Özlenen Rehber Dergisi

164.Sayı

MÜSLÜMANIN DİNİNİ KEMİREN FİTNELER

Harun APAYDIN Özlenen Rehber Dergisi 164. Sayı
Daha önce sayılarda ’Islah mı, ifsat mı yoksa fitne mi?’ konulu bir makale kaleme almıştık. Bu sayımızda adeta kanser gibi musallat olup ümmeti talan eden, mahveden fitneler hakkında konuşacağız.
Dünyayı kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmek isteyen şer odakları, Müslümanların aktif olmasını istememişlerdir. Bu şer odakları kendi çıkarlarının kaybolmasından korktukları için Müslümanları her yönden vurmaya çalışmışlardır. Coğrafi, ekonomik, sosyal, siyasi ve kültürel açıdan Müslümanları zarara uğratmışlardır.
Malumunuzdur ki tarihten bu güne birçok defalar kuşatıldık. Her alanda sistemli bir şekilde planlanan bu kuşatmalar ve fitnelerle bizi sıkıştırdılar ve emellerine ulaştılar. Önce coğrafi olarak sıkıştırıldık, zayıflatıldık, İslam uğruna atını denize süren ecdâdımız üç kıtaya hükmederken kendimizi Anadolu topraklarına sıkışmış halde bulduk. Şu an Anadolu’yu bile bize çok görüyorlar. Birdik, fitnelerle bölündük. Hileleri ile bizleri paramparça eden kuvvet şimdi de Müslümanların sinesindeki imanını çalmaya ve dinini tahrif etmeye çalışıyor.
Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye, bu dünyadaki ve ahiretteki hayatımıza rehberlik eder. ’İnsanlar, ’inandık’ demekle imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı zannederler. Andolsun, biz onlardan öncekileri de imtihan etmiştik.’1 ayetini duyup okuyan kişi, devamlı deneneceğini; dünya hayatının, özelliklerini geliştiren ve bakış acısını netleştiren bir imtihan olduğunu unutmaz ise dünyada da ahirette de saadete erenlerden olur.
İçinde yaşadığımız zaman, hadislerde haber verilen bütün fitnelerin var olduğu bir vakittir. Fitneyi kısaca ’dahilî kargaşa’ olarak anlarsak, artık İslam âlemi dış oyunların tuzağına düşerek Allah yolunda cihadı, küffara karşı savaşmayı bırakmış, birbirleriyle kavgaya başlamıştır.
Bir toplum için en büyük felâket, o toplumda fitnenin zuhur edip yayılmasıdır. Çünkü fitne sadece belirli şahıslara zarar vermez. Rabbimiz Teâlâ: ’Fitne, (adam) öldürmekten daha şiddetlidir.’2 buyurarak onun ne kadar vahim bir şey olduğunu bizlere bildirmiştir. Ve yine Rabbimiz Teâlâ ’Fitne çıkaranların fasık kimseler olduğunu bildirmiştir’3 Fitne çıkarmak ve fitneye âlet olmak, sadece bir kişinin hukukuna değil, birçok kişinin hukukuna tecavüz anlamına gelir ki, bu kişinin altından kalkamayacağı büyük bir katliamdır.
İslâm’a haset ve kin ile hücum eden din düşmanları, bir başka cepheden kindarca fikir hakikati adı altında, hakikati örtecek karanlık maskeler oluşturma gayretine girişmişlerdir ki bu adeta Müslüman’ı Müslüman’a kırdırma kampanyası haline gelmiştir.
Müslüman’ın Dinini Kemiren fitneler
Kalplerinde sıkıntı olan kişiler dine, Müslüman’a zarar verdiler ve: ’Bir sen mi Müslümansın, biz değil miyiz? Biz de Müslüman’ız. Sen kalbe bak!’ dediler. Bizi her konuda şüpheye düşürdüler.
İlk olarak insanın en önemli fitnesi; nefsidir, malıdır, ailesidir ve şeytanıdır. Başına ne gelirse bunlar yüzünden gelir. Din düşmanları ve tüccarları fark ettirmeden ırkçılıkla, mezhepçilikle, tarikatçılıkla, particilikle Müslümanları bölüp fitneleri ısıtıp ısıtıp bizlere sunuyorlar. Dinde tartışma konuları var ediyorlar. ’Kendilerine fitne çıkarmayın denilince ’biz ancak ıslah edicileriz.’4 diyorlar. ’Kalplerinde bir eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve Kur’an’ın olmadık yorumlarını yapmak için müteşabih âyetlerinin ardına düşerler.’5 Kıyıda köşede kalmış zayıf görüşleri günün meselesi haline getirip ön plâna çıkararak esas meseleleri unutturup kafa karıştırıyorlar.
Her fırsatta aslı olmayan suni problemler üretiliyor. Müslümanları birbirine düşürülmeye çalışıyorlar. Farklı gruplar ve farklı din anlayışı yerleştirmeye çalışıyorlar. Maalesef bazıları da bunlara malzeme oluyor. Günümüzdeki en önemli şer faaliyet İslâm’a ve İslâmi değerlere saldırarak, sinsi oyunlarla Müslümanları sokağa ve kavga ortamına çekmektir. Sinsice oryantalizm fitnesi saçılıyor.
1. Oryantalizm Fitnesi
Oryantalizm; İstişrak, Şarkiyatçılık anlamlarına gelir. Batılıların doğuya ve İslâm’a ait ilimlerini, tarihlerini, dillerini, kültürlerini öğrenmeye denir. Hedeflerinde ise bu ilimleri öğrenerek şüphe oluşturmak ve nifak sokmak vardır.6 Bu fikri ve ilmi çalışmalar akademik olarak gözükse de aslında Müslümanların hak dini olan İslam’a karşı, şüphe ve zeyğlerini hedeflemektedir. İslam âleminin başına bela olan bu akım 18. asırda başlamış ve bugün ki halini almıştır.
Oryantalizm Batı’nın İslam âlemini sömürmesi ile başlamıştır. Farklı farklı yollarla değerli yazma eserleri kıymet bilmeyen sahiplerinden ucuz fiyata satın almışlardır. Bir başka tabir ile sömürdükleri kütüphanelerdeki yazma eserleri çalmışlardır. Hatta ve hatta 19. asrın başlarında bu yazma eserlerin sayısının 250 bin cilde ulaştığını araştırmacılar kaynaklara geçmiştir.7 İşte bu eserleri öğrenen ve ezberleyen müsteşrikler İslam’a şüphe tohumları atmaya başlamışlardır.
Oryantalizm’in Hedefleri
- İslam dini hakkında Müslümanları şüpheye düşürmek, Efendimiz (s.a.v.)’in peygamberliği hakkında şüphe uyandırmak.
- Hadisi Şerifler hakkındaki şüphe tohumları atmak.8
- Kur’ân-ı Kerim’in Rabbimizin kelamı olduğu hakkında şüphe tohumları atmak.
- İslam dini hakkında karışıklık çıkarmak.
- Kötü fikirleri süsleyip insanlara sunmak.
- Tefsir ilmine uydurulmuş ve aslı olmayan yalan yanlış bilgiler eklemek.9
Belli bir zamandan sonra Oryantalist saldırıları Sünnet-i Seniyye üzerinde yoğunlaşmıştır. Sünnet’i bir bütün olarak reddetmek ümmetin tepkisini çekecekti. Onun yerine, Kur’ân’a aykırılık, akla aykırılık, bilimsel verilere aykırılık gibi sloganlar üzerinden, hadis-i şeriflerin güvenilmez olduğu, elimizdeki hadis kaynaklarının yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Konuşanlar koca koca akademik kitleye sahip kimseler olunca sokaktaki insanın bu kitlesel ve yoğun propagandaya direnmesi elbette mümkün olmamıştır.10
Hadislerin hiç birinin sahih olmadığı, sonraki nesiller tarafından uydurularak Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’e atfedildiği fikri de, yine Oryantalistlerin ortaya attığı bir iddiadır. Ne yazık ki, hadis ve İslâm fıkhı konusunda Oryantalistlerin ikna edici hiç bir tarihi delile dayanmadan ileri sürdüğü bu görüşler, bugün modernist eğilimli Müslümanlar arasında yaygınlık kazanmış durumdadır.11
Oryantalizmin çalışmaları ile ilgili birçok örnek vermek mümkün olmakla birlikte en çarpıcı gördüğüm bir alıntıyla bu bölümü bitiriyorum. Londra’da düzenlenen ’İslam Ülkelerinin Sömürgeleştirilmesi ve Bu Yoldaki Güçlükler’ adlı konferansta delegelerden birisi şöyle konuşmuştu: ’Elli yıl durmadan çalıştık. Sadece beş kişiyi Hıristiyan yapabildik. Bu durum her şeye rağmen Müslümanların ne kadar zor Hıristiyan olduklarının bir kanıtıdır. Fakat elli yıl içerisinde milyonlarca insanı İslam’dan uzaklaştırabildik ve İslam’a karşı Müslümanları lakayt bir hale getirebildik. İşte bu durum bizleri çok sevindirmektedir.’ Delegenin bu şekilde konuşmasından sonra misyoner merkezi: ’Bundan böyle İslam ülkelerinde Müslümanları Hıristiyanlaştırmak için çaba sarf etmeyelim. Onları İslam’dan uzaklaştıralım ve İslamî hükümlere düşman yapalım…’ diye karar aldı.12
2. Mezhepsizlik Fitnesi
Herkesçe malumdur ki Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) Ashâbı-ı Kiram’a İslam dinini öğretti. Bu öğrettiği şeriatı Sâhâbi (r.a.) Efendilerimiz telakki ettiler. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.)’in irtihalinden sonra, karşılaştıkları yeni meseleleri Ashâb-ı Kiram’ın müctehid âlimleri, Rasûlullah’tan öğrendikleriyle çözdüler. Birçoğumuzun duyduğu Fukahâ-i Seb’a (yedi fakih), en çok fetvâ veren Sahâbîler olarak sayılmıştır.
Bazı kimselerin ’Mezhepler ne zaman ortaya çıkmıştır? Mezhepler niçin vardır?’ veyahut ’Mezhepler olmasaydı ne olurdu?’ sorularını yer yer duymaktayız.
İlk olarak mezhepler için ’Ne zaman ortaya çıkmıştır?’ tabirini kullanmak doğru değildir. ’Ne zaman ortaya çıkmıştır’ sorusu önceden mevcut olmayan bir şeyin, belli bir dönemden sonra çıkması anlamına gelir. Halbuki Rasûlullah Efendimiz ve Sahabe dönemlerine baktığımızda mezheplerle ilgili ’İçtihad’ terimini buluruz. Dolayısıyla Sahabe döneminden itibaren, Kur’an ve Sünnet’ten hüküm çıkarma ehliyetine sahip her âlimin bir mezhebi vardır. Efendimiz (s.a.v.)’in söz, davranış ve fiilleri bizzat delil olduğu için O hayattayken tabii olarak O’na danışılmış, hüküm sorulmuş, Rasûlullah Efendimiz uyarmış veyahut ayet-i kerime nazil olmuştur. Dolayısıyla ’Hz. Peygamber (s.a.v.)’in mezhebi neydi? Sahâbe’nin mezhebi neydi?’ gibi sorular, sahibinin cehaletini ortaya koymaktan başka bir anlam ifade etmez.
Rasûlullah (s.a.v.), Muaz’ı Yemen’e göndermek istediği zaman (ona hitaben): ’Sana bir dava arzedilirse nasıl hüküm verirsin?’ buyurdu. (Muaz): ’Allah’ın Kitabı’yla hükmederim.’ dedi. (Rasûlullah): ’Allah’ın Kitabı’nda bulamazsan (ne ile hükmedersin)?’ buyurdu. (Muaz): ’Rasûlullah (s.a.v.)’in sünnetiyle.’ dedi. (Rasûlullah): ’Ne Rasûlullah (s.a.v.)’in sünnetinde ne de Allah’ın Kitabı’nda bulamazsan (ne ile hükmedersin)?’ buyurdu. (Muaz): ’Kendi görüşümle içtihat ederim, (hüküm vermekten) geri durmam.’ dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.), onun göğsüne vurdu ve: ’Hamd, Rasûlullah’ın elçisini, Rasûlullah’ı hoşnut eden şeye muvaffak kılan Allah’a mahsustur (ya da olsun)!’ buyurdu.13
Bu olay bize, Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) henüz hayattayken âlim Sahabîlerin kendi mezheplerinin oluşmaya başladığını göstermektedir. Efendimiz (s.a.v.) irtihal eyledikten sonra, Sahabe’nin ileri gelenleri içtihat edip fetva vermeye devam etmişlerdir. Sahabe arasında fetvalarının çokluğuyla tanınan yedi kişi bulunduğunu belirtilmiştik. Bunların yanı sıra Hz. Ebû Bekr, Hz. Osman, Übeyy b. Ka’b, Ebû Mûsâ el-Eş’arî… (r.anhum) gibi âlim Sahabîler de içtihat edip fetva vermişlerdir. Bu müçtehit Sahâbîler; İslâm’ı tebliğ etmek ve dini öğretmek için gittikleri yerlerde, dinde rüsuh sahibi talebeler yetiştirdiler ve böylece birkaç nesil içerisinde amelî/fıkhî mezhepler teşekkülü meydana gelmiştir.
Ebû Hanîfe
Ebû Hanîfe, fıkıh tahsilini kimden yapmıştır? Bu soru, bizzat Ebû Hanîfe’ye sorulmuş, kendisi de onu şöyle cevaplandırmıştır: ’Ben, ilim ve fıkhın merkezinde idim. İlim ve fıkıh ehli ile düşüp kalktım. Bu ilim ve fıkıh merkezindeki fakihlerden birinin yanın­dan hiç ayrılmadım.’ İmam Ebû Hanîfe’nin işaret ettiği ilim merke­zi Küfe şehridir. Ali b. Ebî Tâlib, Abdullah b. Mes’ud (r.anhümâ) gibi bü­yük Sahabîlerin ilmi bu şehirde toplanmıştır. Tabiîlerden Alkame, İbrahim Nehaî, bu Sahabîlerin yolundan gitmişlerdir.14
İmam Mâlik
Medine’de kalıp ilim ve hadis neşrine devam eden Sahabîlerin bir devamı olarak, Mescid-i Nebevî’de imâmet ve ilim tedrisinde bulunan İmâm-ı Mâlik neşet etmiştir. İmam Mâlik hem muhaddis, hem de fakih idi. O, hadis rivayet ettiği râvîleri iyice süzgeçten geçirir­di. Belki de o, rivayeti esaslı şekilde bir disipline bağlayan ilk muhaddistir. Kendisinden sonra gelen talebesi İmam Şafiî, bu işe son derecede önem vermiştir. İmam Mâlik’in Peygamber (s.a.v.)’den yap­tığı rivayet, rivayetlerin en sağlamı ve altın halkaları sayılır. Buhârî; ’En sağlam rivayet İmam Mâlik’in Nâfi’ vasıtasıyla Abdullah b. Ömer’den yaptığı rivayetlerdir.’ demiştir.15
Velhasıl mezhepleri, sonradan meydana gelmiş, dinde aslı olmayan bir akım olarak saymak doğru değildir. Türkçe eserlerden biraz İslamî bilgi edinen kendini bilmez mezhepsizler, ’mezhep olmadan da Müslümanlık olur, din yaşanır’ diyorlar. O zaman adama ’Fakültesiz ve hocasız da doktor, hâkim, savcı ve siyasetçi yetişir, bu kadar fakültelere ne gerek var?’ demezler mi?
İslam tarihinde Ehlisünnet arasında gerçek anlamda hiç bir mezhep çatışması olmamıştır. Ehli Sünnet Müslümanlar kendi mezhebi dışındaki hak mezheplere gıpta ile bakmışlardır.
Müslümanların yüzde 90’ı bir mezhebe mensup olmasına karşın 1400 küsur yıl boyunca asla bir Ehlisünnet mezhebi mensubu bir diğerine mezhebinden dolayı sataşmamış, onunla savaşmamıştır. Ehlisünnet mensupları tarih boyunca Ehlisünnet olmayanlara asla zulüm etmemiş, aynı mahallede yan yana barış ve huzur içinde yaşamışlardır.
Öğretmeni, öğrencisi, mühendisi, doktoru, uzmanı, hukukçusu, işadamı, terzisi, üniversite öğrencisi velhasıl dinî tahsili olmayan her Müslüman eline Kur’an tercümelerini, meallerini, tefsirlerini alıyor, bunlara ek olarak da hadis kitapları, külliyatları... Bunlara bakıyor, ’bunlardan ben de hüküm çıkarırım. Mezhep de neymiş? Onlar da senin benim gibi adamlardı!’ diyor.
Şimdilerde ise mezhepsizlik propagandası yapılıyor. ’Dinde Reformcular’, Ehlisünnet’e mensup samimi Müslümanlara küfür ve şirk isnat ederek fitne ve fesat çıkarıp mezhepsizlik fitnesi çıkarmaktadırlar…
Bu kuruluşlar, mezhepsizlik mezhebi adına cinayetler işliyor, insanların canına kıyıyorlar. Bunların savundukları yol her ne ad altında olurlarsa olsun yaptıkları cinayettir, kendileri de katildir.

Dipnotlar
1. el-Ankebût, 29/2-3.
2. el-Bakara, 2/191.
3. el-Bakara, 2/27.
4. el-Bakara, 2/11.
5. Âl-i İmrân, 3/7.
6. Abdulkâdir Seyyid Aburraûf, Dirâsât Fî Tebşîr Vel-İstişrâk, Kahire, s. 1.
7. Abdulkâdir Seyyid Aburraûf, a.g.e., Kahire, s. 2.
8. Abdulkâdir Seyyid Aburraûf, a.g.e., Kahire, s.28.
9. Abdulkâdir Seyyid Aburraûf, a.g.e., Kahire, s.12.
10. Konuyla ilgili önemli bir makale için bkz: Ebûbekir Sifil, Müslümanlığımızın Sünnet-i Seniyye ile İlişkisi, İlim ve İrfan Dergisi, 2014.
11. Halil AKGÜN, İslam ve Batı, İstanbul 1998, s.107.
12. Ahmet Varol, ’Emperyalistlerin Öncüleri Misyonerler’,İslam, www.kutsalkitaplar.net.
13. Ebû Dâvûd, Akdıye, 11.
14. Muhahmmed Ebû Zehra, Mezhepler Tarihi, Tercüme Dr. Abdulkâdir Şener, İstanbul 1978,s. 211.
15. Muhahmmed Ebû Zehra, a.g.e., s. 293.
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.