Özlenen Rehber Dergisi

164.Sayı

DİN ve HAYAT

Mustafa ŞENTÜRK Özlenen Rehber Dergisi 164. Sayı
Din, hayatın şümulüne yönelik bir olgudur. Bu özellik dinin gönderiliş sebeplerindendir. Din sadece ahirete değil ahiret hayatı ile beraber dünya hayatındaki var olan bütün her şeye dair de öğretiler sunan yani genele hitap eden ilahi buyrukların tamamıdır. İnsanların hem dünya ve hem de dünya hayatlarını şekillendirme oranında ahiretlerine etki edecek sistemler bütünü diyebileceğimiz dinin ana unsuru insanın her iki âlemini mutlu kılmak ve yine bu doğrultudan hareketle insanı ve insana dair her şeyi Yaratıcı’nın razı olacağı şekle sokmaktır.

Bu açıdan değerlendirme yapıldığında dinin, müntesipleri üzerinde hayatın geneline yönelik emir ve nehiylerinin varlığı ortada olan bir hakikattir. Bu noktada din bazen ferdi bazen de toplu olarak uygulanması gereken emirler sunup sınırlar çizebilir. Bu ilahi olsun ya da olmasın bütün din ve inanç sistemlerinin ortak özelliğidir. İnsanların şekillendirip belirlediği yasalar bile insanların kendisine uymasını ister ve yine kendisi bu oranda varlığının mevcudiyeti ve devamı için telkinlerde bulunup yaptırımlar getirir.

Kişilerin dinin ihtiva ettiği bu emir ve nehiylere yaklaşımı ise dinin yaptırımının –bugün uygulama bakımından- dünyeviden ziyade uhrevi olması nedeniyle günümüzde gayet sorunlu ve üzerinde epeyce zihin yorulması gerekebilecek ölçüdedir. Yani kısacası günümüz insanı dine ve dinin hayata bakan yönüne ’günah-sevap’ gibi dar bir açıdan baktığı ve dini sadece ahirete yönelik bir olgu olarak gördüğü için dini, ’hayatta yükümlülükleri yerine getirilecek’ olarak telakki etmeyip bunun neticesinde de en baştan kendisini, hayatı ve hayata dair her şeyi anlamlandırma adına kaybetmeye mahkûm etmiştir. Maalesef günümüz insanının büyük çoğunluğunun bu anlayışla dine ve dinin hayat veren cihetine baktığı bir gerçektir. Bu elbette yadırganması gereken bir olgudur ama bundan daha ziyade yadırganması gerekli olan şey ise o büyük çoğunluğun aksine dini kendilerine dünya ve ahiret hususunda referans alan ve dinin birçok emir ve nehyini isteyerek uygulayanların, dini dünya hayatlarına müdahil/kısıtlayıcı olarak değil de hakikate ulaşma adına vasıta olarak görenlerin dinin sunduğu öğretilerin bazılarını ifa etmede gösterdiği çaba ve gayreti bazılarına göstermemesidir. Bunun bilinçli olarak yapıldığını sanmıyoruz ama bir tasavvur ve algı problemi olarak dinin bu çağda birçok alanda uygulamalarda bulunamayacağını, kişilerin vicdani kavrayışları olduğunu, sosyal hayata müdahil olmaması gerektiğini ileri sürenler ile farklı zemin ve tarzda da olsa aynı demi vurduğunu üzülerek de olsa müşahede ediyoruz. Şöyle ki bilinçsizce de olsa her iki durumda dini, hayatın tamamına yönelik sistem olarak görmüyor. Burada birinciye oranla ikinci anlayışın kasten dini hayattan soyutlamak, onu belirli mekân ve zemine mahsuslaştırmak gibi bir düşüncesinin olmayışı her ne kadar artısı kabul edilse de sonuçta insanın imani hayatını inşa etmede bugün değilse de yarın başına dert olabilecek bir yaklaşımdır. Tekrar ifade etmek gerekirse bütün bunlar her ne kadar isteyerek ve bilinçli bir şekilde yapılmasa da dinin hayata can veren yönü ıskalanmakta, toplumun hayat suyu damarları kesilmekte, bütün bunların nihayetinde de din ile hayat arasında olması gereken yakınlık ve kurulması gereken bağ istenilen ölçüde olmamaktadır.

İşte hareket noktamız bu olmak üzere biraz da öz eleştiri mahiyetinde olması arzusuyla bu çalışmayla yapmak istediğimiz; hayatın geneline yönelik olan –olması gereken- dinin bu bizdeki noksan tarafına değinmek ve bu noktada bir bakış açısı oluşturup mevcudu ortaya koymaktır.
Müslümanlar olarak dinin bütün emir ve nehiylerini Allah ve Rasûlü’nün istediği doğrultuda yapabilmemiz bizim yegane gayretimiz olmalıdır. Amaç bu olmakla birlikte hali hazırda var olan durum böyle midir? İşte orası tartışılır. Tabi bu ’madem öyle, o zaman biz de birazını yapalım geri kalanını ise –tabir yerindeyse- es geçelim’ manasında da değildir. Var olan hakikat bu olmakla birlikte elbette ki Müslümanlar olarak gayret ve çabamız Hakk’ın rıza ve hoşnutluğunu elde edebilme becerisini gösterebilmek ve nihayetinde bu nimete erişmektir, değilse de öyle olmalıdır. Herkes hak verir ki bu da dinin bizlere telkin ettiği emir ve nehiylerin bizden istenilen zaman, şekil ve formatta yerine getirilmesiyle mümkündür. Ama işte tam bu noktada asıl problem olan ve birçoğumuzun farkına varamadığı sorun ortaya çıkmaktadır. Şöyle ki; bugün birçoğumuz belki farkındayız ya da değiliz ama yaptığımız şu, dinin hayata yönelik olan cephesinin bir bölümünü görüp diğer taraflarıyla fazla ilgilenmiyoruz. Bu durumun da bilinçli olarak yapıldığını sanmıyorum ama durum bu. Örneğin; namazlarımıza dikkat ediyoruz, cemaate devam ediyor veya imkân dâhilinde etmeye gayret gösteriyoruz. Hatta namazlarımızı Efendimiz (s.a.v.)’in kıldığı gibi sarıkla, cüppeyle, misvakla kılmaya azami çaba sarf ediyoruz. Ama bunun yanında komşu hakkına, kamu düzen ve hukukuna, sıla-i rahime, ana-baba hakkına, büyüğe saygı küçüğe sevgi hasletine de dikkat edebiliyor muyuz? Sakın sarığı, cüppeyi, misvakı ya da diğer sünnet veya nafile olan ibadetleri hafife aldığımı kimse düşünmesin. Elbette ki bütün bunlar çok büyük şeyler. Elbette ki bütün bunlar mutlaka yapılması gereken nebevi hasletler. Buna kimsenin itirazı ya da kabul etmeme gibi bir durumu yok. Söylemek istediğimiz bambaşka bir şey. Dinin ibadet bölümü gibi bir de muamelat bölümü var, işte asıl göremediğimiz ve bugün olduğu gibi ileride de başımıza en büyük sıkıntı olacak unsur bu. Yani:
- Teheccüt namazının varlığı gibi dinde ticari ahlak da var.
- Sünnete riayet doğrultusunda bırakılan sakalların varlığı kadar selim bir kalbe sahip olmanın gerekliliği de var.
- Kur’ân-ı Kerim’i hatmetmek veya okumak gibi –aynı şey hadis-i şerifler için de geçerli- muhtevasına uygun davranışlar sergilemek de var.
- Gizli ya da açık Hakk’ı zikretmenin varlığı kadar, Hakk’ın bizi her daim gördüğü, yaptığımız ve de yapmadığımız her şeyin bir gün hesabının sorulacağı da var.
- Nafile ibadet ve tesbihatların varlığı kadar emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker de var.

Daha bütün bunların yanında akrabaları görüp gözetmek, yoksula, düşküne yardım elini uzatmak, gurura ve kibre sevk edebilecek israf, lüks, şaşaa, debdebeli bir hayattan itidale yönelmek, evde ehline karşı iyi davranış sergilemek, evlatlar arsında eşit muamelede bulunmak, onları güzel ahlaklı bireyler olarak yetiştirmek, ahde vefa göstermek, sözünün eri olmak, iyilikleri unutmamak, İslam’ın emir ve nehiylerine karşı bilgi sahibi olmak, kendini, çoluk çocuğunu dünyevi ve uhrevi ilimlerle tezyin etmek, Müslümanların kardeş olduğunun farkına varmak, onların derdine tasasına ortak olmak, bencilce bir dünya hayatından paylaşmacı, herkesi kendinden üstün gören, tevazulu, alçak gönüllü bir hayat yaşamak, yalandan, gıybet ve dedikodudan uzak, gurur, kibir, bencillik, ucup, haset, riya gibi nefsanî hastalıklardan beri bir hayata sahip olmak da var.

Bir düşünelim, bizlerin bu dini yaşamada örnek aldığı birinci merci olan Rasûl-i Kibriya (s.a.v.) efendimiz sadece namazlarını kılıp, ashabına sohbetler irat edip bir kenara çekilmiş ve dinin muamelat bölümünü hiç dikkate almamış mıdır? Ya da şöyle diyelim Efendimiz ’Ben peygamberim, Allah benim gelmiş geçmiş bütün günahlarımı affetti. Bununla birlikte ben inzivaya çekileyim. Kimsenin işine karışmayayım. Kendi dini yaşamıma bakayım. Ben insanlara öğrettim, anlattım gerisine hiç karışmam, yapan yapar yapmayan kendi bilir!’ dedi mi, ya da der miydi? Bu mümkün müdür? Tabi ki değil. Çünkü o namazlarını Allah’ın kendisine emrettiği şekil ve şartlarda kıldıktan sonra her zemin ve zamanda tebliğ görevini yerine getirmiş, akrabalarının haklarını gözetmiş, komşularına izzet ikramda bulunmuş, onlara eziyet verecek şeylerden kendisi kaçındığı gibi ashabına da bunu telkin etmiştir. O (s.a.v.) orucunu tuttuğu, infakta bulunduğu gibi komşusunun aç kalmasına kayıtsız kalınmasını ’(kamil) m’min değildir’1 diyecek kadar kadirşinaslık ve diğerkamlık gösterecek şecaatin sahibi idi. Deniz kenarında abdest alma esnasında dahi israftan, var olanı zayi etmekten meneden de2 O (s.a.v.) güzeller güzeli idi. O (s.a.v.) bırakın normal günleri, en sıkıntılı olduğu günlerde bile kendisine haksızlık yapanlara karşı merhameti, şefkati elden bırakmamıştır. Savaş esnasında bile kimlerin ne şekilde öldürülebileceğinden tutun da yaşlılara, özürlülere, çocuklara, kadınlara varıncaya kadar kimlere nasıl davranılması gerektiğini hem kendi icra edip hem de Müslümanlara tavsiyede bulunmamış mı? ’Benim şu kadar çocuğum var, hiç birini öpüp koklamadım.’ diyene ne söylemişti hatırlayabiliyor muyuz?3 Ya da huzuruna gelip korku ve endişeden titreyen birisine ’Sakin ol. Zira ben, kral değilim. Ben ancak, kadîd (tuzlanıp güneşte kurutulan et) yiyen bir kadının oğluyum.’4 deme erdemini gösteren yine O (s.a.v.) değil miydi? Belki de bütün bunların çok ama çok fevkinde bir hadise daha; Mekke’yi fetheden bir kumandan olarak Mekke’ye girerkenki tevazusu ya da muzaffer bir komutan olarak misafir olduğu evde sirkeye bandırarak ekmek kırıntıları yiyebilecek kadar tevazu sahibi oluşu5 bize en az misvakı, sarığı, cüppesi ya da sakalı kadar örnek olmalı değil mi? Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimizin sünnetinin bir boyutunu da O (s.a.v.)’nu fiili olarak tatbik etmek oluşturmuyor mu? Yani sadece misvak, sarık, cüppe ile sünnete ittiba sağlanmış oluyor mu? Onun dinin muamelata haiz olan boyutunu görmezden gelmek sünnet anlayışımızın acaba neresini veya ne kadarını oluşturuyor? O (s.a.v.) Kur’ân’ın ete kemiğe bürünmüş hali değil mi? Öyleyse O (s.a.v.)’na uymak Kur’ân’a uymak, Kur’ân’a uymak da Hakk’a uymak değil mi? ve bizlerin bu dünya hayatındaki maksadımız ve gayemiz bu olmalı değil mi? Bu örnekleri epeyce uzatmak mümkün ama gayemiz o değil. Maksadımız ne yapmaya çalıştığımızın farkına varmak, farkına vardığımızın gereğini yerine getirmek. Şu zamanda Kur’ân’ın ve Sünnet’in yoluna talip olmuş bireyler olarak ne denli büyük bir işe kalkıştığımızı ve ne denli büyük bir yola baş koyduğumuzun idrakine ermek.

Sonuç olarak söylemek gerekirse: Sünnet Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimizin hayatının bütününü kendi hayatımıza uygulamaktır, uyarlamak değildir. Kim ne derse desin dinin muallimi O (s.a.v.)’dur. Din O (s.a.v.)’ndan öğrenilir. Bizler yaşadığımız zamana O’nun nurunu sirayet ettirme çabası içerisinde olma gayretindeyiz. Bize göre Sünnet sünnettir, Hadis hadistir. Beşeri idi, nebevi idi ayrımına kalkışmak nefislerin hezeyana uğramaları korkusundan dolayı ortaya koydukları bahanelerdir. Ama burada atlanılmaması gereken husus ise şudur: Efendimiz (s.a.v.)’i hayatın şümulüne yönelik olarak örnek almak, genele hitap eden bir olgu olarak telakki etmek, dinin asıl muradı olandır. Dini yaşamanın formülü, dinin içerisine girmenin anahtarı, dini en iyi yaşayanın ve en iyi öğretenin gönlünden almaktır. Din hayattan soyutlanabilecek, Hz.
Peygamber (s.a.v.) efendimiz de takip edilme yerine sadece ulaşılmaz, erişilmez addedilebilecek şeyler değildir. Biz hayatı Hakk’a kulluk adına yaşamalı, bu noktada da kendimize en güzel kul olanı ibadet ve muamelata yönelik her yönüyle örnek almalıyız. Çünkü o mescide çıkarken peygamber olup evine girince peygamberlikten azat edilen değildi. O hep peygamberdi. O yirmi üç yıllık risalet hayatının gecesinde de gündüzünde de, yazında da kışında da, hazarda da seferde de hep peygamber olan, hep vahiy alan ve bunu hayatına en sağlam, en beliğ ve en seçkin şekilde aksettirendi. Aksini ispat edebilmek asla mümkün değildir. O (s.a.v.)’nun yaşadığı hayat Hakk’ın razı olacağı hayatın ta kendisidir. Vahiyle şekillenmiş, rıza harici şeylerden beri olandır. Bize düşen; o dinin en saf hali olanı kabul etmek, Efendimizi gece gündüz ibadette muamelatta her daim örnek almak olmalı, bunun yanında Sünnet’e seçici bakmaktan, bana uyar-uymaz anlayışından, kolay-zor ikileminden de uzak durmaktır. Çünkü kazanmanın yolu sadece bu caddeden geçmektedir. Bu caddeye de O (s.a.v.)’nun izini takip ederek ulaşılabilmektedir. O (s.a.v.)’nun izini takip ederek kimisini benimseyip kimisini es geçerek değil. Kimisi için gayret sarf edip kimisi için oralı olmayarak değil.
Ezcümle: ’Dinin ibadet bölümünün varlığı kadar muamelat bölümü de var, Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz ibadetlerde olduğu gibi muamelat dediğimiz alanda da bizim için en güzel örnektir.’

Son notlar
1 Bkz., Buhârî, el-Edebu’l-Müfred, Mektebetu’l-Meârif, Riyad 1998, Bab:61, h.no:112, c. I, s. 60.
2 Bkz., İbn-i Mâce, et-Tahâra Ve Sünenuhâ, 48.
3 Bkz., Buhârî, Edeb, 18.
4 İbn-i Mâce, Et’ıme, 30.
5 Bkz., Tirmizî, Et’ıme, 35.
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.