تَخَلَّقُوا بِأَخْلَاقِ اللّٰهِ
’Allah’ın ahlaklarıyla ahlaklanın.’1
Hadisin tahrici:
Özellikle tasavvuf ehlinin kullandığı ve İmâm Suyûtî, İmam Kastalânî, İbn-i Hacer el-Heytemî, Ali el-Kârî, Fahru’d-Dîn er-Râzî ve daha birçok ulemanın (r.anhüm) senetsiz bir şekilde Efendimiz (s.a.v.)’e isnat ettikleri bu söz, senediyle birlikte hal-i hazırda mevcut olan hadis kitaplarında bulunamamıştır.
Bununla birlikte bu sözün manasının doğru olduğunu, aşağıda zikredeceğimiz açıklamalar, destekleyici hadis ve sözler ispat etmektedir.
Bu ifadenin manası:
İmam Suyutî (rh.a.), Efendimiz (s.a.v.)’e nispet ettiği bu sözün açıklamasında şöyle demektedir:
’Nebi (s.a.v.)’in: ’Allah’ın ahlaklarıyla ahlaklanın.’ buyruğuna gelince, bunun manası; güzel sıfatlarla vasıflanın veya yerilmiş sıfatlardan arının (şeklinde)dir. Yoksa manası, kıdem sıfatlarından bir şey alalım, değildir.’2
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri ise şunları söylemiştir:
’Bilmek gerekir ki; velayette var olan: ’Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak’, velilerin Vâcip Teâlâ’nın sıfatlarına benzer sıfatlar elde etmesi demektir. Ancak buradaki benzerlik yalnız isimdedir ve ortaklık, sıfatların umumundandır. Yoksa sıfatların manalarının hususiyetlerinde beraberlik olamaz. Çünkü böyle bir şey muhaldir ve hakikatleri ters yüz etmeyi gerektirir.
Hâce Muhammed Pârsa (k.s.), ’Tahkîkat’ında, ’Allah’ın ahlakıyla ahlaklanınız’ ölçüsünü açıklarken demiştir ki:
’…Allah’ın bir diğer sıfatı ’melik’tir. Manası, her şey üzerinde tasarruf sahibi demektir. Sâlik de eğer nefsi üzerinde tasarruf sahibi olup onu alt etmeye muktedir olursa tasarrufu kalplerde de geçerli olur ve bu sıfatla sıfatlanmış olur.
Bir diğer sıfat, ’semî’ (işiten)’dir. Eğer sâlik hak sözü duyar, kimden gelirse gelsin kibirlenmeksizin kabul eder ve ruhu ile dinleyerek gaybî sırları ve içinde şüpheye yer olmayan hakikatleri anlarsa bu sıfat ile sıfatlanmış olur.
Bir diğer sıfat da ’basîr (gören)’dir. Eğer bu yoldaki sâlikin basiret gözü açıksa ya da ferâset nuru ile nefsinin tüm kusurlarını görüp başkasının kemaline şahadet ederse, yani herkesin kendisinden daha üstün olduğuna inanırsa ve yaptığı her şeyi Hak Subhânehû’nun kabulünü gerektirecek şekilde yapma derecesinde Hak Subhânehû, kendi nazarında ’gören’ ve ’nazar edilen’ olursa bu sıfatla vasıflanmış olur.
Bir başka sıfat da ’muhyî (dirilten)’dir. Bu yoldaki sâlik, terk edilmiş sünneti yaşayarak diriltme işini yaparsa bu sıfatla vasıflanmış olur.
Bir diğer sıfat ’mumît (öldüren)’dir. Eğer sâlik sünnetin yerine kullanılan bidatleri ortadan kaldırırsa bu sıfatla vasıflanmış olur.
Diğer sıfatlar da bu kıyas üzeredir.’
Avam, ’Allah’ın ahlakıyla ahlaklanınız’ ölçüsünden, başka bir şey anladı ve sapıklık çölüne düştü. Velinin, ölü cesedi mutlaka diriltmesi gerektiğini, gaybî olan birçok şeyin ona açıklandığını vb. şeyleri ileri sürdüler. Görüldüğü gibi bu, fasit olan zanlardandır. ’Şüphesiz zannın bir kısmı günahtır.’ (el-Hucurât, 49/12)’3
Bu açıklamalardan anlaşılan şudur ki; ’Allah’ın ahlaklarıyla ahlaklanın.’ sözünden maksat; kulun gücü nispetinde Allah’ın sıfatlarıyla vasıflanıp esma-i hüsnâsı/güzel isimleriyle hâllenmesi ve bunların zıttı olan çirkin vasıf ve ahlaklardan dahi sakınıp uzak durması demektir. Yoksa bu sözün manası; Allah’ın zatına has olan kıdem (varlığının başlangıcı olmamak), vahdaniyet (teklik, eşi-benzerinin olmaması), muhâlefetun li’l-havâdis (sonradan meydana gelenlere, yaratılanlara benzememek), kibriyâ ve mutlak izzet gibi sıfatlarıyla vasıflanmak; ya da Allah (c.c.) gibi sınırsız görmek, işitmek, haberdar olmak veya bazı batıl itikat, anlayış ve Hıristiyanlık gibi tahrif edilmiş, bozulmuş dinlerde bulunan ’hulul’ yani ’Allah’ın kula sirayet edip onda vücut bulması’ kesinlikle değildir. Bu iddiada olan ve buna çalışan bir kimse şirke düşeceği gibi başarılı da olamayacağı aşikârdır.
Ebû Hureyre (r.a.)’den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: ’Allah Azze ve Celle şöyle buyurdu: Büyüklük ridam, ululuk da izarım (yani zatıma mahsus sıfatlarım)dır. Her kim, o ikisi (sıfat)tan birinde benimle çekişirse (yani takınmaya kalkışırsa) onu (cehennem) ateş(in)e atarım.’4
Rida; bedenin belden yukarı kısmı için kullanılan elbisedir. İzar ise bedenin belden aşağı kısmı için kullanılan elbisedir. Allah Teâlâ elbette ki giysiden münezzehtir. O’nun hakkında böyle bir şey düşünülemez. Çünkü O, bir cisim değildir.
Avnü’l-Ma’bûd yazarının beyanına göre Hattâbî bu cümleyi açıklarken özetle şöyle demiştir:
’Bunlar Allah’a mahsus iki sıfattır. Hiçbir kimse bu iki sıfatta Allah’a ortak olamaz ve hiçbir yaratığa bu sıfatları takınmaya kalkışması yakışmaz. Çünkü yaratığın, şaşmaz ve kaçınılmaz sıfatı alçak gönüllülük ve küçüklüktür. Ridâ ve izar denilen giysiler, bir misal olarak kullanılmıştır. Yani bir insanın üstündeki elbiseyi aynı anda bir başkasının bürünmesi, böylece ortak olması nasıl düşünülemiyorsa Allah’a mahsus bu iki sıfatta başka bir varlığın ortaklık taslaması da düşünülemez.’
Sindî de bu hadisin izahı bölümünde özetle şöyle der:
’Bilindiği gibi Allah’ın rahmet ve kerem sıfatları mecazi anlamda başkaları hakkında kullanılabilir. Mesela falan adam merhametlidir, filan kişi kerem sahibidir, denilir. Fakat kibriya ve azamet sıfatları böyle değildir. Mecazi anlamda da olsa başkaları bu sıfatları takınamaz.’5
Bir diğer açıklama ise şöyledir:
’Bu sıfatlara rida ve izar denmesi güzel bir istiaredir. Bunun manası, bunlar nasıl ki insanın vücuduna sarılır ve ona güzellik verir, aynen öyle de büyüklük ve azamet de Allah Teâlâ’ya en lâyık ve elzem sıfatlardır.’
Bu hususta Saîd Nursî (rh.a.) şunları söyler:
’…Silsile-i felsefenin en mükemmel ferdleri ve o silsilenin dâhîleri olan Eflatun ve Aristo, İbn-i Sina ve Farabî gibi adamlar; ’İnsaniyetin gayetü’l-gayatı, ’teşebbüh-ü bi’l-vâcib’dir, yani ’Vâcibü’l-Vücûd’a benzemektir’ deyip firavunane bir hüküm vermişler ve enaniyeti kamçılayıp şirk derelerinde serbest koşturarak; esbabperest, sanemperest, tabiatperest, nücumperest gibi çok enva’-ı şirk taifelerine meydan açmışlar. İnsaniyetin esasında münderiç olan acz ve za’f, fakr ve ihtiyaç, naks ve kusur kapılarını kapayıp, ubudiyetin yolunu seddetmişler. Tabiata saplanıp, şirkten tamamen çıkamayıp, şükrün geniş kapısını bulamamışlar.
Nübüvvet ise: Gaye-i insaniyet ve vazife-i beşeriyet, ahlâk-ı İlâhiyye ile ve secaya-yı hasene ile tahalluk etmekle beraber, aczini bilip kudret-i İlahiyeye iltica, za’fını görüp kuvvet-i İlâhiyyeye istinad, fakrını görüp rahmet-i İlâhiyyeye itimad, ihtiyacını görüp gına-yı İlâhiyyeden istimdad, kusurunu görüp afv-ı İlâhîye istiğfar, naksını görüp kemal-i İlâhîye tesbihhan olmaktır diye, ubudiyetkârane hükmetmişler.’6
Şu halde kul, azamet, kibriya ve benzeri sıfatlarda Allah’la çekişmeyi terk etmeli, bununla birlikte Allah (c.c.)’nun merhamet, af, sabır, hilim, ayıpları setretmek, ilim vb. sıfatlarıyla hâllenmeye, bu sıfatların tecellisinden pay almaya gayret etmelidir. ’Allah’ın ahlaklarıyla ahlaklanmak’tan maksat da budur.
Allah (c.c.) bazı sıfatlara sahip olduğu, bunlara sahip olan kullarından hoşnut ve razı olduğu hususunda varit olan birçok rivayetten bazıları şunlardır:
’Muhakkak ki Allah rıfk sahibidir, yumuşaklı(kla muamele)yi sever. Yumuşaklık karşılığında, şiddet (ve sertlik) karşılığında vermediğini ve ondan başka (diğer muameleler) karşılığında vermediğini verir.’7
Allah ’affedicidir, cömerttir, affı sever’8
’Muhakkak ki Allah tayyiptir (noksanlıklardan münezzehtir), güzel olanı sever; naziftir, temizliği sever; kerimdir, keremi sever; cömerttir, cömertliği sever. Şu halde temizleyin -zannedersem ’avlularınızı’ dedi-, Yahudilere benzemeyin.’9
Abdullah b. Mes’ud (r.a.)’ın, Nebi (s.a.v.)’den rivayet ettiğine göre şöyle buyurmuştur: ’Kalbinde, kibirden zerre ağırlığınca bulunan kimse cennete giremez.’ Bir adam: ’Muhakkak ki kişi, elbisesinin güzel ve ayakkabının da güzel olmasını istiyor?’ dedi. (Rasûlullah): ’Muhakkak ki Allah cemildir, güzelliği sever. Kibir; hakkı inkâr ve insanları küçük görmektir.’ buyurdu.10
Ya’lâ (r.a.)’den rivayet edildiğine göre; muhakkak ki Rasûlullah (s.a.v.), kırda (açık alanda peştamalsız) yıkanan bir adam gördü. Bunun üzerine minbere çıktı, Allah’a hamd etti, O’na senada bulundu ve: ’Muhakkak ki Allah Azze ve Celle, haya sahibidir (utanmayı gerektiren işlerden uzak), halîm (hemen cezalandırmayan, mühlet veren, günaha rağmen rızkı kesmeyen)dir, sittîr (ayıplara) kapalı (günahları ve ayıplan örtücü)dür, hayâyı ve örtünmeyi sever. Şu halde biriniz yıkandığı zaman örtünsün!’ buyurdu.11
’İşte burada mükemmel (eşsiz) bir sır vardır ki o (da şudur): Muhakkak ki Rab Teâlâ’nın sıfatlarından bir sıfatla alaka kuran kimseyi o sıfat, O’nun huzuruna girdirir ve O’na ulaştırır. Rab Teâlâ, sabûr (yani asileri cezalandırmada acele etmeyen)in ta kendisidir. Bilakis (kullarından sadır olan şirk, küfür, nankörlük vb. şeyler nevinden) işittiği ezaya O’ndan daha çok sabırlı olan hiçbir kimse yoktur. Muhakkak ki (şöyle) denmiştir: ’Şüphesiz Allah Subhânehû, Dâvûd (a.s.)’a (şöyle) vahyetti: ’Benim ahlaklarımla ahlaklan. Şüphesiz benim ahlaklarımdan (birisi de şu)dur ki, şüphesiz sabûr (yani asileri cezalandırmada acele etmeyen) benim ben!’12 Rab Teâlâ, (kendi) isimlerini ve sıfatlarını sever. Sıfatlarının gereğini ve eserlerinin kulda belirmesini de sever. Nitekim O, cemîl’dir, güzelliği sever. Affedicidir, af ehlini sever. Kerîm (cömert)tir, kerem ehlini sever. Alîm (her şeyi hakkıyla bilen)dir, ilim ehlini sever. Tektir, tek ehlini sever. Kuvvetlidir, kuvvetli mümin de kendisine zayıf müminden daha sevgilidir. Sabûrdur, sabredenleri sever. Şekûr (çok mükâfat, nimet veren, şükredenlere karşılıklarını derhal veren)dir, şükredenleri sever. Subhân (Allah), sıfatlarının eserleriyle vasıflananları sevdiği zaman, işte O (Allah), bu vasıflanmadan (aldıkları) nasipleri nispetince (zaman ve mekândan münezzeh olarak) o (kul)larla beraber olur. İşte bu özel birlikteliği, (hadis-i kutside): ’O (kul) için kulak, göz, el ve destekçi olurum.’ kavliyle tabir etmiştir.’13
Kur’an ahlâkıyla ahlaklanmak:
Şu halde Allah’ın ahlaklarından maksat, en kısa ifadesiyle, Kur’an ahlâkıyla ahlaklanmaktır ki bu, Allah’ın razı olduğu yegâne ahlâk modelidir.
(Sa’d b. Hişâm’dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: Ben Hz. Âişe’ye): ’Ey Mü’minlerin annesi! Bana, Rasûlullah (s.a.v.)’in ahlâkından haber ver!’ dedim. (Âişe) şöyle dedi: ’Sen, Kur’ân okumuyor musun?’ (Ben): ’Evet (okuyorum)!’ dedim. (Âişe): ’İşte, muhakkak ki Allah’ın Nebisi (s.a.v.)’in ahlâkı Kur’ân idi.’ dedi.14
İmam Sühreverdî (rh.a.), bu rivayeti naklettikten sonra şöyle demiştir:
’Allâhu a’lem, uzak değildir ki, şüphesiz Âişe (r.anhâ)’nın: ’Onun ahlakı Kur’ân’dı.’15 sözünde rabbânî ahlaklara kapalı bir işaret ve gizli bir ima vardır. Zira (Hz. Âişe): ’(Rasûlullah) Allah Teâlâ’nın ahlaklarıyla ahlaklanmış idi.’ demekten ilâhî hazretten utanmış, Celâl’in subuhâtından hayâ ederek ve hali, sözün letafetiyle gizleyerek manayı: ’Onun ahlakı Kur’ân’dı.’ sözüyle ifade etmiştir. Bu ise onun aklının çokluğundan ve edebinin kemalindendir.’16
Şu halde bir mümin; Kur’ân ahkâmıyla amel eder, ahlâkıyla da ahlaklanırsa ilâhî ahlâk ile ahlâklanmış olur. Bunun yolu ise; öncelikle Kur’ân-ı Kerîm’i samimiyetle gönülden bağlanarak okumak, anlamak ve yaşamaktır.
Kur’ân’ı anlama ve yaşama hususundaki rehberimiz ise Peygamberimiz (s.a.v.) olmalıdır. Zira Âişe (r.anhâ)’nın: ’Onun ahlakı Kur’ân’dı.’ ifadesinden de anlaşıldığı üzere Kur’ân’ın emir ve yasaklarına en güzel surette uyan, Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân’da kendisini tanıttığı isim ve sıfatlarına uygun hareket eden odur.
Zira o: ’Beni Rabbim terbiye etti, terbiyemi güzel eyledi.’17 buyurmuştur, ahlakındaki yüceliği Cenâb-ı Hak: ’Muhakkak ki sen, yüce bir ahlak üzeresin.’18 Ayetiyle tasdik etmiştir.
Buna göre Peygamberimiz (s.a.v.)’in yoluna, sünnetine ve ahlakına uyduğumuz sürece Kur’an ahlakı ile ahlaklanmış oluruz. Dolayısıyla da Allah’ın ahlakı, bizlerde tecelli eder.
Bu yüzden Allah (c.c.):
’Andolsun ki, Allah’ın Rasûl’ünde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.’19
’Her kim peygambere itaat ederse, muhakkak ki Allah’a itaat etmiş olur.’20 buyurmakta, bizlere hem cinsimizden bir kimseye tabi olmak suretiyle zatının rızasını kazanma yolunu kolaylaştırmaktadır.
Tasavvuf büyükleri; ’Allâh’ın ahlâkıyla ahlâklanma’yı, ’kendi varlığından, nefsinin heva ve heveslerinden vazgeçerek Cenâb-ı Hak’ta fânî olmak’ şeklinde anlamışlardır. Riyazet ve nefis terbiyesinden tasavvuf ehlinin hedefi, işte bu hakikate ulaşmaktır. Bu hedefe nail olan salikte nefsanî ahlaklar, yerini ilâhî ve rahmânî vasıflara terk eder. Bu hali şu hadîs-i kutsî en güzel şekilde ifade etmektedir:
’Her kim benim bir veli (kulu)ma düşmanlık ederse, mutlaka ona harp ilan ederim. Kulum bana, kendisine farz kıldığım şeylerden (amellerden) bana daha sevgili olan hiç bir şeyle (amelle) yaklaşamaz. Kulum bana, nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder. Nihayet onu severim. Onu sevdiğim zaman ise, onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli ve yürüdüğü ayağı olurum. Benden (bir şey) isterse mutlaka ona veririm. Şayet bana sığınmayı talep ederse mutlaka onu korurum…’21
İfadeyi destekleyen rivayetler:
Her ne kadar senediyle birlikte hal-i hazırda mevcut olan hadis kitaplarında bulunamamış olsa da Efendimiz (s.a.v.)’e isnat edilen bu sözün manası doğrudur. Buna işaret eden bazı rivayetler şu şekildedir:
إِنَّ لِلّٰهِ تِسْعَةً وَتِسْع۪ينَ اسْمًا مِائَةً إِلَّا وَاحِدًا مَنْ أَحْصَاهَا دَخَلَ الْجَنَّةَ
Ebû Hureyre (r.a)’dan rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu: ’Allah’ın doksan dokuz (yani) yüzden bir eksik ismi vardır. Her kim onları sayarsa Cennet’e girer.’22
Bu hadiste ifade edilen ’saymak’ ulemâya göre:
- Allah’ın güzel isimlerine iman edip onları ihlâslı bir şekilde ezberlemek23,
- okumak,
- dua ederken saymak,
- manalarını öğrenmek, üzerlerinde tefekkür edip düşünmek, hakikatlerini kavramak,
- onlara güzelce riayet ederek gereğince amel etmek
- onlarla ahlaklanmak
gibi manalara gelmektedir ki, tüm bu manalar bir bakıma Allah’ın sıfatları ile vasıflanmak manasına gelmektedir.
Bu manalardan
- ’okumak ve dua ederken saymak’ âm’dır ki insanlardan avam tabakasına,
- ’manalarını öğrenmek, üzerlerinde tefekkür edip düşünmek, hakikatlerini kavramak’ hâs’tır ki âlimler tabakasına,
- ’onlara güzelce riayet ederek gereğince amel etmek, onlarla ahlaklanmak’ ise ehas’tır ki Allah dostlarına mahsustur denilmiştir.24
Âlimler, bu hadisin, münhasıran doksan dokuz ism-i ilâhî olduğuna delâlet etmediğini ittifakla söylemişlerdir. Yani Allah Teâlâ’nın doksan dokuz isminden başka ismi yok demek değildir. Hadisten maksat bu doksan dokuzu ezberleyip okuyanın cennete gireceğini haber vermektir.
Ebû Saîd el-Kuraşî şöyle demiştir: ’Yüce olan Allah’tır. Cömertlik, kerem, bağışla(yıp ört)mek, affetmek ve ihsan O’nun ahlaklarındandır. (Rasûlullah) Aleyhi’s-Selâm’ın:
إِنَّ لِلّٰهِ مِائَةً وَبِضْعَةَ عَشَرَ خُلُقًا مَنْ أَتٰي بِوَاحِدٍ مِنْهَا دَخَلَ الْجَنَّةَ
’Muhakkak ki Allah Azze ve Celle’nin 110 küsur ahlakı vardır. Her kim (Allah’ın huzuruna) onlardan biriyle gelirse cennete girer.’ buyruğunu görmüyor musun? (Rasûlullah), Allah Teâlâ’nın ahlaklarıyla ahlaklanınca (Allah’ın):
وَاِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَظ۪يمٍ
’Muhakkak ki sen, yüce bir ahlak üzeresin.’25 buyruğuyla kendisine senayı buldu.’26
Yani ne zaman ki Allah’ın yüce ahlakıyla ahlaklandı, işte o zaman Allah (c.c.) onu yüce bir ahlak sahibi olmakla övdü.
إِنَّ لِلّٰهِ عَزَّ وَجَلَّ مِائَةَ خُلُقٍ وَسِتَّةَ عَشَرَ خُلُقًا مَنْ أَتَاهُ بِخُلُقٍ مِنْهَا دَخَلَ الْجَنَّةَ
Osmân b. Affân (r.a.)’dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: ’Muhakkak ki Allah Azze ve Celle’nin 116 ahlakı vardır. Her kim O’n(un huzurun)a bunlardan bir ahlakla gelirse cennete girer.’27
حُسْنُ الْخُلُقِ خُلُقُ اللّٰهِ الْأَعْظَمُ
Ammâr b. Yâsir (r.a.)’den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: ’Güzel ahlak, Allah’ın en yüce olan ahlakıdır.’28
اَلسَّخَاءُ خُلُقُ اللّٰهِ الْأَعْظَمُ
İbn-i Abbâs (r.anhümâ)’dan rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: ’Cömertlik, Allah’ın en yüce ahlakıdır.’29
Hasen (rh.a.)’den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: ’Haberiniz olsun, muhakkak ki ma’rûf (şeriatın ve aklın güzel gördüğü iş) Allah’ın ahlaklarından bir ahlaktır ve ona karşılık mükafatı vardır.’30
Câbir en-Nehaî’den merfu olarak rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: ’Ma’rûf (şeriatın ve aklın güzel gördüğü iş) Allah’ın ahlakından bir ahlak olup şereflidir.’31
(Endnotes)
1 Fahru’d-Dîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-Ğayb, c.9, s.66, Âl-i İmrân 159, Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1981; Suyûtî, Te’yîdu’l-Hakîkati’l-Aliyye Ve Teşyîdu’t-Tarîkati’ş-Şâzuliyye, s.105-106, el-Matbaatu’l-İslâmiyye, 1934; Kastalânî, İrşâdu’s-Sârî İlâ Şerhi Sahîhi’l-Buhârî, c.5, s.341, Matbaatu’l-Kübra’l-Emîriyyeti Bi-Bulâk, Mısır, h.1323; İbn-i Hacer el-Heytemî, el-Feteve’l-Hadîsiyye, s.293, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut; Ali el-Kârî, Şerhu’ş-Şifâ, c.2, s.53, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 2001.
2 Suyûtî, Te’yîdu’l-Hakîkati’l-Aliyye Ve Teşyîdu’t-Tarîkati’ş-Şâzuliyye, s.105-106, el-Matbaatu’l-İslâmiyye, 1934.
3 İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî Kelime Anlamlı ve Açıklamalı Tercüme, Tercüme:Heyet, c.2, s.194-195, Yasin Yayınevi, İstanbul, 2012.
4 Ebû Dâvûd, Libâs, 29; Müslim, el-Birru Ve’s-Sılatu Ve’l-Âdâb, 38
5 Haydar Hatiboğlu, Sünen-i İbn-i Mâce Tercemesi ve Şerhi, c.10, s.449-450, Kahraman Yay.
6 Saîd Nursî, Sözler, 30. Söz.
7 Müslim, el-Birru Ve’s-Sılatu Ve’l-Âdâb, 23; Buhârî, İstitâbetu’l-Murteddîn, 4.
8 Tirmizî, Deavât, 85.
9 Tirmizî, Edep, 41.
10 Müslim, Îmân, 39.
11 Nesâî, el-Ğuslu Ve’t-Teyemmüm, 7.
12 Abdulkerîm el-Kuşeyrî, er-Risâletu’l-Kuşeyriyye, c.1, s.325, Dâru’l-Meârif, Kahire, 1994; İmâm Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn Mea Tahric Hâfız el-Irâkî, c.3, cüz:12, s.2170, Dâru’ş-Şa’b, Kahire; Münâvî, Feydul’l-Kadîr Şerhu’l-Câmii’s-Sağîr, c.1, s.465, h.no:918, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut, 1972.
13 İbn-i Kayyim el-Cevziyye, Uddetu’s-Sâbirîn Ve Zahîratu’z-Şâkirîn, s.85, Dâru Âlemi’l-Fevâid, Mekke, h.1429.
İbn-i Kayyim’den bu nakli yapmamızın sebebi, onun izini takip ettiğini söyleyen, ondan ve İbn-i Teymiyye’den nakiller yaparak Allah’ın ahlakı olamayacağını, dolayısıyla böyle bir sözün aslı olmadığı gibi batıl ve yanlış olduğunu söyleyenlerin sözlerini reddetmektir.
14 Müslim, Salâtu’l-Müsâfirîne Ve Kasrihâ, 18.
15 Buhârî, el-Edebu’l-Mufred, Bâb: 144, c.1, s.160, h.no:308, Mektebetu’l-Meârif, Riyad, 1998.
16 Sühreverdî, Avârifu’l-Meârif, c.2, s.58, Dâru’l-Meârif, Kahire.
17 Suyûtî, Câmiu’l-Ehâdîs, c.1, s.133, h.no:780’de, ’Sem’ânî, Edebu’l-İmlâ’sında İbn-i Mes’ûd (r.a)’dan rivayet etmiştir’ demiştir. Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1994.
18 el-Kalem, 68/4.
19 el-Ahzâb, 33/21.
20 en-Nisâ, 4/80.
21 Buhârî, Rikâk, 38.
22 Buhârî, Şurût, 18.
23 Nitekim hadisin Ebû Hureyre (r.a)’dan gelen bir başka rivayetinde: ’Allah’ın doksan dokuz ismi vardır. Her kim onları ezberlerse Cennet’e girer. Ve muhakkak ki Allah tektir, teki sever.’ buyrulmaktadır. (Müslim, Zikr-Dua-Tevbe-İstiğfâr, 2)
24 Münâvî, Feydul’l-Kadîr Şerhu’l-Câmii’s-Sağîr, c.2, s.483, h.no:2367, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut, 1972.
25 el-Kalem, 68/4.
26 Sühreverdî, age., c.2, s.60.
27 Heysemî, Mecmau’z-Zevâid Ve Menbau’l-Fevâid, Îmân, Bâb:11, c.1, s.53, h.no:99, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 2001.
Heysemî bu rivayet hakkında: ’Bunu Ebû Ya’lâ el-Müsnedu’l-Kebîr’de rivayet etmiştir. İsnadında Abdullâh b. Râşid vardır ki o zayıftır.’ demiştir.
28 Taberânî, Evsat, c.8, s.184, h.no:8344, Dâru’l-Harameyn, Kahire, 1995.
Heysemî bu rivayet hakkında: ’Bunu Taberânî, (Mu’cem-i) Kebîr ve Evsat’(ın)da rivayet etmiştir. On(un senedin)de Amr b. el-Husayn (isimli bir ravi) vardır ki o metruk’tür.’ demiştir.
29 Hindî, Kenzu’l-Ummâl, es-Sehâu Ve’s-Sadeka, c.6, s.337, h.no:15926’de İbnu’n-Neccâr’dan nakletmiştir, Müessesetu’r-Risâle, Beyrut, 1985.
Irâkî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn’e yaptığı tahriçte senedinin zayıf olduğunu söylemiştir.
30 İbn-i Ebi’d-Dünyâ, Kadâu’l-Havâic, s.30, h.no:22, Müessesetu’l-Kutubi’s-Sekâfiyye, Beyrut, 1993.
31 İbn-i Ebi’d-Dünyâ, age., s.30, h.no:23.
'Allah (c.c.)'nun Ahlaklarıyla Ahlaklanın'
Özlenen Rehber Dergisi 155. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.