Özlenen Rehber Dergisi

160.Sayı

İlm-i Ledün ve Tasavvufa Ait Deliller

Bu hususta Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
فَوَجَدَا عَبْدًا مِنْ عِبَادِنَآ اٰتَيْنَاهُ رَحْمَةً مِنْ عِنْدِنَا وَعَلَّمْنَاهُ مِنْ لَدُنَّا عِلْمًا
’Derken kullarımızdan bir kul buldular ki, (biz) ona katımızdan bir rahmet vermiş ve ona tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.’1
Kehf Suresi’nde yer alan ve Hz. Musa (a.s.) ile Hz. Hızır arasında geçen vakıaları Kur’ân-ı Kerim’den özetleyerek anlatalım:
Hz. Musa (a.s.) ile Hz. Hızır (a.s.), yolculukları esnasında bir gemiye bindiler. Gemidekiler onlardan ücret almadıkları halde, Hz. Hızır gemiyi deldi. Daha sonra küçük bir çocuğu öldürdü. Ve bir karyedeki (köydeki) insanlar onlara yiyecek ve içecek vermedikleri halde, eğri olan duvarlarını düzeltti. Bütün bunlara Hz. Musa (a.s.) itiraz etti. Bu ise arkadaşlıklarının sona ermesine sebep oldu. Hz. Musa (a.s.)’ın sorusuna karşılık Hz. Hızır cevaben: ’Bunları her ne kadar ben yapmışsam da kendi reyime göre değil, Cenâb-ı Allah’ın emriyle yaptım.’ demiştir.2
İlm-i ledünne bir misal de Neml Suresi ayet 38 ve devamında şöyle geçer:
Süleyman (a.s.), cinler, ifritler, kuşlar ve insanlardan oluşan ordusunun ileri gelenlerini toplayıp ’Bana Belkıs’ın tahtını kim getirecek?’ dediğinde cinlerden bir ifrit: ’Sen yerinden kalkmadan ben o tahtı sana getiririm.’ dedi. Fakat Süleyman (a.s.) tahtın daha çabuk gelmesini isteyince, Âsaf b. Berhiyâ adında, kendisine Kitap’tan ilim (ilm-i ledün) verilen bir kimsenin: ’Sen gözünü açıp kapayıncaya kadar getiririm.’ demesiyle Süleyman (a.s.)’ın tahtı yanında görülüverdi.
Hâlbuki bu kişi peygamber değildi. Halktan birisiydi. İşte bunlar, Kur’ân-ı Kerim’de ilm-i ledünne misaldir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in sünnetinde de ilm-i ledünden bahsedilmiştir. Peygamberimiz (a.s.) buyurmuştur ki:
’Dikkat edin! Muhakkak bana Kitap (yani Kur’an) ve onunla beraber onun misli verildi.’3
عَنْ أَب۪ى هُرَيْرَةَ قَالَ: حَفِظْتُ مِنْ رَسُولِ اللّٰهِ -صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ- وِعَاءَيْنِ، فَأَمَّا أَحَدُهُمَا فَبَثَثْتُهُ، وَأَمَّا الآخَرُ فَلَوْ بَثَثْتُهُ قُطِعَ هٰذَا الْبُلْعُومُ
Ebû Hureyre (r.a.) de şöyle demiştir: ’Rasûlullah (s.a.v.)’den iki kap (yani iki çeşit) ilim belledim. Onlardan birine gelince; onu yaydım. Diğerine gelince, şayet onu yaysam, şu boğaz kesilir.’4
Hz. Peygamber (s.a.v.) yine şöyle buyurmuştur:
اَلْعِلْمُ عِلْمَانِ: عِلْمٌ فِي الْقَلْبِ فَذَاكَ الْعِلْمُ النَّافِعُ، وَعِلْمٌ عَلَى اللِّسَانِ فَتِلْكَ حُجَّةُ اللّٰهِ عَلٰى عِبَادِه۪.
’İlim iki çeşittir: (İlki;) kalpte olan ilimdir ki, işte bu faydalı ilimdir. (İkincisi;) dilde olan ilimdir ki, işte bu, Allah’ın kulları üzerindeki hüccetidir.’5
Hz. Ömer (r.a.) vefat ettiği zaman İbn-i Mes’ûd (r.a.) şöyle buyurdu: ’İlmin onda dokuzu öldü.’ Bunun üzerine İbn-i Mes’ûd’dan soruldu: ’Bunu, içimizde Sahâbe’nin büyükleri olduğu halde mi söylüyorsun?’ O şöyle cevap verdi: ’(Bu sözümle) fetva ve hükümlerin ilmini kast etmedim. (İlimle) ancak Allah Teâlâ’yı bilmeyi kast ediyorum.’6
İşte böylece Kur’ân-ı Kerim’in bize haber verdiğine göre, gerek Hızır (a.s.), gerekse Âsaf b. Berhiyâ peygamber olmadıkları halde onlardan tecelli eden bu kerametler, ilm-i ledünnün varlığına işaret eder. Kur’ân-ı Kerim ve Peygamberimiz (s.a.v.)’den nakledilen hadis-i şerifler, aynı zamanda Ebû Hureyre (r.a.) ile İbn-i Mes’ûd (r.a.)’den gelen rivayetler de bahsedilen ilmin (ilm-i ledünnün) varlığına işaret etmektedir.
Peygamberimiz (s.a.v.), vahiy gelmeden önce Hira Mağarasına çekilir, Cenâb-ı Hakk’ı zikreder, böylece kalbini tezkiye eder, Cenâb-ı Hakk’a olan yakınlığını artırırdı.
Asr-ı Saadet’te ise Sahabîler, Rasûlullah’ın ahlakıyla ahlaklanmışlardı. Ve kendi mizaçlarına göre de nefislerini tezkiye ediyorlardı:
Ebû Katâde (r.a.)’den rivayet edildiğine göre; Nebi (s.a.v.) bir gece (dışarı) çıktı. (Yolu), sesini kısarak namaz kılan Ebû Bekr (r.a.)’e uğrayıverdi. Ve (yolu) Ömer b. Hattab’a uğradı. O da sesini yükselterek namaz kılıyordu. (İkisi de) Nebi (s.a.v.)’in yanında bir araya gelince, Nebi (s.a.v.): ’Ey Ebû Bekr! Sen sesini kısarak namaz kılarken sana uğradım. (Namazı neden böyle kılıyordun?)’ buyurdu. (Ebû Bekr): ’Yâ Rasûlallah! (Sesimi), münacatta bulunduğum zata işittirdim.’ dedi. (Rasûlullah) Ömer’e de şöyle buyurdu: ’Sen sesini yükselterek namaz kılarken sana uğradım. (Namazı neden böyle kılıyordun?)’ buyurdu. Bunun üzerine (Ömer): ’(Böylece) uyuklamakta olanı uyandırıyorum ve şeytanı kovuyorum.’ dedi. Bunun üzerine Nebi (s.a.v.): ’Ey Ebû Bekr! Sesini biraz yükselt!’ buyurdu. Ömer’e de: ’Sesini biraz kıs!’ buyurdu.7
أَنَّ ابْنَ عَبَّاسٍ -رَضِىَ اللّٰهُ عَنْهُمَا- أَخْبَرَهُ أَنَّ رَفْعَ الصَّوْتِ بِالذِّكْرِ ح۪ينَ يَنْصَرِفُ النَّاسُ مِنَ الْمَكْتُوبَةِ كَانَ عَلٰى عَهْدِ النَّبِىِّ -صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ-. وَقَالَ ابْنُ عَبَّاسٍ: كُنْتُ أَعْلَمُ إِذَا انْصَرَفُوا بِذٰلِكَ إِذَا سَمِعْتُهُ.
İbn-i Abbâs (r.anhümâ) haber verdi ki; insanlar farz (na­mazı bitirip on)dan ayrıldıkları zaman zikirle sesi yükseltmek (yani yüksek sesle zikretmek), Nebi (s.a.v.)’in döneminde var idi. İbn-i Abbâs: ’(Ben) bu (zikr)i işittiğim zaman, bununla (yani zikir seslerinin yükselmesiy)le onların (namazdan) ayrıldıklarını bilirdim.’ demiştir.8
عَنْ أَب۪ى سَع۪يدٍۨ الْخُدْرِىِّ قَالَ: خَرَجَ مُعَاوِيَةُ عَلٰى حَلْقَةٍ فِى الْمَسْجِدِ فَقَالَ: مَا أَجْلَسَكُمْ؟ قَالُوا: جَلَسْنَا نَذْكُرُ اللّٰهَ. قَالَ: آللّٰهِ مَا أَجْلَسَكُمْ إِلَّا ذَاكَ؟ قَالُوا: وَاللّٰهِ مَا أَجْلَسَنَا إِلَّا ذَاكَ. قَالَ: أَمَا إِنّ۪ى لَمْ أَسْتَحْلِفْكُمْ تُهْمَةً لَكُمْ، وَمَا كَانَ أَحَدٌ بِمَنْزِلَت۪ى مِنْ رَسُولِ اللّٰهِ -صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ- أَقَلَّ عَنْهُ حَد۪يثًا مِنّ۪ى، وَإِنَّ رَسُولَ اللّٰهِ -صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ- خَرَجَ عَلٰى حَلْقَةٍ مِنْ أَصْحَابِهِ فَقَالَ: «مَا أَجْلَسَكُمْ؟» قَالُوا: جَلَسْنَا نَذْكُرُ اللّٰهَ وَنَحْمَدُهُ عَلٰى مَا هَدَانَا لِلْإِسْلَامِ وَمَنَّ بِه۪ عَلَيْنَا. قَالَ: «آللّٰهِ مَا أَجْلَسَكُمْ إِلَّا ذَاكَ؟» قَالُوا: وَاللّٰهِ مَا أَجْلَسَنَا إِلَّا ذَاكَ. قَالَ: «أَمَا إِنّ۪ى لَمْ أَسْتَحْلِفْكُمْ تُهْمَةً لَكُمْ وَلٰكِنَّهُ أَتَان۪ى جِبْر۪يلُ فَأَخْبَرَن۪ى أَنَّ اللّٰهَ عَزَّ وَجَلَّ يُبَاه۪ى بِكُمُ الْمَلَائِكَةَ.»
Ebû Saîd el-Hudrî (r.a.)’dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: Muaviye (r.a.) mescitte bir halkanın yanına çıktı ve: ’Sizi (buraya) ne oturttu (yani oturmanıza ne sebep oldu)?’ dedi. (Halkadakiler): ’Allah’ı zikretmek için oturduk.’ dediler. (Muaviye): ’Allah aşkına, sizi ancak bu mu oturttu?’ dedi. (Onlar da): ’Allah’a yemin olsun ki, bizi ancak bu oturttu.’ dediler. (Muaviye şöyle) dedi: ’Şunu iyi bilin, muhakkak ki ben sizden (sizi yalanla) itham etmek için yemin istemedim. Rasûlullah (s.a.v.)’e (yakınlıkta) benim mertebemde olup da (buna rağmen) O’ndan, benden daha az hadis rivayet eden hiç bir kimse yoktur. Muhakkak ki Rasûlullah (s.a.v.), ashabından (oluşan) bir halkanın yanına çık­tı ve: ’Sizi (buraya) ne oturttu?’ buyurdu. (Ashâb): ’Allah’ı zikretmek, bizi İslâm’a hidayet etmesi (iletmesi) ve onunla bi­zi nimetlendirdiği için O’na hamdetmek için oturduk.’ dediler. (Rasûlullah): ’Allah aşkına, sizi ancak bu mu oturttu?’ buyurdu. (Ashâb): ’Allah’a yemin olsun ki, bizi ancak bu oturttu.’ dediler. (Rasûlullah): ’Şunu iyi bilin, muhakkak ki ben sizden (sizi yalanla) itham etmek için yemin istemedim. Fakat Cibril bana geldi ve Allah Azze ve Celle’nin sizinle meleklere iftihar ettiğini bana haber verdi.’ buyurdu.’9
et-Terğîb’de de şöyle bir hadis nakledilir:
عَنْ أَبِي الدَّرْدَاءِ -رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُ- قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ -صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ-: «لَيَبْعَثَنَّ اللّٰهُ أَقْوَامًا يَوْمَ الْقِيَامَةِ ف۪ي وُجُوهِهِمُ النُّورُ عَلٰى مَنَابِرِ اللُّؤْلُؤِ يَغْبِطُهُمُ النَّاسُ لَيْسُوا بِأَنْبِيَاءَ وَلَا شُهَدَاءَ» قَالَ: فَجَثَا أَعْرَابِيٌّ عَلٰى رُكْبَتَيْهِ فَقَالَ: يَا رَسُولَ اللّٰهِ! حُلَّهُمْ لَنَا نَعْرِفْهُمْ؟ قَالَ: «هُمُ الْمُتَحَابُّونَ فِي اللّٰهِ مِنْ قَبَائِلَ شَتّٰى وَبِلَادٍ شَتّٰى يَجْتَمِعُونَ عَلٰى ذِكْرِ اللّٰهِ يَذْكُرُونَهُ.»
Ebu’d-Derdâ (r.a.)’den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.v.) (bir defasında): ’Mutlaka Allah, kıyamet günü yüzlerinde nur olan bir takım toplulukları inciden minberler üzerinde diriltecektir. İnsanlar onlara gıpta ederler. (Hâlbuki) onlar peygamberler ve şehitler değildirler.’ buyurdu. (Ravi devamla şöyle) dedi: Bunun üzerine bir bedevi dizleri üzerine çöktü ve: ’Yâ Rasûlallâh! Onları(n vasıflarını) bize açıkla ki onları tanıyalım.’ dedi. (Rasûlullah): ’Onlar, muhtelif kabilelerden ve farklı memleketlerden Allah için birbirlerini seven kimselerdir. Allah’ı zikretmek için toplanırlar, O’nu zikrederler.’ buyurdu.10
Mezhep imamları, nasıl Rasûlullah (s.a.v.)’in uygulamalarını ve Kur’ân’ı esas alarak fıkıh ilmini tedvin etmişlerse; aynı şekilde tasavvufa gönül veren İslam âlimleri de zikir ehli olan Sahabe’nin Hz. Peygamber (s.a.v.)’den naklettiği metotları uygulayarak nefsin terbiyesi ve ruhun tezkiyesinde tasavvufî yollar oluşturdular. Peygamberimiz (s.a.v.)’den gelen tasavvufî esasların uzantılarından tarikatlar meydana geldi. Bunların bazıları hafî, bazıları cehrî, bazıları da hem hafî, hem cehrî usulü uygulayarak nefislerindeki kötü huyların tebeddülü için çalıştılar ve Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in devrindeki o güzel ahlaklarla yeniden ahlaklandılar. Böylece şeriatın emri dâhilinde günümüze kadar faaliyetlerini sürdürerek İslam ahlakının yayılmasında büyük hizmetler verdiler. Bunlar, Cenâb-ı Hakk’ın birr (iyilik) ve takvada yardımlaşma yolundaki emrini dikkate aldılar:
وَتَعَاوَنُوا عَلَى الْبِرِّ وَالتَّقْوٰى وَلَا تَعَاوَنُوا عَلَى الْإِثْمِ وَالْعُدْوَانِ
’İyilik ve takva üzere yardımlaşın. Günah ve düşmanlık (haddi aşmak) üzere yardımlaşmayın.’11
Her ne kadar Peygamber (s.a.v.) Efendimiz zamanında müstakil olarak mezhepler ve tarikatlar yok idiyse de, yukarıdaki satırlarda anlatılan haller, Hz. Muhammed (s.a.v.) ve O’nun sahabelerinin normal yaşantılarıydı. Zaten tasavvuf da bunları esas alarak; istiğfar, tevhid-zikir ve salâvat ile Kur’ân’ın ve Sünnet’in gereklerine sarılmayı öngörmektedir.
وَاسْتَغْفِرِ اللّٰهَۜ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ غَفُورًا رَح۪يمًا
’Allah’tan bağışlanma dile. Muhakkak ki Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.’12
فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَاسْتَغْفِرْهُۜ اِنَّهُ كَانَ تَوَّابًا
’Artık Rabbine hamd ederek tespihte bulun ve O’ndan bağışlanma dile. Zira O, tevbeleri çok kabul edendir.’13
وَلَذِكْرُ اللّٰهِ اَكْبَرُ
’Allah’ın zikri elbette en büyüktür.’14
يَآ اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اذْكُرُوا اللّٰهَ ذِكْرًا كَث۪يرًا
’Ey iman edenler! Allah’ı çokça zikredin.’15
اِنَّ اللّٰهَ وَمَلٰٓئِكَتَهُ يُصَلُّونَ عَلَى النَّبِيِّۜ يَآ اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا صَلُّوا عَلَيْهِ وَسَلِّمُوا تَسْل۪يمًا
’Muhakkak ki Allah ve melekleri Peygamber’e salât ediyorlar.16 Ey iman edenler! Siz de ona salât edin ve (tam bir) teslimiyetle selam edin.’17
Görülüyor ki, bugünkü şekliyle isim alan mezhepler ve tarikatlar, sonradan eklenmiş hurafe ve bidatler değildir. Çünkü yukarıdan beri açıklaya geldiğimiz ayetler ve hadisler ışığında ve tamamen Cenâb-ı Hakk’ın emirleri doğrultusunda, O’nun Rasûlü (s.a.v.)’in sünnetine dayalı olarak kurulmuş, ümmet-i Muhammed’i birleştiren müesseselerdir.
Nasıl ki mezhepler, Müslümanları fıkhî konularda, Allah’ın rızasına ve O’nun Rasûlü (s.a.v.)’in sünnetine
uygun bir hayatta birleştirme rolü oynuyorsa, tarikatlar da nefsi terbiye, ruhu tezkiye ve takva hususunda, Allah’ın rızasını elde etme ve O’nun Rasûlü (s.a.v.)’in yolunu takipte birleştirici bir görev üstlenmişlerdir.
Ve’s-selâmu alâ menittebea’l-Hüdâ.


(Endnotes)
1 el-Kehf, 18/65.
2 Kıssa için bkz., Kehf Suresi, 60-82 ayetler arası.
3 Ebû Dâvûd, Sünnet, 6.
4 Buhârî, İlm, 42.
5 İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, Zühd, 8, c.12, s.166, h.no:35364, Mektebetu’r-Ruşd, Riyad, 2004; Dârimî, Mukaddime, 34.
6 İmâm Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn Mea Tahric Hâfız el-Irâkî, c.1, cüz:1, s.40, Dâru’ş-Şa’b, Kahire; Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb, cüz:1, s.391, Mektebetu Dâri’t-Turâs, Kahire, 2001.
Bunu destekleyen bir rivayeti Taberânî şöyle zikretmektedir:
Ebû Vâil’den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: Abdullah (b. Mes’ûd) şöyle dedi: ’Şayet Ömer’in ilmi terazinin bir kefesine konsa, yeryüzü halkının ilmi de bir (diğer) kefesine konsa, onun (yani Ömer’in) ilmi, onların ilminden ağır gelir.’ Vekî’ şöyl dedi: ’A’meş dedi ki: ’Ben bunu kabul etmedim (garipsedim). Ardından İbrâhîm’e geldim ve ona bunu zikrettim. (İbrâhîm): ’Bunu neden kabul etmedin (garipsedin). Allah’a yemin olsun ki, Abdullâh bundan daha büyüğünü söyledi. Dedi ki: ’Muhakkak ki ben, Ömer (r.a.) gittiği (öldüğü) gün, ilmin onda dokuzunun gittiğini (kaybolduğunu) zannediyorum.’ dedi.’ (Taberânî, Kebîr, c.9, s.179, h.no:8809, Mektebetu’bni Teymiyye, Kahire)
7 Ebû Dâvûd, Salât, 315.
8 Buhârî, Ezân, 155.
9 Müslim, Zikr-Dua-Tevbe, 11, Dâru Taybe, Riyad, 2006.
10 Munzirî, et-Terğîb Ve’t-Terhîb Mine’l-Hadîsi’ş-Şerîf, ez-Zikru Ve’d-Duâ, Bâb:2, c.2, s.262, h.no:12, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 2003; Heysemî, Mecma’u’z-Zevâid Ve Menba’u’l-Fevâid, Ezkâr, Bâb:2, c.10, s.57, h.no:16770, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyyeti, Beyrut, 2001. Taberânî’den nakletmiştir.
11 el-Mâide, 5/2.
12 en-Nisâ, 4/106.
13 en-Nasr, 110/3.
14 el-Ankebût, 29/45.
15 el-Ahzâb, 33/41.
16 Allah’ın salât etmesi; övüp yüceltmesi, rahmeti, mağfireti, nimetlendirmesi, rızasıdır. Meleklerin salât etmesi; şanının yüceltilmesini dilemeleri, dua ve istiğfar etmeleri, dininin bütün dinlerden açık ve üstün olmasını, en iyi mükâfatın O’na verilmesini ve O’nun hürmete şayan bir kul ve peygamber olmasını talep etmeleridir.
17 el-Ahzâb, 33/56.
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.