparatorluktur. Bu imparatorluğun sebeplerinden cengâver, adil, mücahit bir devlet olmasının yanı sıra medeniyeti ve edebiyâtı da dikkat çeken bir unsurdur. Düşünün ki; orta çağın, yeni çağın cihânı titreten hâkimiyetli padişahlarının ekserisinin harb-gîrlik ve cengâverliğinin yanı sıra şair yanı da var idi.
Osmanlı Padişâhları deyince akla gelen ilk üç isim hiç şüphesiz Fatih Sultan Muhammed Han, Yavuz Sultan Selim Han ve Kânûnî Sultan Süleyman Han (rh.a.) olur. Bu üç padişah da i’lâ-i kelimetullah adına at sırtından inmemiş, sıcak ve rahat bir yatak yüzü görmemiş ve bize nice şehirler, nice şâheserler, nice emanetler bırakıp da göçmüşler âlem-i bekâya… İşte bu pâdişahların bize bıraktığı eserlerden bir kısmını da şiirler oluşturur.
Yukarıda isimlerini yazmakla ve anmakla şeref-yâb olduğumuz bu üç padişahımız da divan sahibidir. Biz bu yazımızda ’Selîmî’ mahlâsı ile şiirler yazan, beyitler kaleme alan, Osmanlı’ya hilâfeti ve kutsal emânetleri getiren, ıssız ve uçsuz bucaksız, susuz çöllerde önderi bizzât Rasûl-i Kibriyâ (s.a.v.) olan Sultan b. Sultan Yavuz 1. Selim Hân’ın ’Şefaât yâ Kerîm’ isimli muhteşem nâ’tını haddimiz ve hakkımız olmaksızın tahlil etmeye çalışacağız biiznillâh. Gayret bizden, tevfîk Ulu Yezdân (cc)’dandır.
Yavuz Sultan Selim Han
Tahlilimize geçmeden önce Yavuz Sultan Selim Han hakkında kısaca bilgi vermek istiyorum.
Yavuz Sultan Selim Han 1470’te Amasya’da doğmuştur. Babası Sultan II. Bâyezîd (Bâyezid-i Velî)’dir. Padişahlık sırası 9’dur. Yavuz’u, diğer padişâhlara nazaran önemli kılan çok mühim bir hadise vardır. O hadise halifelik hadisesidir. 1517’de Ridâniye Savaşı’nda hilâfeti elinde bulunduran Memlüklere son veren Yavuz, hilâfeti, kutsal emânetleri ve Harameyn’i Osmanlı’ya katmış, kendisi de halife olmuştur. 8 yıllık hükümdarlığı süresince Güneydoğu Anadolu bölgesini, Mısır, Hicâz ve Arap Yarımadasını ve daha birçok yeri Allah’ın tevfîki ile fethetti. Yavuz Sultan Selim Hân ile ilgili şu kıssayı da paylaşıp şiirin tahliline geçelim:
Yavuz devrinde bir yaşlı fakir yokluğa düşmüş. Yatmadan önce ellerini açmış Kimsesizler Kimsesi’ne:
’Yâ Rabbi! Gece örtünce bir yorgan gibi gündüzünü, kalkıp sana yöneldim. Bana verdiğin derdin dermanını sende aramaya geldim. Uğruna on sekiz bin alemi yarattığın Habîbi’nin ümmetiyim. Dostlarının müntesibiyim. Onların hatırına Sen’den derdime derman diliyorum. Biliyorsun; ben fakir bir kimseyim. Çalıştım, elimden geleni yaptım ama borçlarımı ödemeye malik olamadım. Bu nedenle elimden gelmeyenler için Sana sığınırım. N’olur, beni; hanımıma, çocuklarıma, dostlarıma, sevdiklerime mahcup etme! Borçlarımı ödemem için bana bir yol göster! Niyetim Sen’den ve sevdiklerinden tarafa olmaktır. Herkes uyurken kalkıp, Sana yöneldim. Yâ Rabbi! Ben üzerime düşeni yaptım. Derdimi bildirdim. Şimdi gidip derdime derman ümidi için dinleneceğim.’
Fahr-i Âlem Efendimiz, rüyâsında derdine derman dileyen bu fakir kişinin yanına geldi. Ona bir şeyler söyledi ve gitti. Bir müddet sonra sabah oldu. Bu fakir kimse hanımına:
’Padişahımızın yanına gidiyorum. Beni merak etme.’ dedi. Yolda giderken şöyle şükrediyordu:
’Çok şükür derdimi, derman verecek olana söyledim. Gidip de derdimi başka başka kişilere şikayet etmedim. Eğer böyle yapsaydım, merhametliyi merhametsize şikayet etmiş olurdum!’ Bir müddet sonra sarayın kapısına dayandı. İçinden:
’Yâ Rabbi! Biliyorum, Sen kulunu korursun. İzin ver Yavuz’unun bu fakire faydası dokunsun.’ dedi. Muhafız Yeniçeri ihtiyar adamı durdurup:
’Dur bakalım ne istiyorsun.’ dedi.
’Padişahımızla görüşmek istiyorum.’ diye cevap verdi fakir.
’Olmaz kardeşim; bu işin bir edebi, bir erkânı var. Senin karşında Cihan Sultanı Yavuz Sultan Selim var.’ diye karşılık verdi. Fakir durakladı:
’Edebi erkânı öğrendim büyüklerimden. Haberin var mı Yavuz’uma söyleyeceklerimden? Bunca yolu keyfimden gelmedim ben. Aç kapıları gireyim, Yavuz’umu sevindireyim!’
Kapı ağası kapıları açtırıyor ve Yavuz Sultan Selim Han’ın adamı Hasan Can, bizim fakiri alıp padişahın huzuruna çıkarıyor. Padişah:
’Buyrun sizi dinliyorum, bizi görmeyi murâd etmişsiniz.’ Fakir:
’Sultanım bana bir kese altın verecekmişsiniz.’ Sultan Selim:
’Peki sana bir kese altın vermem için bana bir sebep söyleyecek misiniz?’ Fakir:
’Müsaadenizle anlatayım: Ben dün gece rüyamda Fahr-i Âlem Efendimizi (s.a.v.) gördüm. Buyurdular ki: ’Bizim Selim’e söyle; sana bir kese altın versin. Sebebini sorarsa eğer, her gece okuyup bana hediye ettiği salavât-ı şerif’i dün gece unuttuğunu söylersin. Bunun telafisi için sana bir kese altın versin.’
Bunu duyan Yavuz Sultan Selim heyecana kapılmış ve:
’Buyur, bu bir kese altının!’ demiş. Fakir ise sevinç ile:
’Allah razı olsun sultanım!’ demiş. Yavuz heyecanla:
’Ne dedi demiştin?’
’Bizim Selim’e söyle; sana bir kese altın versin.’ Sultan Selim:
’Buyur, bu bir kese altının!’ Fakir yine sevinç ile:
’Allah razı olsun sultanım!’ dedi. Sultan Selim Hân:
’Bir daha söyler misin; ne dedi demiştin?’ Fakir de:
’Bizim Selim’e söyle; sana bir kese altın versin.’ Sultan Selim Hân:
’Bizim Selim’ mi dedi, emin misin?’ diye tekrarlattı.
’Evet sultanım, eminim.’ diye cevap verdi fakir. Yavuz Sultan Selim bu sefer de:
’Nasıl dedi?’ diye sordu ve fakir:
’Bizim Selim’e söyle; sana bir kese altın versin.’ şeklinde cevap verdi. Selim Han:
’Bizim Selim’ dedi öyle mi?’ diye sorarak tekrar duymak istediğini belli etti ve art arda heyecanla sordu:
’Bizim Selim’ dedi; öyle mi?’ Fakir her söylediğinde Sultan Selim Han bir kese altın verdi. Sonra Hasan Can huzura girdi. Sultan Selim Hân, Hasan Can’a dönerek:
’Hasan Can duydun mu? Fahr-i Âlem Efendimiz benim için ’Bizim Selim’ demiş!’ dedi gülümseyerek. Hasan Can:
’Duydum sultanım, çok bahtiyar oldum. Öyle ki; söyleyen de çok bahtiyar oldu.’ dedi ve padişahın kendinden geçerek kese kese verdiği altınları görünce fakire dönerek:
’Sonra yine gelirsiniz, olur mu?’ dedi. Fakir de:
’Olur, ben müsaadenizi istiyorum.’ dedi. Yavuz Sultan Selim Hân da:
’Müsaâde Allah’tan size selâmet diliyorum.’ diye cevap verdi. Fakir gittikten sonra Hasan Can’a dönerek:
’Sen o fakiri göndermeseydin ne’m varsa verir idim.’ dedi Sultan Selim Hân.
Bu hoş menkıbeden sonra Şefaât ya Kerîm isimli şiiri tahlil edebiliriz.
’Ey cemâli nûr-i çeşm-i evliyâ
El-meded ey mâ’den-i nûr-i hûdâ’
’Evliyâ’ kelimesi çoğumuzun mâlûmudur ki; velî kelimesinin çoğuludur. Bu kelimenin sözlük anlamı ’dost’, ıstılahî mânâsı ’Allah’ın yakınlığına erişmiş, Allah’a dost olmuş zât’ların genel adıdır.
Tekke-Tasavvûf Edebiyatı’nda ve devâmı niteliğinde olan Divân Edebiyatı’nda ’çeşm’, en çok kullanılan güzellik unsurlarından biridir. Sözlük anlamı ’göz’dür. ’Çeşm, âhû, müjgân’ gibi güzelliğin vasfını belirten kelimeler, Divân Edebiyatı içinde ’remz’ yani ’işaret’ olarak adlandırılmıştır.
’El-meded’ ifâdesi ’imdâd’ kelimesinden gelmektedir, ’yardım’ anlamındadır.
Beyitte geçen ’mâden’ kelimesi de bilinen vechi ile kıymetli şeylerin kaynağı olan yerdir.
’Hudâ’ kelimesi ise Hz. Allah (c.c.)’nun isminin Farsça karşılığıdır.
’El-meded ey mâ’den-i nûr-i hûda’ mısrâı ’tekrîr’ yani yinelemedir. Bu ve aşağıdaki tüm beyitlerin ikinci mısrâı bu sözlerdir. Hâsılı, Yavuz Sultan Selim Han bu beytinde, -günümüz Türkçe’si ile- şöyle demiştir:
’Ey cemâli, Allah dostlarının gözünün nûru olan!
Yardım et, ey Allah’ın nûrunun mâdeni (kaynağı)!’
’Hâk-i pâyi tûtiyâ-yı asfiyâ
El-meded ey mâ’den-i nûr-i Hûdâ’
Bu beyitte de ince sanatların ve derin mânâların olduğunu görebiliriz. Evvelen kelime anlamlarını vererek başlayalım.
’Hâk’ toprak, ’pây’ ayak, ’tûtiyâ’ sürme, ’asfiyâ’ ise saf, samimi demek olup sûfî kelimesinin çoğulunu –sûfîler- ifâde eder.
Burada Yavuz Selîm Hazretleri, asfiyânın yani sûfilerin gözlerine çektiği sürmenin, O’nun (s.a.v.) ayağının bastığı toprak olduğunu belirtmiştir. Sürme, asıl itibari ile toprak gibi olduğu için, sürme Peygamberimizin ayağının bastığı toprak olmuştur. Burada mecâz-i mürsel kâidesi vardır. Günümüz Türkçe’sine çevirdiğimizde:
’(Ey) Sûfîlerin sürmesi, ayağının bastığı toprak olan!
Yardım et, ey Allah’ın nûrunun mâdeni (kaynağı)!’ anlamını buluruz. Bu sözler öyle derin bir aşk-u muhabbet ile söylenmiş, öyle samimi bir cezbe ile söylenmiş ki; ’Peygamberimizin mübârek ayaklarının bastığı toprağı gözlere sürme çekmek’ mısrası, bu beyitlerin yazıldığı zamandan asırlar sonra bile kalplerimizde bir rikkâte, bir harekete vesile oluyor.
’Kimse Sensiz bulamaz Hakk’a vusül
Feyz-i lütfunla olur merd-i kabûl’
Beyitte ’vusül’ kelimesi ulaşmak, ’feyz-i lütuf’ Peygamberimizin hoş, güzel bolluğu, ’merd-i kabûl’ ise merd yani erkeklerin, yiğitlerin, adamların yahut sözlerinin doğruluğunun kabulü anlamına gelmektedir. Bu mısrâlarda doğrudan doğruya Rasûl-i Kibriyâ (s.a.v.) Efendimize seslenen Yavuz Sultan Selim Hazretleri, beyitte herkesin kolayca anlayacağı üzere ’Kimsenin Hakk’a, Peygamberimiz olmaksızın ulaşamayacağını ve erliklerin, yiğitliklerin, özü sözü bir olanların sözlerinin ancak Peygamberimizin feyzinden lütuf ile kabul edildiğini’ edebî bir lisân ile anlatmıştır. Günümüzde hayli revâçta olan bazı hocaların ’Peygambere gerek yok, sünnetlerine gerek yok’ sözlerine 490 küsur yıl evvelinden bu beyitlerle cevap veriyor ecdâdımız. Beyti günümüz Türkçe’si ile toparlamak gerekir ise:
’Kimse Sensiz (s.a.v.) Hakk’a ulaşamaz
Yiğitler, adamlar Senin (s.a.v.) güzel feyzinle (Allah tarafından) kabûl olur.’ şeklinde yorumlayabiliriz.
’Rahmete’n-li’l-âleminsin yâ Rasûl
El-meded ey mâ’den-i nûr-i Hudâ’
Edebiyatta ’söz sanatları’ bahsi vardır. Bu söz sanatlarından birisi de iktibâs’tır. İktibâs; bir âyet-i kerime’yi, hadis-i şerifi, yahut peygamberlerin, evliyanın sözlerini alıp şiirde kullanmaya denir. Bu mısrâlarda Enbiyâ Sûresi’nin 107. âyeti olan: ’Ve mâ erselnâke illâ rahmeten-li’l-âlemîn’ kısmı geçtiği için diyebiliriz ki; Yavuz Hazretleri, Enbiyâ Sûresi’nin ’Biz Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik’ âyet-i kerimesini bu şiirinde iktibâs etmiş, yani almıştır. Günümüz Türkçe’sine çevirdiğimizde mana:
’(Sen) âlemlere rahmetsin yâ Râsûl (Allah’ın elçisi)
Yardım et, ey Allah’ın nûrunun mâdeni (kaynağı)!’ şeklinde olur.
’Eyledim bî-hadd cürüm ile cerim
Oldum eşhâs-ı hevâ ile nedim’
Yine kelimelerin günümüzdeki karşılıkları ve anlamları ile başlayacak olur isek; ’bî-hadd’, haddi olmayan, hadsiz; ’cürüm ile cerim’, hata, suç, günah, kusur şeklinde olup aynı anlamlardadır. Aynı anlamda iki kelimeyi kullanmanın sebebi, şiiri ve verilmek istenen anlamı kuvvetlendirme isteğidir. Aşağı mısrâda ise ’eşhâs’ı, şahıslar, kişiler; ’hevâ’yı heves, dünyalık arzu ve ’nedim’i meclis, sohbet arkadaşı şeklinde anlamlandırabiliriz.
Namaza durduğunda Kâ’be’yi karşısında bulmadan namaza başlamayan, ’hâkimü’l-harameyn’ diye anıldığında ’hâkimü’l-harameyn’ değil; ’hâdimü’l-harameyn’ diye değiştirerek kendini tanıtan, Allah yolunda, Allah için sefere çıkan ve ıssız, uçsuz, bucaksız, ateş gibi Sîna Çölü’nü Peygamberimizin ardında, O’nun himmeti ile, imdâdı ile geçen cennetmekân Yavuz Hazretleri burada ’haddi olmayan suçlarının, günahlarının, hatâlarının olduğunu ve nefsine uyan, dünyalık hevesleri olan kişiler ile sohbet arkadaşlığı ettiğini ’tevâzuû gereği’ itiraf etmektedir. Bu mısrâı da günümüz Türkçe’sine çevirdiğimizde:
’Haddi olmayan suçlar, günahlar, hatalar eyledim
Nefsine, dünyalık arzularına uyan insanlara sohbet arkadaşı oldum.’ şeklinde olduğunu görürüz.
’Eyle isyânım şefaât ya Kerîm
El-meded ey mâ’den-i nûr-i Hüdâ’
’Şefaât’ kelimesinin lügatteki mânâsı ’aracılık’tır. Istılahî ve bu mısrâlarda geçen mânâsı ise peygamberlerin, büyüklerin, hatası, suçu, günâhı olan birinin bağışlanması için Hz. Allah’a aracılık etmesidir. ’Kerim’ Hz. Allah’ın esmâ-i hüsnâsından ve Peygamberimizin isimlerinden bir isimdir. Kerem sâhibi, cömert anlamındadır. Yavuz Sultan Selim Hân, bu mısrâlarda isyânkâr olduğunu, isyânının bağışlanması için Hz. Allah tarafından affedilmesi için de Peygamberimizden şefaât yani affedilmesi için ricâ olmasını istediğini ifâde ediyor. Zâten bu muhteşem şiir de mısrâlarda geçen ’Şefaât yâ Kerîm’ ile meşhûr olmuştur. Günümüz Türkçe’sine aktardığımızda:
’İsyânımdan dolayı, şefaât eyle (affedilmem için Allah’a ricâcı ol) ey Kerem Sâhibi (s.a.v.)
Yardım et, ey Allah’ın nûrunun mâdeni (kaynağı)!’ şeklinde okuruz.
’Ey keremkân-ı Rasûl-i Kibriyâ
Kemterîndir bu Selîmî pür-hâtâ’
Bu beyit, bu şiirin mahlâs beyitidir. Çünkü cennetmekân pâdişâhımız, Halife-i Rasûlillah Yavuz Sultan Selim Hân’ın mahlâsı, ’Selîmî’ bu beyittedir. Bu beyitte ’kerem’ yukarıda ifâde ettiğimiz gibi cömertlik anlamında; ’kân’ bir şeyin menbâı, kaynağı anlamında; ’kibriyâ’ büyük, ulu anlamındadır. Farsça bir kelime olan ’kemter’ aşağı, hakir, âciz, eksik, noksan gibi anlamlara gelir. ’Kemter’ kelimesinin sonundaki ’în’ ise Farsça bir son ektir, kelimeye ’pek, en’ anlamları katar. ’Pür’ de Farsça bir ön ektir ve kendisinden sonra gelen kelimeye ’dolu, çok’ anlamı katar. Günümüz Türkçe’sine çevirdiğimizde:
’Ey kerem, cömertlik kaynağı büyük Peygamber (Rasûl-i Kibriyâ)
Selîm, hata ile dolu ve pek hakirdir, aşağıdır’ şeklinde olur.
’Dergehinden ilticâ eyler atâ
El-meded ey mâ’den-i nûr-i Hudâ’
’Dergeh’ hepimizce mâ’lûm dergâh, tekke, mescit, makam, kat, huzur anlamlarına; ’ilticâ’ sığınma, barınma; ’atâ’ bağışlanma, ihsân anlamına gelmektedir. Günümüz Türkçe’sine çevirdiğimizde:
’ (Selîmî) Katından (Senden), ihsânına sığınmak ister
Yardım et, ey Allah’ın nûrunun mâdeni (kaynağı)!’ şeklinde okuruz.
Beyitlerdeki tüm ’ey’ler nîdâ sanatıdır. Ayrıca yukarıda ifâde ettiğimiz üzere: ’El-meded ey mâ’den-i nûr-i Hudâ (Yardım et, ey Allah’ın nûrunun mâdeni!’ mısrâı tekrir yani tekrardır, yinelemedir. Nîdâ sanatı ile tamamen Peygamber Efendimize sevgi ile, aşk ile, muhabbet ile, tevazu ile ve aczini itiraf eder bir şekilde hitap edilmektedir.
Atamız, ecdadımız, Peygamberimizin ’Bizim Selim’ dediği Yavuz Sultan Selîm Hazretleri’nin bu muhteşem şiirini haddimiz ve hakkımız olmayarak tahlil etmeye çalıştık.
Selâm, Hakk’a tâbî olanlara olsun!
Şefaât Yâ Kerîm
Özlenen Rehber Dergisi 159. Sayı
2 kişi yorum yazdı.