1. HİKMET
مِنْ عَلَامَاتِ الْإِعْتِمَادِ عَلَى الْعَمَلِ
نُقْصَانُ الرَّجَاءِ عِنْدَ وُجُودِ الزَّلَلِ
Günah işleme ve hataya düşme zamanında ümidin azalması, amele güvenmenin alâmetlerindendir.
İbadet ve tâat gibi güzel amellerine güvenenler iki kısımdır:
Biri âbidler ve zâhidler, diğeri müridler ve sâlikler.
Birinci kısım, cennete girerek orada sonsuz nimetlerle mutlu olmak ve ilâhi azaptan kurtulmak için ibadetlerine güvenirler. İkinci kısım ise, Hakk’ın yüzünü örten mâsiva perdesini açıp kalplerin yüz görümlüğü olan gayb keşiflerini ve ilâhi sırları elde etmek için amellerine güvenirler.
Her iki itimat da hakikat erlerince kötü sayılır. Çünkü nefsi görmekten ileri gelir ve fiil ile amelleri kendine nispet etmekten doğar. O yüzden bu itimat makbul sayılmaz ve amellere güvenenler daima ayıplanır.
Büyük ârifler kendilerinde güvenilmeye değer bir hal görmezler. Kendilerinden çıkan fiil, hareket ve hareketsizliklerin, bütün hallerin hakiki fâili olarak Cenâb-ı Hakk’ı görürler. Kendilerini Hakk’ın birbirinden farklı isim ve sıfatlarının mazharı bildikleri için bir kabahat işlediklerinde ümitleri ve emniyetleri azalmaz, ibadet ettikleri zaman havf ve haşyetleri eksilmez.
Bunlar Hak Teâlâ’nın zatında fâni olanlardır. O yüzden hallerinin ortaya çıkışını Hak’tan bilir, Hakk’ın tasarrufu olarak görürler. Onlar vahdet denizinin yüzücüleridir. Her iki halde de havf ve recâyı seyr ü sülûkta iki kanat yaparak vuslat meydanına doğru yüzer, uçar ve at sürerler.
1
Dolayısıyla Allah’a itimat etmek tevhid ehli âriflerin sıfatıdır. Allah’tan başkasına güvenmek ise gafil ve cahil olanların sıfatıdır. Allah’tan başkası; ilimleri, amelleri ve hallerine kadar her şey olabilir. Tevhid ehli âriflere gelince; onlar Allah’a yakınlık ve müşahede hali üzere kendilerinden vazgeçmiş bir halde Rablerine bakarlar. Bir günaha düştüklerinde veya onlara bir gaflet hali isabet ettiğinde Hakk Teâlâ’nın onlar hakkındaki tasarrufuna ve kaderinin işleyişine şahitlik ederler. Tıpkı onlardan bir itâat sudur ettiğinde veya uyanık halde bir zuhurat gördüklerinde bunu kendilerinden bilmedikleri gibi. Bunu kendi güç ve kuvvetlerinden bilmezler. Çünkü onların kalplerinden geçen şey sadece Rablerinin zikridir. Nefisleri Rablerinin kaderine razı haldedir, kalpleri kendilerine beliren nurlarla sükûnet bulmuştur. Onlara göre iki hal arasında bir fark yoktur. Çünkü onlar tevhid denizinde boğulmuşlardır. Korku ve ümitleri eşittir. Allah’a isyandan ve günahlardan kaçınmaları korkularını eksiltmez. Yaptıkları iyilik ve ibadetler ümitlerini artırmaz.2
Maksat sülûk erbabını bu yüksek himmete davet ederek, hakikatten mahrum olmalarını önlemektir. Yoksa Hakk’a ermenin normal sebebi olan güzel amellerde ve bu amellerin kazandıracağı hallerde şüphe bırakmak değildir. Nitekim müellif yaşadığı müddetçe Allah’a en çok ibadet edenlerden olmuştur. Onun ibadete olan daveti yazdığı kitaplarda açıktır. Dolayısıyla müellif bu hikmetle amellere değil Allah’ın lütfüne itimat etmeye yöneltmeyi irade etti. Ta ki günah işleyen Rabbinin rahmetinden ümit kesmeyip devamlı rahmet umsun ve şu ayetle teselli bulsun: ’O, kullarından tövbeyi kabul eden, kötülükleri bağışlayan ve yaptıklarınızı bilendir.’3 Ebû Hureyre (r.a.)’dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.v.)’i: ’Hiçbir kimseyi, ameli cennete girdiremez.’ buyururken işittim. Bunun üzerine (Sahabe): ’Seni de mi yâ Rasûlallah?’ dediler. (Rasûlullah) şöyle buyurdu: ’Hayır, beni de (girdiremez)! Ancak Allah’ın, fadl ve rahmetle beni bürümesi müstesna! Şu halde (amellerinizde ifrat ve tefritten uzak durup) doğruyu arayın ve (doğruya) yaklaş(tıracak ameller yap)ın. Ve hiçbiriniz ölümü temenni etmesin! (Zira kişi), iyilik (ihsan) sahibi ise umulur ki (yaşayıp) hayrı artırır. Günahkâr (bir kişi) ise, umulur ki (günahından) döner, (Allah’ın rızasını diler)’4
Mecâlis şârihi buyuruyor: ’Allah’ı hakkıyla bilenlerin işlerini Allah yönetir. Onlardan bir tâat zuhûr ettiğinde onun için bir sevap ummazlar. O ameli kendilerinin yaptığını görmezler. Bir günah zuhûr ettiğinde ise diyet katile gerekir. Rahatlıkta ve zorlukta Allah’tan başka kimseyi müşahede etmezler. Kıyamları, nazarları O’nadır. Korkuları heybetinden, ümitleri O’nunla ünsiyettir. Diğerleri ise amelleri ve fiilleri nispetince nefisleriyle kalırlar. Nefislerinin lehine ve aleyhine dua ederler. Amellerine güvenir, kendi halleriyle sükûnet bulurlar. Bir günaha düştüklerinde, bu onların ümidini azaltır. Tıpkı bir tâatte bulunduklarında o tâati en büyük ahiret hazırlığı veya en kuvvetli dayanak görürler. Böylece sebeplere bağlanmış olurlar. Bu ayrılıklarıyla en yüce olan Rab Teâlâ’dan perdelenirler. Her kim kendinde bu alameti buluyorsa derecesini ve kıymetini bilsin. Sınırını aşıp da mukarrabine has olan makamları iddia etmesin. O ancak yemîn ashâbının genelindendir.’
Sonuç olarak; ibadet ve kulluk etmenin âlemlerden ganî olan Cenâb-ı Hakk’ın lütufları karşısında değeri yoktur. Hak cemâlinin tecelli yeri olan cennet ve nimetleri; O’nun fazlının, bağışlarının sonucudur. Hak celâlinin tecelli yeri olan cehennem ve azabı, O’nun adaletinin gereğidir.
Câbir b. Abdillâh (r.anhümâ)’dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: (Bir defasında) Nebi (s.a.v.) bize çıkageldi ve şöyle buyurdu: ’Az önce dostum Cibrîl yanımdan çıktı. Dedi ki: ’Yâ Muhammed! Seni hak ile gönderene yemin olsun ki, muhakkak ki Allah’ın kullarından bir kulu var. Denizin ortasında genişliği ve uzunluğu otuz zirâ’ya otuz zira’ olan bir dağın tepesinde Allah Teâlâ’ya beşyüz sene ibadet etti. Deniz onu, her taraftan dört bin fersah genişliğinde çevrelemişti. Allah Teâlâ, onun için parmak genişliğinde tatlı su akıtan tatlı bir (su) kaynağı çıkardı. (Su) dağın eteğinde toplanıyordu. (Ve yine) bir nar ağacı çıkardı. (O nar ağacı) her gece onun için bir nar çıkarıyor ve günlük yiyecek ihtiyacını karşılıyordu. Akşama erdiği zaman abdestini tazeleyip bu narı alarak yiyor, sonra da namazına kalkıyordu. Rabbi Azze ve Celle’den eceli geldiği zaman secde eder bir halde (ruhunu) kabzetmesini ve kendisini secde eder bir halde (yeniden) diriltinceye kadar ne yeryüzüne ne de başka bir şeye kendisinin bu halini ifsat edecek bir imkân kılmamasını istedi.’ (Cebrail devamla) şöyle dedi: ’(Allah onun duasını kabul etti ve bunu) yerine getirdi. Biz (melekler) yeryüzüne indiğimiz zaman ona uğrarız. (Cenâb-ı Hakk’ın katına) yükseldiğimiz zaman ise onun hakkında (gaybe ait) bilgide şunu buluruz: Muhakkak ki o, kıyamet günü diriltilir ve Allah Azze ve Celle’nin huzurunda durdurulur. Rab (Teâlâ) onun için: ’Kulumu cennete, rahmetimle girdiniz.’ buyurur. (O): ’Ey Rabbim! Bilakis amelimle (cennete girdir)!’ der. Rab (Teâlâ): ’Kulumu cennete, rahmetimle girdiniz.’ buyurur. (O yine): ’Ey Rabbim! Bilakis amelimle (cennete girdir)!’ der. Rab (Teâlâ yine): ’Kulumu cennete, rahmetimle girdiniz.’ buyurur. (O yine): ’Ey Rabbim! Bilakis amelimle (cennete girdir)!’ der. Bunun üzerine Allah Azze ve Celle meleklerine: ’Kulumu, ameli ve benim kendisine verdiğim nimetimle kıyaslayınız.’ buyurur. Bunun üzerine göz nimetinin, beş yüz senelik ibadeti kapsadığı ve beden nimetinin ise kendisine (Allah’ın) fazl(-ı ihsanı) olarak (karşılıksız bir şekilde) kaldığı ortaya çıkar. Bunun üzerine (Allah): ’Kulumu cehenneme girdirin!’ buyurur.’ (Cebrail devamla) şöyle dedi: ’(O kul) cehenneme sürüklenince: ’Rabbim! Rahmetinle beni cennete girdir!’ (diye) nida eder. Bunun üzerine (Allah): ’Ey kulum! Sen hiçbir şey değilken seni kim yarattı?’ buyurur. (Kul): ’Sen yâ Rabbi!’ der. (Allah): ’Bu senin katından mı yoksa rahmetimden mi?’ buyurur. (Kul): ’Bilakis senin rahmetindendir!’ der. ’Sana beş yüz sene ibadet etmek için kim kuvvet verdi?’ buyurur. ’Sen ey Rabbim!’ der. ’Seni derin denizin ortasında bir dağa indiren, tuzlu sudan senin için tatlı su çıkaran, (normal şartlarda) senede bir defa çıktığı halde her gece senin için bir nar bitiren, seni secde eder bir halde kabzetmemi istediğin (zaman) bunu senin için yerine getiren kimdir?’ buyurur. ’Sensin yâ Rabbi!’ der. Bunun üzerine Allah Azze ve Celle şöyle buyurur: ’İşte bunlar benim rahmetimledir. Ve Rahmetimle seni cennete girdireceğim. Kulumu cennete girdirin! Ey kulum! Sen ne iyi bir kuldun.’ buyurur ve Allah onu cennete girdirir.’ Cibrîl (a.s.): ’Yâ Muhammed! Muhakkak (tüm) eşya (işler) Allah Teâlâ’nın rahmetiyledir.’ dedi.’5
İki cihan efendisi’nin ’Lâ uhsî senâen aleyke, ente kemâ esneyte alâ nefsike/Sana (layık olduğun hal üzere) sena edemem! Sen, zatını nasıl sena ettinse öyle (yüce)sin!’6 buyruğu, bu bakımdan ümmetine bir hikmet dershanesi olacak kadar anlamlı ve ibretlidir.
Cürmünü mu’terif ol t’âate mağrur olma
Ki şifâhâne-i hikmette sakîm isterler
(Suçunu itiraf et, tâatinle gururlanma. Çünkü hikmet hastanesine suçlu olanı kabul ederler)7
Hikem-i Atâiyye’nin bu ilk hikmetinden çıkaracağımız ders: büyüklerimizin ’أكبر الكرامة الاستقامة’ ’En büyük keramet istikamettir’ sözüdür. Ümit keserek ya da garanti sanarak ameli de bırakamayız. Hakikatten vazgeçip kalbimizi, ümit ve korkumuzu sadece amellere de bağlamamalıyız.
(Endnotes)
1 Hikem-i Atâiyye, Kastamonulu Seyyid Hafız Ahmed Mahir Efendi Şerhi, Sufi Kitap (6. Baskı), s. 17-18.
2 Hikem-i Atâiyye, İbn-i Abbâd Şerhi.
3 eş-Şûrâ, 42/25.
4 Buhârî, Merdâ, 19.
5 Hâkim, el-Müstedrek Ale’s-Sahîhayn, et-Tevbetu Ve’l-İnâbe, c.4, s.278, h.no:37/7637, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 2002.
6 Müslim, Salât, 42.
7 Hikem-i Atâiyye, Kastamonulu Seyyid Hafız Ahmed Mahir Efendi Şerhi, Sufi Kitap (6. Baskı), s. 18-19.
Hikem-i Atâiyye'den İnciler - 1.hikmet
Özlenen Rehber Dergisi 160. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.