Vücudundaki tüm kemikleri etkileyen hastalığı, gördüğü tüm tedavilere rağmen ilerlemişti. Yürüyemiyordu, yemeğini yiyemiyordu, yatağında dahi dönemiyordu. Kısaca, tüm temel ihtiyaçlarını kendi karşılayamıyordu, annesinin bakımına muhtaçtı. Tekerlekli sandalyesinde, her şeye rağmen devam eden hayat serüveninde yerini almıştı.
Buna rağmen hayata hiç küsmemişti, umutlarını hiç yitirmemişti. İnancı onu ayakta tutuyor ve:
’Benim Allah’ım var, o beni benden daha iyi biliyor. Hem sıkıntılarım O’na ayan-beyan, beni görüyor. Şifayı da O’ndan başka kim verebilir ki?’ diye düşünerek ve söylenerek iç dünyasında huzur ve rahatlık hissediyordu. Bir gün iyileşeceğinin umuduyla da, tıbbî alanda, hastalığıyla ilgili gelişmeleri hep takip ediyordu.
Ve bir gün izlediği bir televizyon programında, yürüyemeyenler için geliştirilen ve ameliyat ile vücuda yerleştirilen yapay eklemleri ve bu vesileyle yürümeye başlamış kişilerle yapılan röportajları, ameliyat öncesi ve sonrasını gösteren görüntüleri gördü. Ve birden gözlerinde umut ışıltıları yanmaya, kendisi için de ’acaba olur mu?’ diye aklından geçirmeye başladı.
Artık, öğrendiği bu haberden çevresindekilere de bahsediyor ve çok yakın arkadaşlarına bu konuda araştırma yapmalarını salık veriyordu. Kafaya koymuştu, bunu mutlaka öğrenmeliydi. Muhtaçlıktan kurtulmayı ve eskiden olduğu gibi yürümeyi çok istiyordu.
Dostları, onun bu hayalinin gerçekleşmesi için seferber olmuşlardı sanki… Aylar süren bir araştırmadan sonra, alanında başarılı, ünlü bir ortopedist doktor bulmuşlar ve randevuyu da almışlardı.
Ve müjdeli haber…
- Doktoru bulduk, yarın gidiyoruz, hazırlan!
O gün içi içine sığmıyordu. Dünyası ve rüyaları bambaşkaydı. Umudunu hiç yitirmemişti ki…
Arabanın camından dışarıyı izliyordu, ama gördüğü sadece yürüdüğünü görmenin hayaliydi… İçindeki sıcak hayallerine, dışarısı çok soğuk olması rağmen tesir etmiyordu…
- Bu ameliyatı olursam yürüyebileceğim.
- Kendi işlerimi artık kendim yapabileceğim.
- Artık kimsenin yardımına ihtiyaç duymayacağım! diyordu içinden… Bildiği tüm duaları da yanına ekliyor, Allah’ına sığınıyordu.
Kendisi kadar, yanındaki dostları da, doktorla randevuya bir an önce varmak ve müjdeli sonucu öğrenmek için acele etmekteydiler. Tabi ki, en sevdikleri dostlarının yürümesi, isteyebilecekleri en anlamlı dilek olsa gerekti.
Hayatın çetin yokuşlarından, yokuşla karşılaşan ve o yokuşu tırmanan insan hayatlarından örneklerin olduğu, tıbbın ne kadar geliştiğinden bahisle, umutları artıran sohbetler eşliğinde doktorun muayenehanesine doğru sürüyordu yolculukları.
Muayenehaneye varılmış, sekreterden bilgi alınmış ve umutla bekleyiş salona taşınmıştı. Ve doktor, odasına çağırdı.
Tekerlekli sandalyesi ile hiç bu kadar hızlı gitmemişti belki.
Doktor, bacakları, kolları, elleri derken tüm vücudunu inceledi, gerekli muayeneyi yaptı. Koltuğuna oturdu.
Doktorun vereceği cevabı merakla beklemeye başlamışlardı.
Doktorun yüz mimikleri değişmişti. Sanki cevap, yüz mimiklerinden belliydi. Elleri kalemi istemsizce tutuyor, hiçbir şey yazmak istemiyor gibiydi. Bir şeyler söyleyecekti, ama sanki kelimeleri toparlamak için sessizliği maşa olarak kullanıyordu.
Doktor dört kesilmiş kulaklara ve umutla bakan gözlere dönerek:
’Maalesef, hastalık çok ciddi. Vücudun ameliyatı kaldırması çok güç, ameliyat masasında kalma riski var. Hem, ameliyat olsa bile, yürüyebileceğinin garantisi de yok. %1 bile garanti veremem ve bu garantiyi veren başka bir doktor olursa yalan söylemiş olur.’ dedi.
Tekerlekli sandalyesinde doktorun söylediklerini nefesini tutarak kıpırdamadan dinledi. Bir an süren, ama yıllar gibi geçen bir sessizliğin ardından, inancından gelen soğukkanlılıkla ve yüzüne oturttuğu tebessümle hemen kendisini toparladı. Aklına takılan bazı soruları doktora sordu. Aldığı cevaplar olumsuz olsa da, en azından: ’Bunu da denedim, ama olmadı!’ demek için elinde bir kriter vardı…
’Nasip’ dedi içinden, ’Yarının Sahibi var ne de olsa!’ dedi ve sığındı her zamanki gibi Yaratanına!
Umutlarını başka bir güne bırakarak, doktorun muayenehanesinden dostlarıyla ayrıldılar. Arabanın içindeki sessizlik, dışarıdaki yoğun trafiğe, kornaların gürültüsüne rağmen bozulmuyordu. Dostlarının, yaşanılan bu olay karşısında, teselli edebilecek mecal bulamadıkları gibi, acizlik karşısında her ne kadar gizlemeye çalışsalar da, gözlerinden dökülen yaşları görünce, içinden gelen ve gücünü umuttan alan bir ses tonuyla çıkıp:
’Durun ağlamayın!’ diyor ve devamla:
’Beni benden iyi bilen ve benim derdime ilaç olabilecek tek bir çare var, benim Allah’ım var. Tıp çaresiz olabilir, ama O’nda çareler tükenmez. Allah’ın her şeye gücü yetendir, O’na sığınıyor ve yalnız O’ndan yardım diliyorum.’ diye haykırıyordu.
BU DA GEÇER YA HU!
Bir dostum, hediye babından ’Türk Hat Sanatı Şaheserleri’ isimli, ünlü hattatlarca yapılmış, hatlardan örneklerin olduğu büyükçe bir katalog getirmişti. Başından sonuna kadar eserleri dikkatlice ve zevkle incelemiştim. Her hattın arkasında, kimin tarafından, hangi tarihte yapıldığı, Türkçe tercümesinin ne olduğu vs. detaylı bir şekilde anlatılıyordu.
’Bu da Geçer Yâ Hû!’ başlıklı hattın olduğu bölümü incelerken, çok enteresan olduğunu düşündüğüm şu bilgilere rastlamıştım:
’19. yy.da, tıbbî tedavilerin ve ilaçların yetersiz olduğu dönemlerde, tansiyon rahatsızlığı olanlar, tansiyonları yükseldiğinde, evlerinin duvarında bulundurdukları bu hat levhasına; ’Bu sıkıntı Sen’den, şifa da Sen’den Allah’ım’, ’Bu da geçer yâ Hû!’ düşünce ve inancıyla dikkatlice bakarlarmış ve bir müddet sonra tansiyonları normale geliverirmiş. (İtikat edenler için geçerli, genel değildir.)
O dönemlerde rahatsızlığı olanlarca kullanılmış, psikolojik olarak insanlara etki eden ve bir nevi biyoenerji denilebilecek bu tedavi şekli beni düşüncelere daldırmıştı.
Günümüz tıbbî çalışmaları, insanın bazı hastalıklarının psikolojik olduğunu ortaya çıkarmış ve insan psikolojisinin, moral değerlerinin bazı hastalıklar üzerinde etkili olduğunu gözlemlemişlerdir.
Örneğin; yirmi hastanın on tanesine hastalıklarıyla ilgili bir ilaç veriyorlar, diğer on hastaya da, aynı ilacın içini boşaltıp, tatlandırıcı türü bir şeyler yerleştirip veriyorlar. Sonuç: İlk on hastaya göre, diğer on hasta, müthiş derecede iyileşme belirtileri gösteriyorlar.
’Bu da Geçer Yâ Hû!’
Bu sözün bir diğer verdiği etki de, her şeyin geçici ve bir gün bitici olduğu düşüncesidir.
Öylede değil midir? İnsanın dertleri, acıları, sıkıntıları sürekli devam ediyor mu? Bir müddet sonra bir gün elbet bitiyor ve yerini sevince, mutluluğa, huzura bırakıyor. Tabi bunun tam tersi de olabiliyor. Ama sonuçta, her ikisi de bir zaman sonra bitiveriyor.
Sözü okuduğumdan, manasının düşündürdüklerinden ve çok etkilenmemden dolayı, o hattı çerçevelettirdim ve rahat görebileceğim şekilde duvara astırdım. Acılarımın ve sıkıntılarımın arttığı günlerde bu yazıya bakarım ve şimdiye kadar yaşadıklarımı da düşünerek, ’Bu da Geçer Yâ Hû!’ hattına dalar giderim.
DALGALAR
Takvim yapraklarının arka bölümünde yazılanlar, birçok insanın okumadan geçemeyeceği kısa, öz ve hoş bilgilerle doludur.
Bir takvim yaprağında, okuduğum bir ’kıssadan hisse’de şöyle bir hadise anlatılıyordu:
Adamın birisi, deniz kenarında bir kayanın üzerine oturmuş ve dalgaları sayıyormuş. Oradan geçmekte olan birinin dikkatini çekmiş bu durum ve kayalıktaki adamın yanına giderek sormuş:
- Merhaba! Sizin denize bakar haliniz dikkatimi çekti, ne yapıyorsunuz burada?
Kayalıktaki adam, düşünceli bir tavır ve anlamlı bir bakışla cevap vermiş:
- Dalgaları sayıyorum!
Soruyu soran adam, aldığı cevabı anlamışçasına nedenini sormadan devamla şu soruyu sormuş:
- Peki, şimdiye dek kaç dalga saydınız?
Cevap çok manidar ve düşündürücü!
- Gelen geçti, işte şu gelen 1 (bir).
İnsanın hayatı da aynı deniz misali dalgalarla dolu değil mi?
Sıkıntı içeren olaylarla, gelen dalgaları sayarız bazen. Bazen olur, içinde sevinç olan olayların getirdiği dalgaları sayarız. Hüzün, mutluluk, gözyaşı, tebessüm vs…
Yaşantımız boyunca karşılaştığımız ve karşılaşacağımız dalgalar olacaktır. Bunlar bizi bazen olumlu, bazen de olumsuz etkileyecektir. Hayatın gerçeği içinde, değişik tür ve zamanlarda karşılaşacağımız bu dalgalara, umutsuzca veya dengesizce kapılınırsa sonu alaboralarla bitebilmektedir. Özellikle de geçmişin dalgaları bugünümüzü etkiliyorsa!
Hayatta hiçbir şey tek düze devam etmemektedir, değişikliklere uğramaktadır. Tarih bu formülün izleriyle, örnekleriyle doludur. Önceden yaşadığımız birçok olumsuzluğa, şimdi baktığımızda ya değiştiğini, ya alıştığımızı, ya da bittiğini görebiliriz. Geçmişten sadece ders alınabilir, bir daha aynı şeyi yaşamamak için bu önemli bir yöntemdir.
Sözün özü, geçen dalgaları bugün de saymanın bir mantığı yoktur, ama gerekli dersleri çıkarmış ve de bundan sonrası için gereğini yapabilme gayretinde olmak, bize çok şeyler kazandıracaktır, yeni ufuklar açacaktır.
Umutlarımız hiç tükenmesin efendim!
* www.engellininsayfasi.com kurucusu, yöneticisi.
Umut Günü
Özlenen Rehber Dergisi 155. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.