Bismillâhirrahmânirrahîm.
Elhamdü lillâhi Rabbi’l-âlemin.
Ve sallallâhu ve selleme âla seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn.
Bu yazımızda ümmet kelimesinin etimolojik anlamı ile birlikte, Müslüman bir zihinde bıraktığı ve bırakması gereken anlam ve şuur düzeyi konu alınacaktır.
Ümmet algımızı sağlam bir zemine oturtmak için öncelikle bu sözcüğü etimolojik olarak çözümlemek gerekmektedir. Ayrıca Kur’ân’ı Kerim’de sıkça geçen bu kavramı doğru anlayabilmek de onu yakından tanıyabilmeye bağlıdır. Zira kelime anlamına vâkıf olamadığımız bir kavramı yaşamımıza sağlıklı bir şekilde aktarma olanağımız azalacaktır.
Ümmet (أمة) ’emm’ kökeninden türetilmiş olmakla birlikte bazı dilciler, bu kelimenin ’emm’ kökünden kaynaklanan ve ümmet kelimesi ile aralarında anlam yakınlığı bulunan ’ümm, ümmî’ ve ’imâm’ kelimelerinden türetildiğini söylemektedirler.
Sözlüklerde ’emm’ kökünün; bir şeye yönelmek,1 kastetmek, niyet etmek, bir şeyi hedef almak, bir topluluğun önünde olmak, bir şeyi sevk ve idare etmek, ana olmak2 gibi anlamlara geldiğini görürüz.
Ümmetin kendisinden türetildiği söylenen ’ümm’ ise sözlükte; asıl/kök, kaynak, ana, çocuğun kendisinden doğduğu kadın anlamlarına gelir.3 Bu anlamlardan yola çıkılarak bir şeyin vücut bulmasına, terbiyesine, ıslahına veya başlangıcına asıllık eden her şeye -kök veya kaynak- ümm denilmiştir.4 ’Ümm’ kelimesinin Arap dilindeki temel anlamı, ’etrafındakilerin kendisine bağlı bulunduğu merkez ve arkadan gelenlerin kendisine katıldığı her hangi bir şey’5 veya ’her hangi bir şey etrafında toplanan topluluktur.’6
Görüldüğü üzere ümmet kelimesinin dayandırıldığı ’emm’ ve ’ümm’ kelimelerinin her ikisi de ’toplanma’ ve ’aynı cinsten bir şey etrafında buluşmayı’ anlatmaktadır.7 Ümmün anlamında bir asıl merkez (ana) ve bir de ona tabi olanlar olduğu gibi, bir de önder (imam) ve arkasından gidenler vardır. Emm kelimesinin anlamında ise ’hedef ve gaye’, merkezî bir konumda yer almaktadır.8
Aynı şekilde ümmetin kendisinden türetildiği söylenen kelimelerden olan ’ümmî’ ise, annesinden doğduğu gibi kalarak yaratılışındaki tabiatı, safiyet ve fıtratı hiç değişmemiş kimse manasındadır.9
’İmam’ kelimesinin temelinde ise; ister hak ister batıl yolda olsun insanların kendisine yönelip uydukları ve yolundan gittikleri kimse, yani önder, rehber, lider gibi anlamlar yer almaktadır.10 Bu anlamdan yola çıkılarak ’Hz. Muhammed, müminlerin imamıdır’ denilebileceği gibi, ’Kur’ân da Müslümanların imamıdır’ denilebilir. Bundan da anlaşılacağı üzere imâmın, önder (imâm) ve arkasından gidilen kişi (metbû’-tabî) anlamı, kelimenin merkezinde yer alırken, ümmî de ise, bir asıl ve merkeze (ana) mensubiyet kelimenin merkezî anlamını oluşturmaktadır.
’Ümmet’, kelime olarak sözlüklerde; topluluk, toplum, millet, halk, taife, cemaat, insanlar (ve onlar gibi bir topluluk olan hayvanlar ve cinler)dan oluşan sınıf, peygamber gönderilen toplum, bir peygambere nispet edilen her kavim, ister inansın ister inanmasın kendilerine peygamber gönderilmiş olan topluluk, bir peygambere inanıp onun etrafında toplanan insanlar, bir amaç etrafında toplanan grup, bir dinin mensupları, belli bir zaman diliminde (aynı çağda) yaşayan insanlar topluluğu, insanlardan her bir nesil, kuşak, iyiliği öğreten, nefsinde iyi hasletleri toplamış kişi, kendisine uyulan rehber, imam, önder; benzeri olmayan kişi, âlim, muallim, bir din üzere olup diğer dinlere muhalefet eden kimse, din11 gibi muhtelif anlamlara gelmektedir.
’Ümmet’ kelimesinin ıstılahî anlamı ise genel itibari ile bir Peygamber gönderilmiş insanlar topluluğu anlamına gelirken daha sonrasında ise tüm Müslümanları içerisine alan bir anlama kavuşmuştur. Daha derli toplu bir tanımı ile aynı dine inanıp aynı yaşam tarzını benimseyen ve bunları hayatlarında hep birlikte yaşayan insanlar topluluğudur. Tüm bu tanımlardan yola çıkarak bugün hasret kaldığımız ümmet mefhumu ile tüm Müslümanların birlik olması gerektiğini kastetmiş oluyoruz. Kur’ân’ı Kerim’de altmış beş ayette geçmesi ’أمة’ sözcüğünün ne kadar büyük bir öneme sahip olduğunu göstermektedir. Şimdi bu ayetlerde kullanılan ’ümmet’ kavramını birkaç örnek ile mütalaa edeceğiz:
’Şüphesiz İbrahim, Allah’a itaat eden, hakka yönelen bir önder idi. Allah’a ortak koşanlardan değildi.’12
Bu ayet-i kerimede, ümmet kavramının tek bir insan için kullanıldığını görmekteyiz ki ayet-i kerimede, Hz. İbrahim bir ’ümmet’ olarak vasıflandırılıyor. Alimler, ’ümmet’ sıfatının ne mânâya geldiği hususunda şu izahları yapıyorlar:
’İbrahim (a.s.) bir ümmetti. Yani, kendisine tabi olunan bir önderdi. Veya o, doğru yola sevk eden bir önderdi. Yahut, İbrahim, hayır öğreten bir muallimdi veya insanlara dinlerini bildiren bir öğretmendi. Yahut kendisi tek başına bir ümmetti. Zira o, bir ümmet kadar güçlüydü. Veya sadece o iman etmişti. Diğer bütün insanlar ise mümin değillerdi.’13
’Yeryüzünde gezen her türlü canlı ve (gökte) iki kanadıyla uçan her tür kuş, sizin gibi birer topluluktan başka bir şey değildir. Biz Kitap’ta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Sonunda hepsi Rablerinin huzuruna toplanıp getirilecekler.’14
Bu ayette ’ümmet’ kelimesinin insanlar dışındaki canlılar için de kullanıldığını görmekteyiz. Bu bağlamda kullanılan ümmet kavramını, canlı türlerinin ilk sınıflandırılması olarak da okumak mümkün ve hatta gayet tabiidir.
Ve artık; ’ümmet’ mefhumunun ihtiva ettiği tüm bu anlamlar neticesinde bizde bıraktığı ya da bırakması gereken şuur düzeyi nedir? Nasıl bir algıya sahibiz? Öneminin farkında mıyız? Ümmet olmak ya da olamamak bize neler kazandırır neler kaybettirir? Nasıl ümmet olabiliriz? Ya da bunca ayrılığa rağmen ümmet olabilir miyiz? gibi soruları ayet ve hadisler ışığında irdelemeye çalışacağız.
’İnsanlar tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere kitapları hak olarak indirdi. Kendilerine apaçık âyetler geldikten sonra o konuda ancak; kitap verilenler, aralarındaki kıskançlık yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah iman edenleri, kendi izniyle, onların hakkında ayrılığa düştükleri gerçeğe iletti. Allah, dilediğini doğru yola iletir.’15
Abdullah b. Abbâs ve Katâde’den nakledilen bir görüşe göre bu âyette zikredilen ’tek bir ümmet’ten maksat, Hz. Âdem ile Hz. Nuh arasında yaşayan ve on nesil devam eden ümmettir. Bunlar, Hz. Nuh’a kadar hak şeriat üzere tek bir ümmet olarak yaşamışlar, Hz. Nuh’tan sonra ihtilafa düşmüşler, Allah da bunlara, müjdeleyici ve uyarıcı Peygamberler göndermiştir. Bu izaha göre ’ümmet’ kelimesinden maksat ’tek din üzerinde birleşen insanlar’dır.
Bu hususta başka bir âyet-i kerimede: ’Eğer Allah dileseydi elbette sizi tek bir ümmet yapardı...’16 buyrulmaktadır.
Bu âyetten, açık bir şekilde anlıyoruz ki insanlar bir aileden yaratılmışken bile birbirinden farklı meziyetlerde var edilmişlerdir. Yani insan olmanın gereği olarak farklılıklar varoluşsal bir gerçekliktir. Lakin ayetin devamında insanlar arasındaki bu ihtilafa çözüm olarak Peygamberler ile birlikte kitapların gönderildiği ve bunların her türlü anlaşmazlıkta hakem tayin edilmesi ile ancak bu hengameden kurtulmanın mümkün olacağı bildirilmiştir. Fakat insan ihtiraslarının kurbanı olmuş ve bu ilahi yasadan yüz çeviren her bedbaht gibi zilleti tatmıştır. Nitekim içinde bulunduğumuz zaman dilimindeki halimizin ayrıntılı bir izahına gerek yoktur. Bu çağda yaşayan herkes bundan az da olsa haberdardır. Bugün sadece Müslümanlar değil tüm insanlık bulunduğu hemen hemen her yerde bir sorunla karşı karşıyadır. Toplumsal ya da psikolojik olarak bir parçalanma yaşamaktadır. Lakin özelde ise biz Müslümanlar farklılıklarımızı derin ayrılıklara çevirerek paramparça olduğumuz için bugün Mısır, Suriye, Filistin ve daha nice Müslüman beldelerinde dahil olmak üzere kandan gözyaşları ile boyanmakta ve bir yardım eli arayışında çaresizce çırpınmaktalar. Tüm bu yaşananlardan sonra istisnasız her Müslüman, birlik olunması gerektiğinde hemfikir kalıyor. Ve ümmet-i Muhammed olarak bundan yaklaşık yüz sene önce kaldırılan Hilafetin özlemini her zamankinden daha çok çekiyoruz. Lakin tüm bunlara rağmen farklılıklarımızı fıtri bir gerçeklik olarak kabul edemeyip parçalanıyoruz. Ümmet olabilmemizin temelinde ise farklılıklardan ayrılıklar çıkarmamaya ve ortak bir paydada buluşmaya gayret etmek yatmaktadır. Çünkü Rabbimiz buyuruyor ki:
’Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de O sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz.’17
’Şu dinlerini parça parça edenler ve kendileri de grup grup ayrılmış olanlar var ya, (senin) onlarla hiçbir ilişiğin yoktur. Onların işi ancak Allah’a kalmıştır. Sonra (O), yapmakta olduklarını kendilerine haber verecektir.’18
’Şüphesiz bu (İslâm), tek ümmet (din) olarak sizin ümmetiniz (dininiz)dir. Ben de Rabbinizim. Onun için sadece bana kulluk edin.’19
Evet bu ayetleri okuduğumuzda tıpkı ’Namaz kılın’ emri gibi bir farziyet düşüncesi bırakıyor mu zihnimizde? Allah’ın üzerimize yazdığı bir farz olarak algılayıp, ümmetin parçalanmışlığı karşısında uykularımızı kaçırmaya yetmiyorsa imanımızın bir takviyeye ihtiyacı var demektir.
Oysa Peygamberimiz kardeşlik hukukumuzdan bahsederken biz Mü’minleri şöyle tanımlıyor:
’(Kâmil) mü’minleri, birbirlerine karşı merhametlerinde, sevgilerinde ve şefkatlerinde bir vücut misali görürsün. (O vücutta) bir uzuv hastalandığı zaman, vücudunun diğer (azalar)ı birbirlerini uykusuzluk ve ateşle onun (acısına ortak olmaya) çağırırlar.’20
Ve ekliyor...
’İman etmedikçe cennete giremezsiniz; birbirinizi sevmedikçe de (kâmil manada) iman etmiş olmazsınız. Size, yaptığınız zaman birbirinizi seveceğiniz bir şey göstermeyeyim mi? Aranızda selâmı yayın.’21
Ebû Hureyre (r.a.)’dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.v.)’i: ’Hiçbir kimseyi, ameli cennete girdiremez.’ buyururken işittim. Bunun üzerine (Sahabe): ’Seni de mi yâ Rasûlallah?’ dediler. (Rasûlullah) şöyle buyurdu: ’Hayır, beni de (girdiremez)! Ancak Allah’ın, fadl ve rahmetle beni bürümesi müstesna! Şu halde (amellerinizde ifrat ve tefritten uzak durup) doğruyu arayın ve (doğruya) yaklaş(tıracak ameller yap)ın. Ve hiçbiriniz ölümü temenni etmesin! (Zira kişi), iyilik (ihsan) sahibi ise umulur ki (yaşayıp) hayrı artırır. Günahkâr (bir kişi) ise, umulur ki (günahından) döner, (Allah’ın rızasını diler)’22
Tüm bu ayet ve hadislere rağmen;
- birbirimize ayrıntı sayılabilecek konulardan dolayı 2. sınıf Mü’min muamelesi yapmamız,
- sırf bizim cemaatimizden olmadığı için diğer bir Mü’mini ötekileştirmemiz,
- ümmet-i Muhammed’i kendi topluluğumuz, vakfımız ya da ırkımızdan ibaret görebilmemiz. Ya da kendi grubumuzu tek ve yeterli görebilmemiz,
bir Mü’min kalbe sığabilir mi?
İmâm Şâfiî’nin şu kıssası bizim için müthiş bir örnektir:
Yûsuf (es-Sadefî) şöyle dedi: Bir gün (İmam) Şâfiî ile bir meselede münazara ettim. Sonra ayrıldık. (Bir zaman) sonra benimle karşılaştı. Elimi tuttu, sonra bana: ’Ey Ebû Mûsâ! Bir meselede ittifak etmesek de kardeşler olmamız doğru olmaz mı?’ dedi.23
Rabbimiz buyuruyor ki:
’Böylece, sizler insanlara birer şahit (ve örnek) olasınız ve Peygamber de size bir şahit (ve örnek) olsun diye sizi orta bir ümmet yaptık. Her ne kadar Allah’ın doğru yolu gösterdiği kimselerden başkasına ağır gelse de biz, yönelmekte olduğun ciheti ancak; Rasûl’e tabi olanlarla, gerisingeriye dönecekleri ayırt edelim diye kıble yaptık. Allah, imanınızı boşa çıkaracak değildir. Şüphesiz Allah, insanlara çok şefkatli ve çok merhametlidir.’24
’Bu ümmet, bütün insanlığa örnek olan orta yolu benimsemiş bir ümmettir. Buna göre, insanlar arasında adaleti ve hakkaniyeti egemen kılar, onların benimseyecekleri kriterleri ve değer hükümlerini ortaya koyar, onlar arasında görüşünü açıklayınca esas alınan görüş bu olur, insanların değer yargılarını, düşüncelerini, geleneklerini ve sloganlarını ölçüye vurur ve bunlar hakkında ’Bu doğrudur, bu yanlıştır’ diyerek son ve kesin sözü söyler. Yoksa bu ümmet, insanların tümüne örnek olması, onlar arasında adaleti hakim kılması gerekirken düşüncelerini, değer yargılarını ve kriterlerini yönlendirmekle yükümlü olduğu diğer insanlardan biri olamaz.
Bu ümmet böylece bütün insanlığa örnek olurken kendi örneği de Allah Rasûlü olacaktır. Buna göre Peygamber, onun kriterlerini, değer yargılarını belirleyecek, davranışlarını ve geleneklerini hükme bağlayacak, yaptığı her işi tartıya vurarak onun hakkında son sözü söyleyecektir. Bu ayet bu ümmetin mahiyetini ve görevini böylece belirliyor ve kendisine görevini ve konumunu tanımayı, büyüklüğünün bilincine varmayı, rolünü gerçek boyutları ile değerlendirmeyi ve bu rolü oynamaya yaraşır biçimde hazırlıklı olmayı öneriyor.’25
Biz ümmet-i Muhammed olarak ifrat ve tefritten uzak itidal üzere olmakla memuruz. Çünkü biz insanlığın ihyası için varız. Tüm bir insanlık bugün İslam’a ve onun sistemine her zamankinden daha çok muhtaçken biz ayrıntılarda boğulamayız. Tüm insanlığı tevhitte birleştirmek zorundayız çünkü Rabbimizin buyruğu ile biz:
’Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah’a iman edersiniz.’26
’Hakkında ayrılığa düşüp durduğunuz şeyler konusunda, kıyamet günü Allah aranızda hüküm verecektir.’27
Ve’l-hamdu lillâhi Rabbi’l-âlemîn.
(Endnotes)
1 ’...Ve lâ âmmîne’l-beyte’l-harâme’ (Rablerinin lütuf ve rızasını arayarak Beyt-i Haram’a yönelmiş kimselere saygısızlık etmeyin) (Bkz., el-Mâide, 5/12) âyetinde geçen ve ’emm’ kökünden kaynaklanan ’âmîne’ kelimesi bu anlamdadır.
2 İbn Düreyd, Cemheratü’l-Lüğa, I, s. 59; İbn Manzûr, Lisânu’l-’Arab, XII, s. 22; Zebîdî, Tâcu’l-’Arûs, XVI, s. 26.
3 İbn Manzûr, a.g.e., XII, s. 28-32.
4 Râğıb el-İsfahânî, Müfredâtü Elfâzi’l-Kur’ân (thk. Safvân Adnan Dâvûdî), Dımeşk 1997, s. 85; Fîrûzâbâdî, Mecdüddin Muhammed b. Ya’kub, Besâiru Zevî’t-Temyîz Fî Letâifi Kitâbi’l-’Azîz (thk. Muhammed Ali en-Neccâr), Beyrut ty., II, s. 111.
5 Halîl b. Ahmed, Kitâbü’l-’Ayn, VIII, s. 426; İbn Abbâd, el-Muhît Fi’l-Luğa, X, 460; İbn Fâris, Mu’cemu Mekâyîsi’l-Luğa, I, s. 27; İbn Manzûr, a.g.e., XII, s. 33.
6 İbn Düreyd, a.g.e., III, 59; İbn Manzûr, a.g.e., XII, s. 31; Ebu’l-Bekâ, Eyyûb b. Mûsâ el-Huseynî el-Kefevî, el-Külliyyât (Mu’cem Fi’l-Mustalahât ve’l-Furûki’l-Luğaviyye), (nşr. Adnan Derviş- Muhammed el-Mısrî), Beyrut 1992, s. 176.
7 Taberî, Ebû Cafer Muhammed b. Cerîr, Câmi’u’l-Beyân ’An Te’vîli ’Âyi’l-Kur’ân, Beyrut 1980, XII, s. 6; Raşîd Rızâ, Tefsîrü’l-Menâr, yy, ty., XI, s. 26; İsmail ÇALIŞKAN, Kur’an’da Din Kavramı, Ankara 2002, s. 104.
8 ÇALIŞKAN, a.g.e., s. 104.
9 İbn Fâris, a.g.e., I, s. 28; İbn Manzûr, a.g.e., XII, s. 34.
10 Halil b. Ahmed, a.g.e., VIII, s. 428; İbn Abbâd, a.g.e., X, s. 460; İbn Fâris, a.g.e., I, s. 28; İbn Manzûr, a.g.e., XII, s. 24.
11 ’Fülânün lâ ümmete leh’ (Falan kimsenin ümmeti yok) derler. (Bkz., İbn Manzûr, a.g.e., XII, s. 24; Zebîdî, a.g.e., XVI, s. 26)
12 en-Nahl, 16/120.
13 Ebû Cafer Muhammed b. Cerîr et-Taberî, Taberî Tefsiri, Hisar Yayınevi, V, s. 246.
14 el-En’âm, 6/38.
15 el-Bakara, 2/213.
16 el-Mâide, 5/48.
17 Âl-i İmrân, 3/103.
18 el-En’âm, 6/159.
19 el-Enbiyâ, 21/92.
20 Buhârî, Edeb, 27.
21 Müslim, Îmân, 22.
22 Buhârî, Merdâ, 19.
23 İbn-i Asâkir, Târîhu Medineti Dımeşk, c.51, s.302, h.no:6071, Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1997; Zehebî, Siyeru A’lâmi’n-Nubelâ, c.10, s.16, Müessesetu’r-Risâle, Beyrut, 1982.
24 el-Bakara, 2/143.
25 Seyyid Kutup, Fî Zilâli’l-Kur’ân, Dünya Yay., İstanbul, s. 198.
26 Âl-i İmrân, 3/110.
27 el-Hac, 22/69.
Ümmet ve Algımız
Özlenen Rehber Dergisi 160. Sayı
1 kişi yorum yazdı.