Özlenen Rehber Dergisi

160.Sayı

Mesnevi'den Yola Çıkarak İman Üzerine Bir Değerlendirme

Mustafa ŞENTÜRK Özlenen Rehber Dergisi 160. Sayı
Musa (a.s.) yolda bir çoban gördü. Çoban şöyle söylenip duruyordu:
- Ey kerem sahibi Allah’ım! Neredesin ki sana kul kurban olayım. Çarığını dikeyim, saçını tarayayım. Elbiseni yıkayayım, bitlerini kırayım. Sana süt ikram edeyim. Elceğizini öpeyim, ayacığını ovayım. Uyuma vaktin gelince yerceğizini silip süpüreyim. Bütün keçilerim sana kurban olsun. Bütün nağmelerim, heyheylerim senin yadınladır Allah’ım.
Çoban bu çeşit saçma sapan şeyler söyleyip duruyordu. Musa (a.s.):
- Çoban, bunları kime söylüyorsun? diye sordu. Çoban:
- Bizi yaratana, bu yeri göğü halk edene, diye cevap verince, Musa (a.s.) dedi ki:
- Vah vah, sen çıldırmışsın. Daha Müslüman olmadan kâfir olmuşsun. Bu ne saçma söz, bu ne küfür, bu ne olmayacak şey. Ağzına pamuk tıka, küfrünün pis kokusu dünyayı tuttu. Küfrün din kumaşını yıprattı. Çarık, dolak ancak sana ve senin gibilere yaraşır. Tarif edilemez güneşe bunlar layık olur mu? Böyle sözlerden ağzını kapamazsan bir ateş gelir, bütün mahlukatı yakar. Zaten gazap ve kahır ateşi gelmediyse ağzından çıkan bu küfür dumanı ne? Can niye kapkara bir hale geldi, ruh merdutlaştı. Allah’ın her şeye kadir ve her hususta adil olduğunu biliyorsan nasıl oluyor da bu hezeyanlara, bu küstahlığa cüret ediyorsun? Akılsız dost zaten düşmandır. Allah bu çeşit hizmetlerden ganidir. Sen bunları kime söylüyorsun; amcana, dayına mı? Allah’ın sıfatlarında cisim sahibi olmak ve ihtiyaç var mı? Büyüyüp gelişmekte olan süt içer. Ayağa muhtaç olan çarık giyer. Eğer bu dedikodu Allah’ın, hakkında ’O Ben’im-Ben o’yum’ dediği veya hakkında ’Hastalandım da yine halimi hatırımı sormadın. Yalnız o hastalanmadı ben de hasta oldum’ dediği yahut ’Benimle duyar, benimle görür’ dediği kulu içinse yine beyhude ve batıldır. Allah’ın has kullarıyla edepsizce konuşmak gönlü öldürür, amel defterini kapkara bir hale koyar. Sen bir erkeğe Fatma desen, erkekle kadın hep bir cins olmakla beraber, imkân bulursa kanına kasteder, isterse haddizatında halim ve mülayim olsun. Fatma sözü kadınlar için övünçtür. Fakat erkeğe söylersen kılıç yarası gibi tesir eder.
El, ayak bizim için övünç vesilesidir. Fakat Allah’ın arılığına nispetle kusur. O ’doğmaz-doğurmaz’ vasfına layıktır. Babayı da halk eden O, oğlu da. ’Doğmak’ cismani olanın vasfıdır. Doğan, ırmağın bu yüzüne mensuptur. Çünkü doğan, kevn-ü fesat alemindendir, aşağılıktır, sonradan olmadır. Elbette her hadis bir muhdise ihtiyaç duyar. Çoban:
- Ey Musa (a.s.), ağzımı bağladın, pişmanlıktan canımı yaktın, dedi. Elbisesini yırtıp yana yana bir ah çekti, başını alıp çöle doğru yola düştü.
Musa (a.s.)’ya Allah’tan şöyle vahiy geldi: ’Kulumuzu bizden ayırdın. Sen ulaştırmaya mı geldin yoksa ayırmaya mı? Muktedir oldukça ayrılığa ayak basma. Bence en hoşlanılmayan şey ayrılıktır. Ben herkese bir huy, herkese bir çeşit ıstılah verdim. Ona medih olan söz, sana zemdir. Ona göre baldır, sana göre zehir. Biz ise temizden de münezzehiz pisten de. Ağırlıktan da arıyız, çeviklik ve titizlikten de. Kullara, ’ibadet edin’ diye emrettimse bir kar, bir fayda elde edeyim diye değil, kullara ihsanlarda bulunayım diye. Hintlilere, Hintlilerin sözleri medihtir, Sintlilere Sintlilerin. Onların beni teşbih etmeleri ile münezzeh, mukaddes olmam. Bu tespih incilerini saymakla kendileri temizlenir. Biz dile, söze bakmayız, gönle, hale bakarız. Kalp huşu sahibi ise kalbe bakarız, isterse sözünde kulluk ve aşağılık olmasın. Çünkü gönül cevherdir, söz söylemekse araz. Bu yüzden araz ariyettir, maksat cevherdir. Manası gizli kapalı yahut başka olan bu çeşit laflar ne vakte kadar sürecek? Ben aşk ateşi istiyorum, kalbinde o ateşi uyandırmaya bak. O ateşe düş! Canda sevgiden bir ateş tutuştur, düşünceyi sözü baştanbaşa yakıver. Yâ Musa (a.s.), alimlerin adabı başka, ruhu yanmış aşıkların başka. Aşıklara her nefeste bir yanış var. Yıkık köyden haraç aşar alınmaz. Hatalı söz söylerse bile ona hatalı deme. Kana bulanıp şehit olursa yıkamaya kalkışma. Şehitlere kan, sudan yeğdir. Bu yanlış söz de yüzlerce doğrudan yeğ. Kâbe’nin içinde kıbleden eser yoktur. Dalgıcın ayağında kar ayakkabısı olmazsa ne zararı olur. Sarhoşlardan kılavuzluk arama. Elbiselerini paramparça yırtmış olana yamadan bahsetme. Aşk milleti bütün milletlerden başkadır. Aşıkların milleti ve mezhebi Allah’tır. Lâl’in lâl olduğunu ispat eden bir damgası olmasa ne çıkar. Aşk gam denizinde gamlanmaz ki.
Ondan sonra Hak, Musa (a.s.)’nın sırrına dile gelmeyecek sırlar söyledi. Musa (a.s.)’nın gölüne sözler döktüler. Görmekle söylemeyi birbirine karıştırdılar. Nice defa kendinden geçti, nice defa kendine geldi. Kaç kere ezelden ebede uçtu. Eğer bundan ötesini anlatmaya kalkışırsam ahmaklık etmiş olurum. Çünkü bunu açmak bunu anlatmak anlayışın ötesindedir. Söylersen akıllar hayran olur. Yazsam birkaç kalem kırılır. Musa (a.s.) Allah’tan bu azarı duyunca çöle düşüp çobanın ardınca koştu. O hayran aşığın izini izledi, çöldeki otların tozunu silkti. Aşık ve hayran adamların ayak izleri başkalarının izinden ayrılır, hemen belli olur. Aşık ruh gibi bir ayağını yukardan aşağıya atar, bir ayağını fil gibi eğri büğrü basar. Bazen bir dalga gibi bayrak diker, yücelir. Bazen balık gibi suyun içinde gider, görünmez. Bazen de remilcinin remil dökmesi gibi ahvalini toprak üstüne yazar.
Musa (a.s.) nihayet onu bulup gördü. Dedi ki:
- Müjdeler olsun, Allah’tan izin geldi. Hiçbir sebep ve tertip yolu arama. Daralan gönlün ne isterse onu söyle. Senin küfrün din, dinin can nuru. Sen emniyete erişmişsin. Bütün bir cihan da senin yüzünden eman-ı ilahiyededir. Ey dilediğini yapan Allah’ın muafı! Pervasızca yürü, dilini aç. Çoban:
- Ben o halden, o sözden geçtim. Şimdi kendi gönlümün kanına bulandım. Ben Sidretü’l-Münteha’dan da aşmış, oradan bile yüz binlerce yıl ötelere gitmiştim. Sen bir kamçı vurdun, atım şahlanıp sıçradı, kâinatı aştı. Nasutumuzun mahremi Lahutu olsun artık. Aferin eline koluna. Şimdi benim halim söze sığmaz. Zaten bu söylediğim de benim ahvalim değil. Aynada bir suret görürsün ya, fakat o senin suretindir, aynanın değil. Neyzen ney üfler. Fakat bu nefes ve bu nefesten çıkan ses neyin midir, neyzenin mi? Bu ses neyin harcı mı, neyzenin harcı mı? dedi.
1
İman, üzerinde en fazla konuşulan dini kavramların başında gelmiştir hep. İman artar mı eksilir mi? Kuvvetlenir mi zayıflar mı? Amel ile ilişkisi nasıldır? gibi sorular hemen hemen tarihin her döneminde tazeliğini korumuş mühim meselelerden olmuştur. Yine tarihimize baktığımızda bu tarz sorulara ve bu denli mühim mevzulara genelde farklı cevaplar verilmiş ve iki kutuplu görüşler ortaya çıkmıştır. Burada gözden kaçırılmaması gereken önemli bir olgu vardır ki o da şudur: Herkesin imandan nasibi (Allah’ın muradı dahilinde) anlayışı ölçüsündedir. Yani diğer bir ifade ile kişinin imandan anladığı, iman tasavvuru ile direk ve doğru orantılıdır. Bundan olsa gerek ki, her bireyin kendisine has iman ve inanç tanımı, algısı vardır.
Yine burada değinilmeden geçilmemesi gerekli bir diğer husus da şudur: İman eksenli algı, tasavvur ve tanımlamaların herhangi bir ölçü ya da terazide azlık-çokluk, öncelik-sonralık değeri yoktur. Meseleyi somut hale getirebilmek için şu örneği verebiliriz: Dağ başındaki bir çobanın imanı, Allah katında bir bilginin, bir alimin imanından daha makbul olabilir. Çünkü imana değer veren, onu makbul olma noktasına çeken hiç kuşkusuz, ’saf’ ve ’ihlaslı’ olmasıdır. Bu hasletler de kimde ve kimin imanında var ise o diğerinden daha makbul, Hak katında daha değerlidir. Bu, ’imanı ve iman ile ilgili meseleleri ilmî ciheti ile okumayalım, bunlara gerek yok’ manasına değildir şüphesiz. Buradaki asıl sır, kulun tam manası ile teslim olması nihayetinde bütün delillerin, ilmî/felsefî iman tanımlamalarının, ciltler dolusu kelamî tartışmaların hakikati elde etmişler için beyhude oluşudur. Tam bu noktada şu nükte pek bir manidardır: Cüneyd-i Bağdadî (k.s.)’ye ’Falanca yerde bir alim zat var, Allah’ın varlığını 99 delil ile ispatlıyor.’ dediklerinde Hazret şu cevabı verir: ’Demek onun Allah’ın varlığı ile ilgili 99 şüphesi varmış.’
Mevzu iman olduğunda gaye sadece Hakk’ın rızası ve kalbin huzurudur, itminanıdır. Yunus’un dediği gibi:

Sufilere sohbet gerek
Ahilere ahret gerek
Mecnunlara Leyla gerek
Bana seni gerek seni

Cennet cennet dedikleri
Birkaç köşkle birkaç huri
İsteyene ver anları
Bana seni gerek seni

Tabi bu noktada kişilerin istidatlarını, anlama ve kavrama yeteneklerini, en başında da Allah’ın kaderini meseleden uzat değerlendirmemek lazım. İnsanlar farklı hilkat ve cibilliyette yaratılmış, farklı zaman ve mekanlarda iskân edilmişlerdir. Hakikati arama noktasında kimi Yunus Emre gibi ’Bana seni gerek seni’ diyecek, kimisi de bir iman arayışı içerisine girecektir. Bize düşen Peygamberî metot ile önce kendi nefsimizde, daha sonra ise mümin sadırlarda bizi hakikate ulaştıracak imana talip olmak olmalıdır. Muhatabın anlayışına göre dinî ve dinî meseleleri anlatmak, karşıdakinin algı düzeyini ve kavrama seviyesini tebliğ ve irşat noktasında asla es geçmemektir. Şu hadise bu söylediklerimizi ne güzel özetlemektedir.
Muâviye b. el-Hakem es-Sülemî anlatıyor: Benim bir cariyem vardı. Uhud ve Cevvâniyye taraflarında bana ait koyunları güderdi. Bir gün (onun yanına) vardım, bir de ne göreyim, kurt onun (güttüğü) koyunlardan birini götürmüş! Ben Ademoğullarından bir adamım. Onların kızdığı gibi ben de kızarım. Fakat ben cariyeye öyle bir tokat vurdum ki… Ardından Rasûlullah (s.a.v.)’e geldim. Bu (yaptığı)­mı bana fazla buldu. ’Yâ Rasûlallah! O halde onu azat etmeyeyim mi?’ dedim. (Rasûlullah): ’Onu bana getir.’ buyurdu. Derhâl o (cariyey)i O’na getirdim. (Rasûlullah) ona: ’Allah nerededir?’ buyurdu. (Câriye): ’Göktedir.’ dedi. (Rasûlullah): ’Ben kimim?’ buyurdu. (Câriye): ’Sen Allah’ın elçisisin.’ dedi. (Rasûlullah): ’Onu azat et; çünkü o mü’minedir.’ buyurdu.2
İman hususunda aslolan özü, saf olanı muhafaza etmektir. Bu son derece mühim noktadır. İnanç konusunda özellikle mü’min kulu, ana mecradan uzaklaştıracak tartışma ve polemiklerden uzak durmak saf olanı koruma noktasında fevkalade önemlidir. Özellikle günümüzde müminler olarak bizlere hiçbir faydası olmayan, hormonal mevzu ve suni tartışmaların uluorta konuşulması zihinleri bulandıracak ve dimağları derinden sarsacak kuvvettedir ki, saf ve hak olanı koruma noktasında bunlardan uzak durmak elzemdir. Bu hakikati bizlere asırlar öncesinden mucizevî bir şekilde haber veren Alemlerin Efendisi (s.a.v.)’nden rivayet edilen şu uyarı ne kadar da açıktır.
’Ahir zaman olup da hevalar arttığı (çeşitlenip ihtilaf ettiği) zaman çöl halkının (bedevilerin) dinine uyun (sarılın).’3
Bütün bunların nihayetinde imanlarımız saf olmalı. Hak olmalı, hakikat olmalı. İlahiyat alanında kariyer yapmayı ’büyük’ gaye edinen, ciltler dolusu kitaplar okuyan, binlerce ayet ve hadis ezberleyen ve bunlarla onu bunu tekfir eden, mezhepçilik ve ırkçılıkla Müslümanlar arasında tefrika ve fitne oluşturanları gördükçe ’çöl halkının (bedevilerin) dinine uyun’ sözünün manasını, önemini ve ne denli gerekli olduğunu daha iyi anlıyor insan. Şöyle mevcut durumu tekrar gözden geçirdiğimizde koca koca (?) adamlar, büyük büyük (?) ilim sahipleri dağıtıyor, bozuyor, yıpratıyor, yozlaştırıyor, yıkıyor, kırıyor, derin düşmanlıklar oluşturuyor. Ama az bir ilme sahip ’kocakarı imanı’na sahip ’kul’lar ise yapıyor, derman oluyor, derin muhabbetler ve samimi dostluklar oluşturuyor. Yazımızın en başında da ifade ettiğimiz gibi elbette ki ideal olan hem ilim sahibi olmak hem de saf bir imana sahip olmaktır. Ama maalesef özellikle bugün gelinen nokta göz önüne alındığında İslam dünyasındaki temel sorunlarımızdan biri de hakikati arayıp bulmak yerine bilerek ya da bilmeyerek yeni ve kalıcı sorunlar çıkartan sözde ilim sahipleri. İşin sadece bilgi boyutunu elde etmiş ve elde ettiği bilgiyi, malumatı aklına, sadrına bir manada ilah edinmiş, tek şaşmaz ve mutlak doğru olarak sadece nazari bilgisini alıp bu meyanda da aklı sorgulanamaz temel ölçüt kabul etmiş sözde ilim adamları. Maalesef çoğunlukla bu ilim sahipleri saf imanı kuvvetlendirip ümmetin gönlüne şifa sunma yerine mü’minlerde var olan has ve saf hakikati bulandırıyor. Bütünü için değil belki ama bugün ilim, iyiliğin aracı olmaktan çıkmış kötülüğün aracı olmuş durumda. Tefrikanın, fitnenin, adavetin, öfkenin, şiddetin, gazabın aracı membaı olmuş. Tabi ki bütün bunlar, ilimde, ilmin kendisinde olan bir olumsuzluk, kötülük değil bilakis ilmi öğrenendeki olumsuzluktur, kötülüktür. Hz. İsa (a.s.)’ya atfedilen şu hakikatte olduğu gibi; ’İlim gökten inen suya benzer. Tatlı ağaç onu alır, tatlı meyve verir. Acı ağaç onu alır, acı meyve verir.’

(Endnotes)
1 Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, Mesnevî, c. II, beyit: 1720 vd.
2 Müslim, el-Mesâcid Ve Mevâdiu’s-Salât, 7, h.no:33/537.
3 Deylemî, el-Firdevs Bime’sûri’l-Hitâb, c.1, s.256, h.no:996, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1986; İbn-i Hibbân, Kitâbu’l-Mecrûhîn Mine’l-Muhaddisîn Ve’d-Duafâi Ve’l-Metrûkîn, c.2, s.264, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut, 1992.
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.