Bizleri sırat-ı müstakime ileten Hz. Allah’a (c.c.) hamdolsun. Salât ve selam, güzel ahlak sahibi Habib-i Kibriyâ (s.a.v.) Efendimize ve yüce dinimizin bize ulaşmasında ona yardımcı olan Âli’nin ve Ashabı’nın üzerine olsun.
İslam dininin ahkamını meydana getiren asıl deliller dörttür. Usul ıstılahında edille-i erbaa denen bu dört delil; Kur’an, Sünnet, İcma ve Kıyas’tır.
Kur’an’ın Tarifi ve Bununla İlgili Bazı Meseleler
Kur’an: Allah Teâlâ tarafından Hz. Muhammed Mustafa’ya (s.a.v.) indirilen, Mushaflarda yazılan ve şüpheye mahal vermeyecek şekilde mütevatir olarak nakledilen kitaptır. Kur’an, hem nazm-ı celili, hem de manası ile bir bütündür.1
İmam Nesefî’nin bu tarifinde bazı noktaların muğlak olduğu açıktır. Tarifte mütevatir kaydı ile şaz kıraatın bölümlerinden olan ’ahad kıraatler’ tarif kapsamından çıkmaktadır. Çünkü mütevatir derecesine ulaşmayan bütün kıraatler şazdır. Şaz rivayetlerin hepsi bir seviyede değildir. Bir kısmı âhâd tarikiyle gelmiştir. Buna örnek olarak Ubey b. Ka’b (r.a.)’ın kıraatını verebiliriz. Ramazan orucunun kaza edilmesi hususunda gelen ’mütetâbiât’2 ’peşi peşine’ kaydı ki, bu ’âhâd’ bir tarik ile rivayet edildiğinden dolayı Hanefiler ve diğer ehl-i mezahib bununla amel etmemiştir. Hanefilerin, keffaretin altmış gün olmasında dayandıkları delil daha başka kaynaklarda geçmektedir.3
’Şüpheye mahal vermeyecek şekilde’ kaydında ise meşhur kıraatlere işaret vardır. Meşhur kıraatler, mütevatirin bir fer’i olarak değerlendirilirken asıl olarak yine ’âhâd’ kategorisinde değerlendirilir. Bundan dolayı Hanefiler ve Hanbeliler hariç diğer fukaha tarafından meşhur kıraatler şaz sayılmış ve hiç itibara alınmadan hüccet olmaktan çıkarılmıştır.
Hanefilere gelince: onlar meşhur kıraatler her ne kadar şaz olsa da mütevatirin bir fer’i olması ve Sahabe’nin tümünün adalet sahibi olması, Hz. Rasûlullah’tan (s.a.v.) duyma ihtimalinden dolayı Sünnet-i Beyâniye olarak bakmışlar, öyle değerlendirilmesi gerektiğini savunmuşlar ve bunu bir delil olarak kabul etmişlerdir. Meşhur kıraatler her ne kadar şaz kategorisine girmiş olsa da kuvvetli delil olması sadedinde bazı nassların değerlendirilmesi hususunda sarf-ı nazar edilmemesi gereken bir kaynaktır. Buna İbn Mes’ûd (r.a.)’ın yemin keffareti ayetini ’mütetâbiât’ kaydıyla okumasını örnek verebiliriz.4 Biz Hanefilere göre yemin keffareti için oruç tutan kişi, üç günlük orucu peşi peşine tutması gerekir. Ancak diğer fukahaya göre tetâbu’ şart değildir. Her iki grubun da fetvasına baktığımız zaman meşhur kıraatin, delil olarak kabul edilip edilmemesi noktasında önemli bir ayrım noktası olduğunu görürüz.
Tarifte diğer önemli bir husus da ’Kur’an, hem nazm-ı celili hem de manası ile bir bütündür’ kaydıdır. Bu kaydın düşülmesindeki hikmet şudur: İmam-ı A’zam (rh.a.) efendimize Arapça’yı iyi bilmeyenin namazda Farsça Kur’an okuyup okuyamayacağı sorulmuş, o da: Farsça kıraat yapabileceği yönünde fetva vermiştir.5 Buradan hareketle bazı cühela ve bir kısım Şiî, Kur’an’ın sadece mana olduğunu savunmuşlardır. Ancak mesele hiç de onların zannettiği gibi değildir. Çünkü İmam-ı A’zam Ebû Hanife efendimiz daha sonraki yıllarda vermiş olduğu bu fetvadan rücu’ etmiştir.6 Bundan dolayı diyoruz ki; Kur’an hem nazmı hem de manası ile bir bütündür. Her ikisinin bir araya gelmesi ile Kur’an-ı Kerim meydana gelmektedir. Yani Arapça’dan başka dillere tercüme edilen Kur’an mealleri her ne kadar dakik bir şekilde tercüme edilseler bile yine tercüme edilen Kur’an, Arapça aslı ile hiçbir zaman denk olamaz. Hiçbir dil başka bir dile kamil manada tercüme edilemez. Bundan dolayı bir kelam-ı kibarda: ’küllü mütercim kezzâb’ diye gelmiştir. Kur’an’ı tercümesinden okuyup ahkam kesenlerin kulakları çınlasın!
Kur’ân-ı Kerim ve nasslar ile ilgili daha bir çok tafsilatlı mevzu vardır. Merak edenlerin bu konulara mutavvel kitaplardan müracaat etmesi yerinde olacaktır.
Nazmın Lügat ve Sığa Açısından Kısımları
İslam hukukunu anlamak, Kur’an ve Sünnet’in lafızlarının anlaşılmasına bağlıdır. Fukahâ-i Kiram, nazmın sığa ve lügat açısından anlaşılması sadedinde nazmı dört kısma ayırmışlardır. Bunlar: Has, âm, müşterek ve müevvel’dir.
1- Has Lafız ve Hükmü
Has: müfred, malum bir manaya vaz’ olunmuş her lafızdır.7
Bu ise lafzın müfred bir manaya cins, nev’ ve ayn olarak tahsis edilmesidir. Cins ile insan, nev’ ile adam, ayn ile ise Zeyd kastedilmiştir. Buradaki cinsten kasıt insan cinsidir. Bundan dolayı mantık ve usul kitaplarında müfred kelimeyi bu şekilde taksim ederler. İkincisi nev’dir. Buna da adam kelimesi örnek verilmiştir. Çünkü bir cins isim olan insan nev’inden bir bölümdür. Üçüncüsü ise ayn’dır. Bu ise nev’de taksim edilen adamın müşahhas ve müfred bir şahsa delalet etmesidir ki bu zatta Zeyd’tir. Çünkü bu isim sadece Zeyd’e hastır, adam cinsinden nev-i şahsına münhasır özelliklerden dolayı ayrılmaktadır. Buradan hareketle şunu diyebiliriz: Her alem/özel isim nev’dir. Bu noktada değinmemiz gereken diğer bir husus da mantıkçılarla, usulcülerin müfred lafzı taksim ederken ihtilaf ettikleri bir husustur8 ki o şudur: Mantıkçılar bütün bu taksimatı; cins, nev’ ve ayn olarak yaparken bunların sadece hakikatine itibar ederek hüküm vermektedir. Usulcüler ise konuya hüküm açısından yaklaşmaktadırlar.9 Bunun için de cins, nev’ ve ayn’ı, ahkam-ı şer’iyyeye taalluk etmesi bakımından ele almışlardır. Konuya bu açıdan bakılınca şöyle ince bir fark ortaya çıkmaktadır. Müfred bir manaya vaz’ olunmuş insan kelimesi cinstir. Nev’e gelince adam bir nev’, kadın ise ayrı bir insan nev’idir. Çünkü ahkama taalluk eden meselelerde birbirlerinden ayrılmaktadırlar. Halbuki kadın ve erkek, mantıkçılar katında nev’ olması açısından birdir. Aralarından herhangi bir fark yoktur. Mantıkçılara göre önemli olan lafızlara hakikatleri açısından nazar etmektir. Hükümler ise mantık ilminin ihtisas alanına dahil değildir. Hâs’sın tarifinde bahsedilen müfred lafızdan maksat, vaz’ olunmuş olduğu şeyin illa bir ve tek olması anlamında değildir. Burada müfred demekle, lafzın teklik ifade edecek şekilde kelimelere vaz’ edilmiş olması kastedilmiştir. Mesela; on dediğimiz zaman bu bir müfred lafızdır. Dokuza veya on bire delalet etmez. Sadece ve sadece on sayısına delalet eder. Muayyen bir şeye delalet etmesinden dolayı müfred bir lafızdır.
Hâs’sın hükmü: Tahsis olunduğu lafızda kat’îlik ifade eder ve bu kat’îlik, beyana ihtimal vermeyecek şekildedir. Dolayısıyla hâss lafız ile amel etmek vaciptir.
Tarifteki kat’îlikten maksat, lafzın başka bir manaya gelebilme ihtimalinin olmamasıdır. Beyandan maksat ise tefsir-i beyandır. Buna örnek olarak salât/namaz lafzını verebiliriz. Salât Arapça’da dua etmek demektir. Ancak Hz. Peygamber (s.a.v.)’in fiilî ve kavlî beyanı ile dua manasından çıkıp tekbir ile başlayan teslim ile biten kıyam, kıraat, rükû, sücud ve teşehhüdden oluşan özel bir ibadete isim olmuştur. Bundan dolayı namaz/salât lafzının yeniden dua anlamına geldiğini iddia etmek hâss olan bu lafzın manasını tahrif etmektir.
Hâssın Tevili
Hâss lafzın her ne kadar hükmü kat’î olsa da Hanefiler, herhangi bir delil bulunması halinde hâssın tevil edilmesini mümkün görmüşlerdir. Lafzın tayin edildiği manadan başka bir mananın kastedildiğine dair bir delil varsa, bu durumda hâss, delilin iktiza ettiği şeyle izah olunur.10 Mesela, koyun zekatıyla ilgili hadiste: ’Her kırk koyunda bir koyun zekat olarak verilir.’11 buyrulmaktadır. Bu ve benzeri hadislerden hareketle Hanefiler, zekat vermekten maksadın fakirin ihtiyacını gidermek olduğunu, dolayısıyla bunun ister bizzat koyunun kendisinin verilmesiyle veya kıymetinin verilmesiyle yerine geleceğini caiz görmüşler.
Kurban kesmek yerine bunun bedeli bir fakire verilse caiz olmaz. Çünkü kurbandan maksat Allah’a yaklaşmaktır. Bu ise ancak ’kurban kes’ emrini yerine getirmekle mümkündür. Başka bir şekilde tevil edilemez. Yukarıdaki zekat meselesiyle kurban birbirinden tamamen farklıdır. Kurbanda fakirin ihtiyacını giderme maksadı yoktur. Kurbanda Cenâb-ı Hakk’a yakınlık kesbetme vardır. Yoksa mesele günümüzde bazı basiretsiz ve ilmi kıt kişilerin söylediği gibi değildir. Nassların tevilinin de bir usulü vardır. O da nassın başka bir manaya gelme ihtimali olduğunu gösteren ayrı bir delilin olmasıdır. Öyle her akla yatan fikrî heva ve hevese göre söylemekle tevil olmaz.
Hâss Lafız İle İlgili Bir Mesele
Hanefi usulcüler, çoğu zaman kitaplarında diğer mezheplerin furuatından meseleler zikrederler. Klasik usul eserlerinin hemen hemen hepsi böyledir. Bunun böyle yapılmasının hikmetine gelince; ilim talebesi ve fıkıhla iştigal edenin keskin bir nazarla naslara bakışını sağlamak ve diğer mezheplerle Hanefi mezhebinin delillerini kıyaslamaktır. Aynı zamanda kendi mezhebimizin vermiş olduğu hükümde ne kadar isabetli davrandığını göstermektir. Şimdi hâss lafızla ilgili bir örnek verelim:
Abdestte niyet ve tertip Şafiilere göre farzdır, muvâlât ise Malikilere göre farzdır.12 Buna göre abdestin farzı Şafiilere göre altı, Malikilere göre ise yedidir. Peki bu farklılık neden kaynaklanmaktadır? Hanefiler, bu konuda onların farz olarak değerlendirdiği bu iki şeyi sünnet olarak kabul etmiştir. Çünkü bunların farz olarak algılanması nass üzerine ziyade yapmaktır. Bu ise abdest ayetinde geçen ve hâss lafız olan ’yıkayın’ ve ’meshedin’ ayetini neshtir ve nass üzerine ziyade etmektir ki bu da Hanefilere göre caiz değildir.
Şafiiler dediler ki: ’Hadiste ’Ameller ancak niyetlere göredir.’13 buyrulmaktadır. Adet ile ibadeti ise ancak niyetle ayırt edebiliriz. Dolayısıyla abdestte niyet farzdır.’ Abdestte tertibin/sıranın vacip olduğuna delilleri ise, ayette geçmekte olan ’vav’ harfidir. Vav harfi tertip içindir. Dolayısıyla abdestte tertip farzdır.
Yukarıda zikredilen meseleyle ilgili olarak dikkat edilmesi gereken bir husus vardır. O da Hanefiler dışındaki diğer mezheplerde nass üzerine ziyade etmek kendi usul kaideleri açısından caizdir. Bundan dolayı nass üzerine başka delillerden yararlanarak ziyadelik yapmakta bir sakınca görmezler. Çünkü diğer mezheplerin usulü bunu gerektirir. Hanefilerce ise nass üzerine ziyadelik yapmak caiz olmayıp bu, nassı başka bir delil ile neshetmek ve hükmünü değiştirmektir. İşte bu ince usul farkını bilmeyen bir çok kişi, körü körüne Hanefi mezhebini tenkit etmektedir. Bu ise onları gülünç bir duruma düşürmekten öteye gitmeyen bir davranıştır. ’De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak akıl sahibi olanlar anlar.’14
(Endnotes)
1 Menâru’l-Envar, İbn Aynî Şerhi, s. 30.
2 el-Bakara, 2/184.
3 Buhârî, Savm, 29.
4 Taberî Tefsiri, 10, s. 560.
5 İbn Nuceym, el-Eşbâh ve’n-Nezâir, s. 66.
6 İbn Nuceym, a.g.e., s. 67 (dipnot), Keşfu’l Esrâr’dan naklen.
7 Menâru’l-Envar.
8 İsagoci, Külli-Zati Müfred Lafzın Kısımları, s. 3-4.
9 Menâru’l-Envar, s. 43 (dipnot).
10 Fahrettin ATAR, Fıkıh Usulü, s. 223.
11 İbn Mâce, Zekât, 13.
12 Menâru’l-Envar, s. 3.
13 Buhârî, Bed’u’l-Vahy, 1.
14 ez-Zümer, 39/9.
Usulcülerin Nassları Anlama Metodları
Özlenen Rehber Dergisi 160. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.