Özlenen Rehber Dergisi

159.Sayı

Zikrullah Canlılar İçin Biyolojik Bir İhtiyaç Mıdır!

’Haberiniz olsun ki, kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur (huzur bulur).’1

Rahmetli üstadımız Abdullah Farukî el-Müceddidî Hazretleri, geçen sayıda geçen ’İslam’da Zikir ve Sema’ adlı yazısında zikrullahın İslam dinindeki yerini ayet ve hadislerle geniş bir şekilde delillendirmiştir. Aynı zamanda rahmetli üstadımız, ilgili yazının Sema bölümünde de ruhumuzun zikrullaha olan gereksinimini gerek kendi deneyimlerinden gerekse çeşitli ulemanın sözlerinden yola çıkarak delillendirmektedir. Bizim bu yazımızda üzerinde duracağımız nokta ise başlıktan da anlaşılacağı üzere vücudumuzda ruh harici yer alan ceset olarak adlandırdığımız trilyonlarca organik yapıda hücrelerin bir araya gelmesiyle oluşmuş etsi yapıdaki bedenimizin zikrullaha olan ihtiyacını delillendirmek olacaktır.
Buradan aklımıza hemen şu soru gelebilir:
’Etsi yapıdaki bedenimizi oluşturan trilyonlarca sayıdaki hücrelerin de mi Allah’ın zikrine ihtiyacı vardır?’
Ya da başka bir soru:
’Temelinde çok sayıda cansız yapıdaki karbon, hidrojen, azot gibi atomların bir araya gelmesiyle oluşan hücrelerin (et parçasının) nasıl olur da zikrullaha ihtiyacı olabilir?’
Bu yazımızda işte bunun gibi sorulara biyolojik çerçevede Rabbimizin müsaade ettiği ölçüde cevaplar arayacağız. Zikrullahın biyolojik gerekliliği konusuna geçmeden önce rahmetli üstadımızın anlatımıyla zikrullahın bedenimizde yer alan ruh üzerindeki tesirini aktaralım.
Bir ayet-i kerimede Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: ’Mü’minler ancak o kimselerdir ki; Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. Âyetleri kendilerine okunduğu zaman (bu) onların imanını artırır. Ve onlar yalnızca Rablerine tevekkül ederler.’2 Abdullah Farukî hazretleri, yazısında bu ayet-i kerimeye şu sözlerle açıklık getirmektedir:
’Allah’ı zikretmek, ruhun neşe kaynağı olduğundan, ruhun bulunduğu vücudun her zerresine sirayet eden ilahî nurlar, o vücudu değirmen taşı gibi döndürmeye ve sallanmaya mecbur eder…’
Yine başka bir sözünde; ’Akıl başta iken, ruhun güzel bir söz işitmesi sonucu galeyana gelmesiyle o, vücuttan sıyrılıp kurtulmaya çalışır. Bir kuşun kafesten kurtulup uçmak istemesi gibi…’ demektedir.3
Ruhun zikrullaha olan ihtiyacını zahir ve batın ulemasının imamı Cüneyd-i Bağdâdî (k.s.) hazretleri şu sözleriyle desteklemektedir:
’Onları Allah Teâlâ ile (olan hallerine) bırakın, ferahlasınlar. Zira onlar, öyle bir topluluktur ki; (suluk ettikleri) yol, ciğerlerini parçalamış, (sarf ettikleri) emek (neticesinde uğradıkları meşakkat) kalplerini param parça etmiş ve göğüsleri daralmıştır. Artık hallerini tedavi için soluklandıkları zaman onlar üzerine hiçbir kabahat yoktur. Şayet sen onların tattığını tatsaydın, bağır(ıp çağır)malarını ve elbiselerini yırtma(ların)ı mazur görürdün.’4
Zikrullahın ruhumuz üzerine tesiri hususunda daha nice ayet, hadis ve çeşitli alimlerin sözleri olmasına karşın esas konumuz zikrullahın et parçası niteliğindeki bedenimiz üzerine etkisi olması hasebiyle rahmetli üstadımızın yazısından sadece ufak bir bölümü yazımıza aktardık. Zaten tasavvuf ile meşgul olan kişiler zikrullahın İslam’daki yerinden ve ruhlar üzerindeki tesirinden gerek bilgisel manada gerekse tecrübî anlamda fazlasıyla haberdardırlar. Bu sebeple bu bölümü özetleyerek şimdi cansız nesnelerden oluşmuş bedenimizin temel yapı taşı olan hücreler üzerinde zikrullahın ne denli tesir oluşturduğu ile ilgili bilim insanlarının deneyleri üzerinde duralım istiyorum.
Burada şu konuya açıklık getirmek istiyorum. Biz insanlar, bitkiler ve hayvanlar ile birlikte canlılar alemi içerisinde yer almaktayız. Bu sebeple bir insan canlı olarak nitelendirilir. Fakat insanı canlılar kategorisine sokan durum, ruhun et parçası olan bedene vermiş olduğu can olarak nitelendirilen hareketten kaynaklanmaktadır. Ölümden yani ruh bedenden ayrıldıktan sonra geriye kalan cesedin yani hücreler topluluğunun canlılık özelliği yoktur. Çünkü hücre dediğimiz yapı, temelde karbon, hidrojen, azot vb. cansız nesnelerden meydana gelmektedir. Mesela bir insan bedenen sağ iken bir kolu kopmuş olsa o koldaki hücreler daha önce bedendeki gibi hareket etmeyip cansız duruma geçmektedir. Eğer canlılık özelliğini hücre kendisi oluştursaydı kopan kolun canlılığına yani hareketliliğine devam etmesi gerekirdi. Buna göre insanlardaki canlılık, ruh kaynaklı olup bedende geriye kalan hücreler topluluğu sadece cansız nesneler topluluğudur. Buradan yola çıkarak bizim yazımızda izah etmeye çalışacağımız husus cansız nesnelerin de Cenâb-ı Hakk’ı (c.c.) anıp anmadığı veya anmaya ihtiyacı olup olmadığıdır.
Konunun hücre boyutundaki bilimsel izahına geçmeden önce kâinattaki canlı/cansız her şeyin Cenâb-ı Hakk’ı andığına (tesbih edip zikrettiğine) dair Allah Zülcelal Hazretlerinin Kur’ân-ı Azîmüşşân’ındaki bazı buyruklarını zikretmek istiyorum.
Bir ayet-i kerimede şöyle buyrulmaktadır:
’Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah’ı tesbih etmektedir. O, Aziz’dir, Hakîm’dir.’5
Yine Hadîd, Saf, Cumua’ ve Teğâbun surelerinin ilk ayetleri de aynı minvaldedir. Diğer bir ayet-i kerime ise şöyledir:
’Göklerde ve yeryüzünde bulunan kimselerle, sıra sıra (kanat çırparak uçan) kuşların Allah’ı tesbih ettiğini görmez misin? Her biri duasını ve tesbihini kesin olarak bilmektedir. Allah, onların yapmakta olduğu şeyleri hakkıyla bilendir.’6
Konuyla ilgili en geniş ifade ise İsrâ suresi 44. ayet-i kerimede şu şekilde yer almaktadır:
’Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tesbih ederler. Her şey O’nu hamd ile tesbih eder. Ancak, siz onların tesbihlerini anlamazsınız. O, halîm’dir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır.’7
Rahmetli üstadımız Abdullah Farukî el-Müceddidî hazretleri, Bakara Sûresi 148. âyetinin tefsirinde bir nevi yukarıdaki ayet-i kerimelerin de tefsiri niteliğinde olan bütün mahlukatın Cenâb-ı Hakk’ı nasıl zikrettiğini şu şekilde ifade etmiştir:
’Bir rivayette şöyle buyrulmuştur: ’Tüm behaimin (kara veya denizde yaşayan dört ayaklı hayvanlar; kuşlar ile yırtıcılar dışındaki tüm hayvanlar) ecelleri, yer haşaratının, bitlerin, pirelerin, çekirgelerin, at ve katırların, tüm binek hayvanlarının, ineklerin ve diğer (canlı)ların ecelleri (Allah’ı) tesbihe bağlıdır. Tesbihleri bitince Allah Teâlâ ruhlarını kabzeder. Bu (duru)mdan ölüm meleğine bir şey (müdahale) yoktur.’8
İnsanlar, melekler, cinler, hayvanlar ve bütün mahlûkat böyledir.
Mü’minler, bilerek ve severek, kendi ihtiyarları ve istekleriyle Cenâb-ı Hakk’ı (c.c.) zikrederler. Bununla berâber bütün mahlûkat gibi gayri ihtîyarî olarak da Allah’ı zikrederler. Ayrıca ibâdet ve itâatlerini ömürlerinin sonuna kadar sürdürürler.
Kâfirlere gelince; onlar Cenâb-ı Hakk’a inanmayıp gayri ihtîyârî olarak Allah’ı ömürlerinin son nefesine kadar mecbûren zikir ederler. Çünkü; her nefes alış verişlerinde ’H’ harfini çıkarırlar. ’H’ harfi ise lafzâ-i celâlin en son harfidir. Bu ’H’ harfi ise Esmâü’l-Hüsnâ’dan ’Hû’, ’Hak’ ve ’Hay’ esmâlarına uğrar ve ’Hay’ esmâsının tesîrinde kalarak Allah’ı zikrettirir. Zâten bütün canlılar ve zîruh (ruh sâhibi) varlıklar, ’Hay’ esmâsının sırlarından ve nurlarından istifâde ederek hayatlarını idâme ettirirler.
Meleklere gelince, onlar ise; Cenâb-ı Hak kendilerini yarattığı zaman kendilerine takdîr edilen hayatın her ânında durmaksızın, bıkmaksızın ve yorulmaksızın Allah’ı (c.c) tesbîh ederler. Zâten meleklerde isyan söz konusu değildir.9
Cinler ise, insanlar gibi mükelleftirler. Onların bir kısmı Allah (c.c.) ve Resûlü’ne iman etmiş, bir kısmı iman etmemiştir. Onlar da insanlar gibi doğar, yaşar ve hayatlarını idâme ettirip ölürler. Onlar rûhânî varlık oldukları için dünyada biz onları göremiyoruz. Ahiret hayatında ise onlar bizi göremeyecektir. Çünkü insanlar cinden daha latif olacaklardır.
Konunun girişindeki Haşr, Saf, Cumua’ ve Teğâbun surelerinin ilk ayetleri ile İsrâ suresi 44. ayet-i kerimeden de anlaşılacağı üzere bütün mahlûkât Allah’ı gayrı ihtiyârî olarak, mecbûren zikrederler. Cenâb-ı Hak başka bir âyet-i kerîmesinde: ’Ben insanları ve cinleri ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım.’10 buyurarak bu minval üzere mü’min, kâfir vs. herkese zorunlu olarak kendisini tesbih ettirmekte ve üstte zikredilen rivayette açıklandığı üzere bunların hayatlarını kendi zikrine bağlamaktadır. Bunun içindir ki Cenâb-ı Hak; ’İnsan, kendisinin başı boş bırakılacağını mı sanıyor?’11 buyurarak yaratılmışların asıl yaratılış gayesinin Cenâb-ı Hakk’ı zikretmek olduğuna dikkat çekmektedir.’
Abdullah Farukî hazretleri Tahrîm Sûresi 6. ayetin ledünnî tefsirinde cansız nesneler olarak bilinen cemadatı (taş, toprak, maden vb. şeyler) mahlûkatın 6. sınıfında yani en altında sıralamıştır ve cemadatın da Cenâb-ı Hakk’ı zikrettiğine dair şu sözleri söylemiştir:
’Cenâb-ı Hakk’ın doksan dokuz esmâsı tecellî hâlindedir. Biz farkında olmasak da, bütün mahlûkât, taşlar da dahil olmak üzere Allah (c.c)’ı zikrediyorlar.’
Bakara suresi 74. ayet-i kerimede Cenâb-ı Zülcelal Hazretleri taşların bile zatını zikrettiğine dair şu ayet-i kerimeyi buyurmaktadır:
’…Ve yine şüphe yok taşlardan öylesi vardır ki yarılır, kendisinden su çıkar. Ve yine şüphe yok, taşlardan öylesi vardır ki Allah korkusundan aşağıya düşüverir.’12
Tüm bu bilgilerden hareketle kainattaki tüm canlı/cansız yaratılmışlar Cenâb-ı Hakk’ı tesbih halindedirler. Bunu kavrarız ya da kavrayamayız. Fakat buna inanmak imanımızın gereğidir. Yolda giderken bir köpeğe çarparsın ve köpek ölür. Zahirde ölüm sebebi bizim o hayvana çarpmış olmamızdır. Fakat hakikatteki ölüm sebebi, önceki bölümdeki rivayetten yola çıkarak Allah Teâlâ’nın o canlıya takdir ettiği ve nasıl olduğunu anlayamadığımız zikir adedinin bitmesidir.
Şu ana kadarki bölümde öncelikle bedenimizdeki ruhun zikrullah gereksiniminden bahsettik. Ardından Allah’ı mahlûkattaki canlı veya cansız her şeyin andığını (tesbih ettiğini/zikir ettiğini) ayet, hadis ve rahmetli üstadımızın ledünni tefsirlerinden alıntılar yaparak izah etmeye çalıştık. Bu son bölümümüzde de;
’Bedenimizde yer alan trilyonlarca adetteki hücreler de Allah’ı tesbihe ihtiyaç duyar mı?
Hücrelerimizin Zât-ı Zülcelal Hazretlerini anması psikolojimize olumlu yönde katkı sağlar mı?
Yoksa sadece bedene can veren ruhun Cenâb-ı Hakk’ı anması yeterli midir?’ gibi sorulara yanıtlar aramaya çalışacağız.
Yapılan bazı bilimsel deneyler neticesinde; hayvan ve bitkilerin, insanlar gibi, dost ve düşmanlarını tanıdıkları, sevinip üzüldükleri, dış etkilere karşı anlamlı tepkiler verdikleri, bazı seslerden rahatsız oldukları, bazı seslerden de haz duydukları tespit edilmiştir. Buna göre yapılan bazı bilimsel deneylere göz atacak olursak:
Japon bilim adamı Prof. Dr. Masaru Emoto, içinde 70’ten fazla kristal resmi bulunan ’Su Kristalleri’ adlı kitabında; ’Su cansız bir madde değil, canlı ve duyguları algılayan kristallerden oluşmaktadır. Su, çevresinden pozitif ve negatif bilgileri alır ve ona göre tepki verir.’ diyor. Emoto’nun on iki yıl süren araştırmalarına göre su kristalleri, dış çevre tesirlerinin yanı sıra müzik, söz ve kavramlara da tepki veriyor. Su, ne kadar sevgi, duygu ve âhenk dolu söz ve musikî ile karşılaşırsa, altıgen kristal yapısı da o kadar güzel ve düzgün olmaktadır. Meselâ çekilen fotoğrafların birinde suyun yanında ’şeytan’ denildiğinde, kristaller geometrik bir biçime girerken, diğerinde de güzel sözlerle duâ edildiğinde suda, berrak ve estetik yapısı ile mükemmel bir altıgen ortaya çıkmaktadır (Foto 1).
Dr. Emoto, araştırmasıyla suyun sadece hafızasının ve bilgi taşıyıcı özelliğinin olmadığını, aynı zamanda kâinatın dilini ve gerçek sevgi titreşimini de yansıttığını ispatlamaktadır. Meselâ iki kavanozun içine haşlanmış pirinç konuyor. Birine teşekkür, diğerine aptal yazılıyor. Bir ay boyunca bu sözler bu şişelere söyleniyor. Netice çok enteresan: ’Aptal’ denen kavanozun içindeki pirinçler siyahlaşıyor ve kavanozdan çok kötü kokular çıkıyor. Diğerinde ise; pirinç beyaz kalıp, hoş bir koku yayılıyor (Foto 4). Bu da gösteriyor ki, kötü ve iyi sözler, pirincin içerisindeki su üzerinde tesirli oluyor ve böylelikle söylenen söze göre pirince olumlu ya da olumsuz yönde tesir ediyor.
Bağdat Üniversitesi’nde yapılan başka bir deneyde, üniversite bahçesinde aynı özellikleri taşıyan beş eşit ölçüde toprak alan hazırlanıyor ve bu beş alana aynı miktarda buğday tohumu ekiliyor. Birbirinden uzak olan bu beş alana yerleştirilen öğrenciler sırayla:
Birinci alandakiler, ekimi yapılan buğday tohumlarına haftada iki kez sesli bir şekilde Fatiha, İhlas ve Yâsîn surelerini okuyorlar.
İkinci alandaki öğrenciler, haftada iki kez buğday tohumlarına klasik müzik dinletiyorlar.
Üçüncü alandaki öğrenciler de hakaret içeren kötü sözler sarf ediyor.
Dördüncü alandaki öğrenciler haftada iki kez alana filizleri koparmak, alandaki başka otları yakmak ve çiğnemek suretiyle şiddet uyguluyorlar.
Beşinci alandaki buğday tohumlarına ise harici hiçbir uygulama yapılmayıp doğal büyüme seyrine bırakılıyor.
Dört ay sonunda bu beş alandaki buğday ekinlerinin sonuçları ilahi bir mesaj niteliğindedir:
Fatiha, İhlâs ve Yâsîn surelerinin okunduğu alandaki buğdayın boyları hiçbir müdahalenin olmadığı beşinci alandaki buğdaydan % 175 daha fazla, buğday hacim ve artışında ise % 44’lük bir artış tespit edilmiştir. Klasik müzik dinletilenlerde % 25’lik bir artış olurken, kötü sözler sarf edilen alandakilerde artış eksi % 35 ve şiddet uygulanan alandakilerde ise artış eksi % 80 olmuştur.
Bu deneyle cansız nesneler gibi duran bitkilerin ilahi kelâm ile diğer kelâmları birbirinden ayırt ettiği de görülmüştür. Yine benzeri bir deneyi evdeki aynı tür üç saksı bitkisi üzerinde denemiştir. 6 Mart 2014 tarihinde üç saksı çiçeği üzerinde başlatılan deneyde çiçeğin birisine seni seviyorum (güzel söz), diğerine senden nefret ediyorum (kötü söz) ve üçüncüsüne de kontrol grubu olması hasebiyle herhangi bir olumlu veya olumsuz söz söylemeyerek bir ay boyunca gelişimleri izlenmiştir. Bir ay sonunda Foto 4’de de görüldüğü üzere seni seviyorum denen saksı çiçeğinin en fazla gelişim gösterdiği ve çiçeklerinin oldukça parlak ve gür olduğu gözlenmiştir. Diğer iki grup saksı çiçeklerinin ise başlangıçtaki mevcut durumundan daha geriye gittiği ve hatta kontrol grubunun solma aşamasına geldiği görülmüştür.
İnsanların Cenâb-ı Hakk’ın o güzel isimlerini zikir etmeye olan ihtiyacı, abdestin ve bazı ibadetlerin insanda oluşturduğu etki ve insan ruhunda meydana getirdiği enerji konuları üzerine araştırmalar yapan Kahire Aktif Enerji sistemi uzmanı Dr. İbrahim Kerim, araştırmaları sonucunda bir uzman gözüyle şunları ifade etmiştir; ’Esmâü’l-Hüsnâ’nın her birinin, muayyen bir güce sahip olduğunu, o isimlerin zikredilmesi durumunda ruhta muayyen bir enerjinin ortaya çıktığı ve düzenli olarak zikredilen esmanın bir veya daha fazla organa muayyen bir tesir yaptığı ve bunun Allah’ın (c.c.) muhtelif isimlerinin zikri esnasında vücutta meydana gelen titreşimlerin ölçülmesiyle anlaşıldığını söylüyor. Ayrıca araştırmacı, Biyo-geometri bilim dalıyla Radiesthesia (Vücut frekansı) bilimleri çerçevesinde yaptığı araştırmada ibadetteki bazı ses ve hareketlerin insanda oluşturduğu tesirler konusunda şunları ifade ediyor: ’Biz Müslümanlar olarak dua ve namaz gibi ibadetleri bazı hareketlerle yapmaktayız, Namazda tahiyyatta, teşehhüt esnasında parmak kaldırma hareketini defalarca ölçtüm, deneylere tabi tuttum, gördüm ki, şahadet parmağının kaldırılması esnasında bir ruhi enerji meydana geliyor, sol elin parmağı ile yapılan aynı harekette ise, herhangi bir enerji görülmüyor. Dua esnasında kaldırılan elde, şahadet parmağı hareketinde olduğu gibi ayni ruhi enerjiyi tespit ettim. Böylece ibadet her organ hareketinin ruhi bir enerji oluşturduğu hususu anlaşılmış oldu.’ demiştir.
Tüm bu bilimsel çalışmalar ışığında insan vücudunun doğduğunda yaklaşık % 80’inin, yetişkin hale geldiğinde ise yaklaşık % 70’inin de sudan oluştuğu, yine yeryüzünün yaklaşık % 70’inin su olması, yine vücudumuzun en sert kısımlarından olan kemiklerimizin bile yaklaşık % 25’inin su olduğunu göz önüne aldığımızda suyun canlılar aleminin en önemli yapı taşı olduğu görülmektedir. Yine Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerim’inde insanın yani Âdem (a.s.)’ın yaratılışını kastederek:
’Andolsun ki biz insanı kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattık.’13 diyor. Yine kimi hadis-i şeriflerde geçen Havva anamızın Âdem (a.s)’ın bir kaburga kemiğinden yaratıldığı14 hakikatine binaen gerek ayet-i kerimede yaratılış hammaddesi olarak bahsi geçen çamur ve balçığın da yapısında su olması, yine yukarıda bahsettiğimiz üzere Havva anamızın yaratıldığı kemik yapısının da ¼ oranında su içermesi gerçeğinden hareketle kimyasal olarak iki H ve bir O atomundan oluşan suyun canlıların temel yapı olduğu görülmektedir. Nitekim yaratılışı kabul etmeyen sözde bilim dünyası bile karadaki canlılığın başlangıcının denizlerdeki sudan kaynaklandığını söyleyerek aslında suyun canlılık âlemi için ne kadar önemli olduğunu onlarda kabul etmektedirler.
Bir ayet-i kerimede de şöyle buyrulmaktadır: ’Her diri şeyi sudan yarattık.’15
Canlılık içindeki suya bu kadar dikkat çekmemin sebebi, suyun sanki akıl sahibiymiş gibi güzel ile çirkin sözleri ayırt etmesi, farklı resimlere farklı kristal şekline bürünmek suretiyle cevap vermesi, farklı mekânlarda farklı şekiller alması gibi daha birçok olayda etrafındaki gelişmelere kayıtsız kalmamasındandır. Canlılık aleminin de değişen oranlarda su molekülünden oluştuğu dikkate alındığında Rabbimizin Kur’ân-ı Kerim’inde: ’Haberiniz olsun ki, kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur (huzur bulur).’16 sözünün çok daha anlamlı hale geldiği ve insanın (canlıların) huzur ve sakinleşmesi için etrafında güzel söz ve isimlerin sarf edilmesinin gerekliliği ortaya çıkmaktadır. Prof. Emoto’nun su kristallerini gözlemleyerek açıklayamaya çalıştığı ve çeşitli aktivitelerle etrafına yaymaya çalıştığı olay da budur. Fakat Prof. Emoto’nun kaçırdığı olay şudur ki, kainatta en güzel isimler ve sözler Cenâb-ı Hakk’a ait olduğuna göre insanın hem dünya hem de ahiret saadeti için bu söz ve isimleri bol bol tekrar etmesi yani Allah’ı zikir/tesbih etmesi gerekmez mi?
Ayet-i kerimede vurgulandığı üzere17 Allah’ı (c.c.) cansız nesneler de tesbih etmektedir. Buna göre ne atom çekirdeği etrafında dönen elektronlar, ne güneş etrafında dönen gezegenler, ne galaksi merkezi etrafında dönen yıldızlar topluluğu, ne de hacıların Kâbe etrafında dönmeleri rasgele ve anlamsızdır. Dikkat edecek olursak hepsi bir merkez etrafında, sağdan sola doğru, bir amaç doğrultusunda dönme işlemlerini yapmaktadırlar. Nasıl ki Kâbe etrafında tavaf yapan insanlar Allah’ı tesbih ve zikir halinde iseler işte elektronlar, gezegenler, yıldızlar ve sayamadığımız birçok nesneler topluluğu da Cenâb-ı Zülcelal’i tesbih etmektedir. Fakat ayet-i kerimede de vurgulandığı18 üzere bizler bu tesbihatları algılayamıyoruz. Bu tesbihatları ne kadar anlayamasak da en azından çayımızı karıştırırken sağdan sola doğru karıştırmakla, tırnaklarımızı keserken elimizi daire gibi düşündüğümüzde sağdan sola doğru kesmekle ya da bir mecliste ikramda bulunurken meclisteki en faziletli kişinin sağından başlamak suretiyle sağdan sola doğru serviste bulunmak suretiyle cansız nesnelerdeki gibi Cenâb-ı Hakk’ı tesbih etmiş oluruz.
Bütün bu ilmî gerçeklerden hareketle, gerek Allah’ın (c.c.) nimetlerine bir teşekkür ve hamd ifadesi olarak, gerekse kurtuluş reçetemiz olarak ne kadar meşru yönde alışkanlık ve davranışlarımız varsa bütün bunları Cenâb-ı Hakk’ı en iyi tanıyanın, yani Habib-i Kibriya (s.a.v.)’in yaşantısına (sünnetlerine) benzetmek suretiyle Allah’ın (c.c.) rahmetine mazhar olabiliriz. Başlangıçta bu hareketlerimiz taklitten ibaret olsa da ilerleyen zaman içerisinde bu hareketler inşallah davranış (ahlak) haline dönüşecektir. Örneğin; yiyip içmede, yatıp kalkmada, giyinmede, araca inip binerken, hülasa bütün günlük işlerimizi Fahr-i Kainat Efendimiz (s.a.v.) ve ashabının ahlâkına benzeterek her daim Cenâb-ı Hak gönüllere nakşolunacak ve böylelikle bu davranışlarımızı da ibadete dönüştürmüş olacağız inşallah.

Kaynaklar:
- Rehber Dergisi.
- EMOTO, Masaru, The Message from Water, Emoto Peace Project.
- http://www.emotopeaceproject.net. Masaru Emoto, Resmi Web Sitesi.



Foto 1. Su kristalleri deneyi (çeşitli sözcüklere maruz bırakılan su kristallerinin görüntüleri)




Foto 2. Su kristalleri deneyi (çeşitli sözcüklere maruz bırakılan su kristallerinin görüntüleri)





Foto 3. Pirinç deneyi (çeşitli sözcüklere maruz bırakılan pirinç tanelerindeki renk değişimi)


Foto 4. Saksıdaki bitki deneyi (Bir ay boyunca çeşitli sözcüklere maruz bırakılan saksı bitkisindeki gelişim düzeyi)


(Endnotes)
1 er-Ra’d, 13/28.
2 el-Enfâl, 8/2.
3 el-Müceddidî, Abdullah Fârukî, İslam’da Zikir ve Rabıta, FİAV Yay., Ankara 1997, s. 39.
4 İbn-i Âbidîn, Mecmûatu Rasâil’İbni Âbidîn, er-Risâletu’s-Sâbia el-Müsemmâ ’Şifâu’l-Alîl…’, c.1, s.172; Abdulvahhâb eş-Şa’rânî, et-Tabekâtu’l-Kübrâ el-Müsemmâ Bi-Levâkihi’l-Envâri’l-Kudsiyyeti Fî Menâkıbi’l-Ulemâi Ve’s-Sûfiyyeti, c.1, s.307, Mektebetu’s-Sekâfeti’d-Dîniyyeti, Kahire, 2005; İbrâhîm ed-Dusûkî, el-Cevheratu’l-Mudîetu, s.200, Mektebetu’r-Rifâ’iyyi, Kahire, 1998. Ahmed b. Hanbel (rh.a.)’den nakledilen benzer bir rivayet için bakınız: İbn-i Muflih el-Makdisî, el-Âdâbu’ş-Şer’iyye Ve’l-Minehi’l-Mer’iyye, c.2, s.308, Müessesetu’r-Risâle, Beyrut, 1999.
5 el-Haşr, 59/1.
6 en-Nûr, 24/41.
7 el-İsrâ, 17/44.
8 Ebu’ş-Şeyh el-Esbehânî, Kitâbu’l-Azame, c.5, s.1735, h.no:1210/36, Dâru’l-Âsıme, Riyad; Ukaylî, ed-Duafâu’l-Kebîr, c.4, s.321, h.no:1923, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut.
9 Bkz., el-Enbiyâ, 21/19-20.
10 ez-Zâriyât, 51/56.
11 el-Kıyâme, 75/36.
12 el-Bakara, 2/74.
13 el-Hicr, 15/26.
14 Buhârî, Nikâh, 79; Müslim, Radâ’ 65; Tirmizî, Talâk, 12; Dârimî, Nikâh, 45; Ahmed b. Hanbel, II/428, 449, 530 ve V/164.
15 el-Enbiyâ, 21/30.
16 er-Ra’d, 13/28.
17 el-Haşr, 59/24.
18 el-İsrâ, 17/44.
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.