Bismillâhirrahmânirrahîm
İslam’ın, toplumun birlik içerisinde ve beraberce yaşayabilmesi açısından getirdiği sistemlerden bir tanesinin de zekât sistemi olduğunu biliyoruz. Zekât, belli miktarda ihtiyaç fazlası mal varlığına sahip olan ve İslam’ın ’zengin’ olarak tabir ettiği Müslümanların, bu mallarından bir bölümünü yine Kur’an’da belirtilen 7 sınıf insana verilme işlemidir.1 Rabbimiz Teâlâ bu verme işlemini, varlıklı insanlar üzerinde bir hak olarak açıklayarak: ’Onlar, mallarında; isteyenler ve (isteyemeyip) mahrum kalanlar için belli bir hak bulunan kimselerdir.’2, ’Mallarında (yardım) isteyen ve (iffetinden dolayı isteyemeyip) mahrum olanlar için bir hak vardır.’3 şeklinde bahsetmiştir.
Bununla beraber zekâtın sadece maldan mücerret bir şeylerin çıkılması şeklinde anlaşılmasına da izin vermeyen Rabbimiz aslında onun bir temizleme işlemi olduğunu da bizlere hatırlatmaktadır. Bu anlamdaki ayette Rabbimiz: ’Onların mallarından sadaka al ki, onunla kendilerini temizlersin, tertemiz edersin. Bir de haklarında hayır dua et. Çünkü senin duan onlar için sükûnettir (onların kalplerini yatıştırır.) Allah işitendir, bilendir.’4 buyurmaktadır.
Bunun gibi birçok ayet ve hadislerde bahsi geçen ve hakkında ihtilaf olmayan zekâtın nasıl ve ne kadar verileceği konusunda elimizde birçok kaynak bulunmaktadır. Biz bu yazımızda bunların dışında zekâtla alakalı bazen yanlış anlaşılabilen ve insanların hataya düştükleri bir konudan bahsedeceğiz. Bu itibarla zekâtın kimlere verildiğinin ve bu Kur’an’da bahsi geçen 7 sınıf insanın âlimlerce açıklanmasının bizlere faydalı olacağı kanaatindeyiz. Ayette bahsi geçen bu yedi sınıftan bazıları açıklamaya gerek duyulmadan anlaşılabilirken bazıları ise âlimlerimizin hadisleri kaynak alarak yaptıkları açıklamalar ile daha anlaşılır hale gelmiştir.
Öncelikle Rabbimiz Teâlâ Tevbe Suresi 60. ayette: ’Sadakalar (zekâtlar) Allah´tan bir farz olarak ancak, yoksullara, düşkünlere, (zekât toplayan) memurlara, gönülleri (İslâm´a) ısındırılacak olanlara, (hürriyetlerini satın almaya çalışan) kölelere, borçlulara, Allah yolunda olana, yolda kalana mahsustur. Allah pekiyi bilendir, hikmet sahibidir.’ buyurarak zekâtın verilebileceği 7 sınıf insandan bahsetmektedir. Bunları sırasıyla açıklayalım:
1- Fakir ve Miskinler
Tanım olarak fakir az da olsa bir şeye malik olan, miskin ise hiçbir şeye sahip olmayan kimseye denmektedir. Ayet sarahaten bu gruba zekâtın verilebileceğini belirtmiştir.5
Hanefîler, ayette zikredilen fakiri; ev ve ev eşyası gibi aslî ihtiyaçlarını karşılayan malı olsa da gelirleri ihtiyaçlarını karşılayamayan, nisap miktarından daha az malı bulunan kimse olarak anlamışlardır. Yine miskin de Hanefi ulemasının çoğunluğuna göre fakirden daha az veya hiç varlığı olmayan kimsedir.
İmam Ebû Yusuf (rh.a.) ise, ’fakir, Müslümanların yoksuludur, miskin de İslâm diyarlarında yaşayan ehl-i kitabın yoksuludur diyen sahabeler de vardır’ demiştir. Nitekim Hz. Ömer (r.a.), kölesi olan Yahudi bir adamı beytu’l-mâl’e göndermiş ve oradan adama yardım yapılmasını emretmiştir. Bu emrini de Tevbe suresi 60. ayete dayandırarak, ayette geçen miskinleri, ’ehl-i kitabın yoksulları’ şeklinde açıklamıştır.6 Şuanda fazla bir ehemmiyeti ve tartışma zemini olmayan bu bölümün en azından hafızalarda bilgi olarak kalmasında fayda vardır.
Bir fakire ne kadar verileceği konusunda, kesin bir ölçü yoktur. Bu, kişinin mesleğine, yaşadığı muhit ve şartlara göre değişir. Meselâ mesleği terzilik, marangozluk, kasaplık vs. olanlara sanatlarını yürütebilecek ve meslektaşlarının bulundurduğu alet ve makineleri satın alabilecek kadar, çiftçiye sürekli kendisine yetecek, tarla, bahçe alabilecek kadar zekât verilebilir. Sanat ve mesleği olmayan muhtaçlara da yaşadıkları çevrenin şartlarına göre bir ömür boyu yetecek miktarda zekât verilebilir.
Fakihler, maddî imkânsızlığından dolayı evlenemeyenlere ’evlenme yardımını’, ilim tahsili için çalışanlara ’kitap almaları için yapılacak yardımları’ da kifaye (yeterlilik) kavramının kapsamına almışlardır.
Kişinin zekât vermesine sebep olan zenginliği şu iki durumda ele alabiliriz;
1. Kişinin hangi neviden olursa olsun, nisab miktarı artıcı vasıftaki zekâta tâbi mallardan birine sahip olmasıdır. Meselâ 20 miskal (=85 gr.) altın veya 200 dirhem (=595 gr.) gümüş yahut bunların karşılığı paraya sahip olan zengin sayılır. Aynı şekilde beş deveye veya kırk koyuna yahut otuz sığıra mâlik olan da zengin sayılır. Bütün bunlar zekât mükellefidir. (Zamanımızda gümüşün değeri aşırı derecede düştüğü için 595 gr. gümüş ve bunun TL karşılığı nisap sayılamaz. Ya altın veya sayılan diğer malların ortalaması esas alınmalıdır). Bir kimse aynı zamanda kendisinden zekât alınan zengin ve kendisine zekât verilen fakir olamaz.
2. Kişinin temel ihtiyaçlarından fazla ’artıcı’ özellikte olmayan nisab miktarı mala sahip olmasıdır. Burada anlaşılması gereken önemli noktalardan birisi de şudur ki; bu durumdaki kişinin, zekât vermesi farz olmamakla beraber:
a) Zekât alması haramdır.
b) Fitre vermesi vaciptir.
c) Kurban kesmesi vaciptir.
Temel ihtiyaçlarından fazla mal varlığı olmayan kişiye, bu mallarının değeri ne olursa olsun, zekât verilebilir. Çünkü temel ihtiyaçlar, zekât hukuku yönünden yok farz edilir.
Hanefîler’e göre şer’an zengin bir erkeğin küçük çocuğu da babasına nispetle zengin sayılır. Ona da zekât verilemez. Fakat zengin bir kadının fakir ve yetim çocuğuna -babası Müslüman ise- zekât verilebilir. Zira çocuğun nesebi babaya aittir. Annesinin serveti sebebiyle zengin sayılmaz. Aynı şekilde bir kimse zengin bir şahsın fakir olan babasına, büyük oğluna veya kızına ve hanımına zekât verebilir. Çünkü bunlar müstakil velayete sahiptirler. Babanın servetiyle zengin sayılmazlar.
2- Amiller (Zekat Memurları)
Sözlükte bir iş yapan, işçi, zanaatkâr gibi manalara gelen ’âmil’, terim olarak, zekât gelirlerini toplamak ve dağıtmakla görevlendirilen kişiyi ifade eder.7
Hadislerden bize geldiğine göre amil, genel olarak zekâtları toplama görevinde çalışırken devlet tarafından kendisine zekâttan, kendisiyle çoluk çocuğunun normal bir şekilde geçinebilecekleri kadar maaş verilen kimsedir. Bunun için zekât memuru zengin de olsa (Hâşimi olmamak şartıyla) zekât alabilir. Fakat eğer Hâşimi olursa alamaz.8
Zekât amirliğine tayinde aranacak şartlar, âmillerin hak ve görevleri ve âmillerin ücreti konuları fıkıh literatüründe etraflı bir biçimde ele alınmıştır. Bu konudaki ayrıntılar ve görüş ayrılıkları bir yana, bütün bilginlere göre, zekât âmillerinin ücrete veya zekâttan paya hak kazanabilmeleri için fakir olmaları şart değildir. Zira Hz. Peygamber (s.a.v.), zekâtın -beş kişi müstesna- zengine helâl olmayacağını belirtmiş ve bu beş kişi içinde zekât âmillerini de saymıştır.9
3- Müellefe-i Kulûb
İlgili âyette zekât verilecek dördüncü grup, ’müellefe-i kulûb’ olarak nitelendirilmiştir. Müellefe-i kulûb; kalpleri kazanılmak, İslâm’a ısındırılmak veya kötülüklerinden emin olunmak istenen yahut Müslümanlara faydalı olacakları umulan kişilerdir. Bu tanıma göre müellefe-i kulûb Müslümanlar ve gayrimüslimler olmak üzere ikiye ayrılır.10
Ancak Hanefî uleması bu konunun Peygamber (s.a.v.) zamanında geçerli olduğunu ve O’ndan sonra zekâtın verileceği gruplardan sayılmayacağını söylemektedirler. Buna delil ise şu olaydır: Hz. Peygamber (s.a.v.) gerek zekât ve gerekse fey ve ganimet gibi diğer devlet gelirlerinden, kalpleri kazanılmak ve İslâm’a ısındırılmak istenen kişilere paylar vermiştir. Bunlardan bazılarına da bu kısımdan yararlanacaklarını gösteren belgeler vermişti. Bu belge sahipleri Hz. Peygamberin vefatından sonra Hz. Ebû Bekir’e gelerek paylarını istediler; o da görüş almak üzere bu kişileri Hz. Ömer’e gönderdi. Hz. Ömer onlara: ’Hz. Peygamber, İslâm’a ısındırmak için size zekâttan pay veriyordu. Bugün Allah, dinini güçlendirmiştir. Müslüman kalırsanız kalırsınız, aksi halde sizinle harp ederiz’ dedi. Kaynaklarda Hz. Ömer’in bu içtihadı üzerine artık Hulefâ-yi Râşidîn devrinde müellefe-i kulûb faslından hiçbir kimseye pay ayrılmadığı, hatta bu konuda Sahabe icmâı oluştuğu ileri sürülür.
4- Rikab (Mükatep köleler)
Rikâb ’boyun’ mânasına gelen rakabe kelimesinin çoğuludur. Zekâtın sarf yerlerine ilişkin açıklamanın yer aldığı âyette, boyunduruk altındaki kimseler için pay ayrılmasından söz edilir. Mükâtep olan köleler, serbest kalma bedellerini ödemeye mahsus olmak üzere zekât mallarından bir miktar kullanabilirler. Müfessirinin görüşüne göre; esir olan baba, kardeş ve kız kardeşi veya sair akrabasından birisini satın almak arzusunda bulunanlara, zekât mallarından bir pay vermek caizdir.11
Günümüzde yürürlükte olmayan bu kısmı, savaş esirlerine ve aşırı borç altında ’ezilmiş’ durumda olanlara zekâttan pay verme şeklinde anlayabiliriz.
5- Borçlular
Ayette haber verildiğine göre borçlulara da zekâttan pay verilebilir. Bunlara fıkıhta (el-ğârimîn) denir. Hanefîler’e göre ğârimîn, borcu olan ve borcundan başka nisap miktarı malı bulunmayan kimselerdir.
Buna göre tedavi masrafları, çocuğunu evlendirme, yangın, sel, deprem, gibi sebeplerle şahsi olarak borçlanan, arabuluculuk ve halkın maslahatı için kendisi dışındaki insanların faydası için borçlanan kimselere de zekâttan pay verilebilir. Buna delil olarak şu hadise anlatılır: Kabîsa b. Muhârik, ara bulmak için ödediği diyetten dolayı borçlanır ve Hz. Peygamber’e gelerek yardım ister. Hz. Peygamber, o anda zekât geliri bulunmadığı için, ona zekât gelinceye kadar beklemesini söyler ve şu eklemeyi yapar:
’Ey Kabîsa! İstemek sadece üç grup insan için helâldir:
a) Ara bulmak için diyet verir veya kefil olur, borçlanır, borcunu ödeyene kadar onun istemesi helal olur, borcu kapatılınca artık isteyemez,
b) Malı bir âfet sonucu helak olur. O kimsenin de ihtiyacını karşılayacak kadar istemesi helâldir,
c) Fakir düşen ve fakirliği komşularından üç güvenilir şahitle doğrulanan kimsenin istemesi de helâldir. Bu üç grup insandan başkalarının dilenmeleri haramdır. Onlar dilenip aldıklarını haram olarak yerler.’12
Burada çok önemli bir hususa değinmek gerekir ise; hayır kurumlarında hizmet ederken ve kimsesizler yurdu, hastane, okul, cami, Kur’an kursu, medrese yapımı gibi bir sosyal ve dini hizmeti gerçekleştirirken borçlananlar da, ara bulmak için borçlananlar gibidir. Bunların borçlarının da zekât malından karşılanabileceğini âlimler belirtmişlerdir.
Hanefî mezhebi uleması, ölen kişinin borçlarının zekâtla ödenemeyeceğini beyan etmişlerdir.
Borçluya ihtiyacı kadar zekât verilir. Bu ihtiyaç da borcun ödenmesidir. Borçlu borcunu kendisine verilen zekâtla ödemez de başkasının ödemesi veya alacaklılarının bağışlaması gibi yollarla bu borç ödenirse verilen zekât kendisinden geri alınır. Çünkü bu fondan verilen zekât, borcu kapatmak içindir.13
6- Allah Yolunda Olanlar-Çalışanlar
Ayette geçen ’sebîlullah’ın asıl anlamı ’Allah yolunda cihat etmek’tir. Fakat bazı çağdaş ulema bu anlamı biraz daha genişleterek Müslümanların yararına olan her türlü faaliyeti bu kapsamda görmektedir. Bu ulemaya göre zamanımızın gereği olarak yapılan savunma sanayiindeki yenilikler, ülkenin savaş kabiliyetini yükseltmek için yapılan geliştirmeler ve bu bağlamdaki araştırma çalışmalarına harcanan paralar da zekât için toplanan paranın bir kısmından temin edilebilir. Onlara göre günümüzde bütçe gelirlerinden büyük bir kısmın ülkelerin savunma giderlerine ayrılmakta olduğu bilinmektedir. Ayrıca Müslümanların dış saldırı ve tehlikelere karşı korunması da devletin görevlerindendir. Öyle ise zekât gelirlerinden bir fonun İslâm’ın tebliğine ve ülke savunma giderlerine ayrılması yerindedir. Ayrıca dinimizde tebliğ yapmak, İslamiyet’i insanlara anlatarak yaymak da bize yüklenmiş bir görevdir. Bu bağlamda fakihler özellikle de devlet yardımının olmadığı zamanlarda bu tebliğlerin yapılabilmesi için çok önemli bir yere sahip olan tebliğci neslin yetiştiği medrese, Kur’an kurslarına vb. ve bu kursların yapımını üstlenmiş hayır kurumlarına da zekâtın verilebileceğini ve bunun Allah yolundakilere yapılan bir harcama olduğunu belirtirler.
Tartışma konusu olabilecek bir fikir olan bu son paragrafta ki fakihlerin bu görüşlerinin temel sebebi aslında şudur: Devlet eliyle yardım yapıldığı zaman medrese ve kurslara tabi ki zekât toplanamaz. Fakat devletin yardım yapmadığı zamanlarda (günümüzdeki gibi) ise bu tür hayır kurumlarına ve medrese/Kur’an kursları gibi yerlere hem devletten, hem de toplanan zekât paylarından hak tanınmadığı takdirde bu kurumlar muhakkak surette varlıklarını devam ettiremeyecek ve kapanacaklardır. Bu da sadece dini düşmanlarını sevindirecek ve o beldede İslâm şuuru gün geçtikçe zayıflayacaktır. Bundan dolayı devletin yardım yapmadığı zamanlarda, sadece fitre ve sadakalarla yürütülmesi mümkün olmayan, dinin yayılmasında temel taşlar nispetindeki bu kurumlara ve bu kurumları inşa eden hayır kurumlarına zekât düşer.
7- İbnü’s-Sebîl
Âyette zekâtın sekizinci sarf yeri olarak İbnü’s-Sebîl tabiri kullanılır. Sözlükte ’yol oğlu’ anlamına gelen ibnü’s-sebîl, yolcu, yola çıkmış ve bir süredir yolda olan kimse demektir. Araplar bir şeye uzun müddet devam eden kimseye onun adını verirler.
Hanefî fakihlerine göre, ayette zikredilen ibnü’s-sebîlin terim anlamı, memleketinde malı olmakla birlikte bulunduğu yerde malı, parası olmayan, yani parasızlıktan yolda kalmış kimse demektir. Gurbette, herhangi bir sebeple muhtaç duruma düşen kişi memleketinde malı da olsa, o maldan yararlanamadığı sürece, fakir gibidir ve ona zekâtın bu fonundan pay verilir.
Yolda kalmış, yoluna devam etmek veya memleketine dönmek için maddî imkânı bulunmayan kimseye yolculuğuna devam etmesi veya malının bulunduğu yere dönmesine yetecek kadar zekât verilir. Memleketine dönüp malına kavuştuğu zaman verilen zekâttan artan miktar olsa dahi; Hanefîlere göre bu artan zekât malını geri vermeye zorlanmaz.
Ülkelerinde mal ve mülkleri olduğu halde, çeşitli baskılarla ülkelerini terk etmek zorunda kalan mültecilerle, kalacak yeri, oturacak evi olmadığı için dışarılarda ve yollarda yatanlara da ibnü’s-sebîl fonundan zekât verilebilir.
Rabbim üç aylarımızı, Ramazanımızı, bayramımızı ve bu aylardaki birbirinden mübarek geceleri hepimize af ve hayır vesilesi kılsın.
(Endnotes)
1 Bazı kaynaklarda fakirler ve miskinler ayrı ayrı sayılarak 8 sınıf olarak da geçmektedir.
2 el-Meâric, 70/24-25.
3 ez-Zâriyât, 51/19.
4 Tevbe, 9/103.
5 Merğinânî, Hidâye, Zekât.
6 Ebû Yûsuf, Kitâbu’l-Harâc, Zekât.
7 Cürcânî, Mu’cemu’t-Ta’rifât, Daru’l-Fadîle, Kahire 2004, s. 132.
8 Merğinânî, a.g.e., Zekât.
9 Müslim, Zekât, 36; İbn-i Âbidîn, Raddu’l-Muhtâr, Zekât.
10 Erkal, Mehmet, TDV. İslam Ansiklopedisi, ’Zekât’ Maddesi, Ankara, 2013, XLIV, 204.
11 Ebû Yûsuf, a.g.e., Zekât.
12 Müslîm, Zekât, 36.
13 Erkal, a.g.e., XLIV, 205.
Zekât Kimlere Verilebilir?
Özlenen Rehber Dergisi 159. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.