Özlenen Rehber Dergisi

163.Sayı

İslam’da Velî Kavramı

Velî’nin kelime manası, dost ve yakın demektir. Istılahta ise velî; bütün hal ve işinin muradını Allah’ın üzerine aldığı ve yardımında bulunduğu kimsedir. Allah’ın vahdaniyetini, Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimizin risaletini kabul eden her kişi Cenâb-ı Hakk’ın velîsidir, dostudur. Çünkü Allah’ın birliğine iman etmişlerdir.
Hz. Allah, bunların bu hallerini Kur’ân-ı Kerim’inde şöyle beyan eder:
اَلَٓ اِنَّ اَوْلِيَآءَ الّٰلِ لَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَ هُمْ يَْزَنُونَۚ ﴿﴾ اَلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَكَانُوا يَتَّقُونَۜ ﴿﴾ لَهُمُ الْبُشْرٰى فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَفِي
الْٰخِرَةِۜ لَ تَبْد۪يلَ لِكَلِمَاتِ الّٰلِۜ ذٰلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظ۪يمُۜ ﴿﴾
’Bilesiniz ki, şüphesiz Allah dostları (öyle kimselerdir ki onlar) için hiç bir korku yoktur, onlar mahzun da olacak değillerdir. O kimseler ki iman etmişlerdir ve (takva sahibi olup sakınılması gerekenlerden) sakınmışlardır. Dünya hayatta da, ahirette de onlar için müjde vardır. Allah’ın sözlerinde hiçbir değiştirme yoktur. İşte bu, büyük kurtuluşun (başarının) ta kendisidir.’1
Yukarıdaki ayet-i kerimelere göre evliyaullahta şu sıfatlar bulunur:
a) Dosdoğru iman.
b) Takva; her hâlükârda Allah’tan korkup fenalıklardan sakınmak.
c) İnsanlar korkup endişe duyduğu zaman, onların korkmamaları.
d) İnsanlar üzüldüğü zaman onların üzülmemeleri, ferahlık duymaları.
Böylece Allah’a iman eden ve amellerini ihlâslı olarak yapan Allah dostlarının Cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve hıfzına mazhar olduklarına şu yet-i kerime işaret ediyor:
اَلَٓ اِنَّ اَوْلِيَآءَ الّٰلِ لَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَ هُمْ يَْزَنُونَ
’Bilesiniz ki, şüphesiz Allah dostları (öyle kimselerdir ki onlar) için hiç bir korku yoktur, onlar mahzun da olacak değillerdir.’2
Velîler, yaptıkları amellere göre derecelenirler. Bütün farzları, vacipleri, sünnetleri, mendupları, helal ve haram hudutlarını çok iyi bilip, onlara göre hareket edip nefislerinde bu amelleri tatbikte çok titiz davranırlar. Cenâb-ı Hak velîlerin bu hallerine Kur’ân-ı Kerim’inde şöyle işaret etmektedir:
اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ الّٰلِ اَتْقٰيكُمْ
’Muhakkak ki Allah katında en değerli (şerefli) olanınız, en ziyade takvalı olanınızdır.’3
Allah’ın velî kulları, takvada o kadar ileri giderler, yani yasaklardan kaçar, farz, vacip, sünnet ve nafileleri o kadar çok işlerler ki; Cenâb-ı Hak onların bu durumlarından razı olarak, haklarında, bir hadis-i kutside şöyle buyurur:
وَمَا يَزَالُ عَبْد۪ى يَتَقَرَّبُ إِلَىَّ بِالنَّوَافِلِ حَتّٰ أُحِبَّهُ، فَإِذَا أَحْبَبْتُهُ كُنْتُ سَْعَهُ الَّذ۪ى يَسْمَعُ بِه۪، وَبَصَرَهُ الَّذ۪ى يُبْصِرُ بِه۪، وَيَدَهُ الَّ۪ت
يَبْطِشُ بِهَا، وَرِجْلَهُ الَّ۪ت يَمْش۪ى بِهَا.
’… Kulum bana, nafile (ibadet)lerle yaklaşmaya devam eder. Nihayet onu severim. Onu sevdiğim zaman ise, onun kendisiyle işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli ve yürüdüğü ayağı olurum.’4
Böyle müminler, kendi sa’y ü gayretleri ile çalışarak velayet derecesine ulaşabilirler. Bir yet-i kerimede şöyle buyrulur:
وَاَنْ لَيْسَ لِلِْنْسَانِ اِلَّ مَا سَعٰى
’Ve şüphesiz ki, insan için kendi çalıştığından başkası yoktur.’5
İmam Birgivî hazretlerinin ’Vasiyetnâme’ adlı kitabının şerhinde: ’Kişi çalışmak suretiyle velayet derecesini kazanabilir.’6 diye zikreder.
İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî hazretleri de ’Mektûbât’ adlı eserinde, insanları Allah’a kavuşturan yolların iki olduğunu söyler.7
a) Vehbî ilimdir ki, buna ledün ilmi denir. Kur’ân’ı Kerim’de Kehf Suresi’nde Hz. Musa (a.s.)-Hızır (a.s.) bahsinde Cenâb-ı Hak:
وَعَلَّمْنَاهُ مِنْ لَدُنَّا عِلْمًا
’Ve ona tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.’8 buyurarak, ’ledün ilmi’ne işaret buyurur. Bu ilme çalışarak kavuşma ise mümkün değildir. Ancak bu ilim, Cenâb-ı Hakk’ın kişiye verdiği bir ihsanıdır.
b) Kesbî ilimdir ki, kişinin çok çalışmasıyla velayet derecesine ulaşması demektir.9
Tasavvufî manası ise; ’mürîd’ ve ’murâd’ tabirleriyle açıklanır. Velayet derecesine ulaşıp veliyyullah olabilmek için mürîd olmalıdır. Yani, kendi iradesinden çıkıp bir mürebbinin terbiyesinde azgın nefsinin terbiyesi ile uğraşmalı, o mürebbinin gösterdiği metotlarla ’nefs-i emmâre’ tabir edilen hayvanî sıfatlardan (kibir, şehvet, haset, kin, cimrilik, riya ve buna benzer diğer kötü sıfatlardan) da arınıp Peygamber
Efendimizin ahlâk-ı hamîdeleri ile muttasıf olmalı, onunla bezenmelidir.
Yine buna Kur’ân-ı Kerim’de emir ve işaretler vardır. Şöyle buyruluyor:
وَاَمَّا مَنْ خَافَ مَقَامَ رَبِّه۪ وَنَهَى النَّفْسَ عَنِ الْهَوٰىۙ ﴿﴾ فَاِنَّ الْجَنَّةَ هِيَ الْمَاْوٰىۜ ﴿﴾
’Ancak kim de, Rabbinin makamından korkar ve nefsini heva (ve heves)ten alıkoyarsa, işte şüphesiz cennet, (böyle bir kimse için) varacak yerin ta kendisidir.’10
قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا
’Onu (yani nefsini) temizleyen kimse muhakkak ki felâha ermiş (umduğuna nail, korktuğundan emin olmuş)tur.’11
وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسّٰيهَا
’Onu (yani nefsini günah ve inkârı ile) örtüp, (karanlıklara) gömen kimse ise muhakkak ki hüsrana uğramıştır.’12
Demek ki, kişi, üzerindeki bu ahlâk-ı zemîmeleri (hayvanî sıfatları) terbiye etmediği müddetçe, onların tesiri altında kalır. Hayvanlar gibi hareket etmeye başlar. Çünkü nefsine her an mağluptur. Onun emrinden dışarı çıkamaz.
Velâyet derecesine çıkabilmek için, üzerindeki o yerilmiş kötü sıfatları soyup tecerrüt etmek sayesinde Hz. Peygamber’in ahlâkı ile ahlâklandığı zaman, velâyet makamına (yakınlık nuruna) yükselir.
Buna, Peygamber Efendimiz (s.a.v.), bir hadis-i şeriflerinde şöyle işaret etmektedir:
تََلَّقُوا بِأَخْلَقِ الّٰلِ وَبِأَخْلَقِ رَسُولِه۪
’Allah’ın ahlaklarıyla ve Peygamberinin ahlaklarıyla ahlaklanın.’13
İşte böylece hayvanî sıfatlardan tecerrüt edip kurtulan kimsede Cenâb-ı Hakk’ın sıfatları tecelli eder.
Evliya-i kiramın alâmetleri; Allah’ın emrine hürmetle boyun eğmek (itaat), bütün insanlara şefkat, insanları sevmek, yaratılmışlara karşı cömert ve affedici olmak ve halktan gelen eziyetlere sabır ve sebat etmektir. Evliya-i kiramın diğer bir alameti ise, insanların işlerinden kendi uhdesine düşenleri gönül hoşluğu ile yapabilmesidir. Çünkü onların kalpleri muhabbet denizi ve vahdet yuvasıdır. Onlar, bir an olsun halkı Hakk’a davet etmekten ayrı kalmazlar.
Câbir (r.a.)’den rivayet edilen bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurur:
خَيُْ النَّاسِ أَنْفَعُهُمْ لِلنَّاسِ
’İnsanların en hayırlısı, insanlara en faydalı olanıdır.’14
MURAD: Bu zümre, tamamen kendi ihtiyarlarının (istek ve arzularının) haricinde ve Cenâb-ı Hakk’ın kabzasındadırlar. Bu sınıfa dâhil olanlar, peygamberler ve büyük velîlerdir. Fakat bu zümrenin sayıları gayet azdır. Bu kimselere ’Üveysî’ de derler. Bu zümrenin terbiyesini bizatihi Cenâb-ı Hak ve sevgili Peygamberimizin ruhaniyetleri yapar. Bu kişiler kendi ihtiyarları (iradeleri) ile iş yapmazlar. Hep emir ve işaretlerle halkın hizmetine koşarlar.
Cenâb-ı Hak, insanları iki şekilde yakınlığa erdirir:
a) Nübüvvet nurudur ki, peygamberlere mahsustur.
b) Velâyet nurudur ki, bu hem peygamberlere, hem de diğerlerine mahsustur. Hülasa, peygamberlerde iki nur vardır:
1- Nübüvvet nuru ki, Cebrail (a.s.) vasıtasıyla getirilen emirlerdir. Yani arada bir melek (aracı) vardır.
2- Velâyet nuru ki, doğrudan doğruya (vasıtasız) Cenâb-ı Hak’tan gelen ilhamlardır.
Burada bir örnek vermekle konu daha iyi anlaşılır. Cebrail (a.s.) Peygamber Efendimiz’e ayet-i kerimeleri getirdiğinde, Peygamber Efendimizin daha evvel davranıp gönderilen ayet-i kerimelerin aynısını okuması üzerine, Cenâb-ı Hak şu ayeti inzal buyurmuştur:15
لَ تَُرِّكْ بِه۪ لِسَانَكَ لِتَعْجَلَ بِه۪ۜ ﴿﴾ اِنَّ عَلَيْنَا جَْعَهُ وَقُرْاٰنَهُ
’(Ey Rasûlüm!) Onu (vahyi) acele ed(ip al)mak için dilini hareket ettirme. Şüphesiz onu (kalbinde) toplamak da okumak (ve okutmak) da bize aittir.’16
Cebrail (a.s.), Arş’taki makamından emirleri aldığı zaman, aynı emri Peygamber Efendimiz de velayet yolu (nuru) ile almıştır. Çünkü Cenâb-ı Hak ayetlerini Cebrail (a.s.)’a bildirirken, her ikisi de aynı anda duymuşlardır.
Peygamber Efendimiz şu hadis-i şeriflerinde buyurmuşlardır ki:
’Haberiniz olsun! Muhakkak ki bana Kitap (yani Kur’an) ve onunla beraber onun misli (benzeri) verildi.’17
Velîlerdeki velâyet nuru ise, yalnızca ilham yolu ile, şer-i şerifte peygamberlere uymak suretiyle tahakkuk eder.
Cenâb-ı Hak Kur’ân’ı Kerim’inde şöyle buyurur:
قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُِبُّونَ الّٰلَ فَاتَّبِعُون۪ي يُْبِبْكُمُ الّٰلُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْۜ وَالّٰلُ غَفُورٌ رَح۪يمٌ
’(Ey Habibim! Allah’ı sevdiğini iddia edenlere) de ki: ’Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi
sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.’18
Bu şekilde Allah’ı seven evliyaullah hazretleri, Peygamber Efendimizin sünnetlerinden gafil kalmayıp, sünnetlerle hallenirler. Bu vesile ile Cenâb-ı Hakk’ın sevgisine mazhar olurlar. Bu konuda Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerim’inde şöyle buyurur:
يُِبُّهُمْ وَيُِبُّونَهُ
’(Allah) onları sever, onlar da O’nu (Allah’ı) severler.’19
Peygamberlerde ’ismet’ sıfatı vardır. Cenâb-ı Hak bu sıfat ile onları günahtan korumuştur. İmâm-ı Rabbânî hazretleri Mektûbât’ında; ’Evliyaullah da mahfuzlardandır, yani onları Allah muhafaza eder.’ demektedir.20
Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde:
إِذَا أَحَبَّ الّٰلُ عَبْدًا حََاهُ الدُّنْيَا كَمَا يَظَلُّ أَحَدُكُمْ يَْم۪ى سَق۪يمَهُ الْمَاءَ
’Allah bir kulu sevdiği zaman, onu dünyadan korur. Tıpkı birinizin hastasını sudan koruyor olduğu gibi.’21 buyurmaktadır.
Yüce velîler üç sınıfta beyan edilirler:
1- Velî, kendisinin velî olduğunu bilir. Halk ise bilmez.
2- Velî, kendisinin velî olduğunu bilmez, fakat halk bilir.
3- Velî, velî olduğunu hem kendisi bilir, hem de başkaları bilir.
İslâm uleması arasında, ’Allah’ın yüce velîleri kendilerini bilirler mi, bilmezler mi?’ diye ihtilâflar olmuştur. Bunlardan Ebû Bekir b. Fûrek; ’Velîler, kendilerinin velî olduğunu bilemez.’ demektedir. Ebû Ali ed-Dekkâk ve talebesi Ebû Kâsım el-Kuşeyrî ise; ’Velîler kendilerinin velî olduklarını bilirler.’ demektedirler. Her iki fikre sahip olanlar da değişik deliller getirirler.22
İslâm büyüklerinden meşhur âlim İmâm-ı Rabbânî, ’Mektûbât’ adlı eserinde bu konuda şöyle buyurur:
’Bir velînin, kendisinin velî olmasını bilmesi şart değildir. Evliyaullahtan birçoklarının kendi velâyetlerinden haberleri yoktur. Kendilerinin velî olduklarını bilemediklerine göre, başkalarının da bu zatların velî olduklarını bilmesi şart değildir.

Son notlar
1 Yûnus, 10/62-64.
2 Yûnus, 10/62.
3 el-Hucurât, 49/13.
4 Buhârî, Rikâk 38.
5 en-Necm, 53/39.
6 Birgivî Vasiyetnamesi Kadızâde Şerhi (Cevhere-i Behiyye-i Ahmediyye Fî Şerhi’l-Vasiyyeti’l-Muhammediyye), s.87, Bedir Yay., İstanbul 1988.
7 Bkz., İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, 313. Mektub, c.1, s.640, İhlas Vakfı Yay., İstanbul, 2002.
8 el-Kehf, 18/65.
9 ’b) Kesbî ilimdir ki, kişinin çok çalışmasıyla velayet derecesine ulaşması demektir.’ cümlesi, kitapta mevcut değildi. Ancak sözün seyrinde bir düşüklük açıkça görülüyordu. Zira ’a’ şıkkı zikredilmiş ’b’ şıkkı ise zikredilmemişti. Müellif Abdullah Farukî (rh.a.)’in kitap basılmadan önce fotokopi halinde hazırlayıp talebelerine tevzi ettiği nüshaları incelediğimizde ilgili kısmın var olduğunu gördük ve kitabın basılma aşamasında sehven çıkartıldığını tespit ettik. Bu sebeple ilgili kısmı yerine yerleştirdik.
10 en-Nâziât, 79/40-41.
11 eş-Şems, 91/9.
12 eş-Şems, 91/10.
13 Muhammed Es’ad Erbilî, Mektûbât -Osmanlıca Nüsha-, 13. Mektup, s.38, Matbaa-i Ahmed Kâmil, Dersaadet, h.1343.
Rivayet bu şekliyle bu kaynağın haricinde diğer hadis kaynaklarında bulunamamıştır. Ancak تََلَّقُوا
بِأَخْلَقِ الّٰلِ ’Allah’ın ahlaklarıyla ahlaklanın.’ şekliyle şu kaynaklarda geçmektedir:
Fahru’d-Dîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-Ğayb, c.9, s.66, Âl-i İmrân 159, Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1981; Suyûtî, Te’yîdu’l-Hakîkati’l-Aliyye Ve Teşyîdu’t-Tarîkati’ş-Şâzuliyye, s.105-106, el-Matbaatu’l-İslâmiyye, 1934; Kastalânî, İrşâdu’s-Sârî İlâ Şerhi Sahîhi’l-Buhârî, c.5, s.341, Matbaatu’l-Kübra’l-Emîriyyeti Bi-Bulâk, Mısır, h.1323; İbn-i Hacer el-Heytemî, el-Feteve’l-Hadîsiyye, s.293, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut; Ali el-Kârî, Şerhu’ş-Şifâ, c.2, s.53, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 2001.
14 Şihâb el-Kudâî, Müsned, Bâb:771, c.2, s.223, h.no:1234, Müessesetu’r-Risâle- Beyrut, 1989; Taberânî, Evsat, c.6, s.58, h.no:5787, Dâru’l-Harameyn, Kahire, 1995; Taberânî, Kebîr, c.12, s.453, h.no:13646, Mektebetu’bni Teymiyye, Kahire; İbn-i Ebi’d-Dünyâ, Kadâu’l-Havâic, s.40, h.no:36, Müessesetu’l-Kutubi’s-Sekâfiyye, Beyrut, 1993.
15 Bkz., İsmâîl Hakkî el-Bursevî, Tefsîru Rûhi’l-Beyân, c.10, s.248, Matbaa Osmâniyye, İstanbul, 1926.
16 el-Kıyâme, 75/16-17.
17 Ebû Dâvûd, Sünnet, 6.
18 Âl-i İmrân, 3/31.
19 el-Mâide, 5/54.
20 Bkz., İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, 287. Mektub, c.1, s.549, İhlas Vakfı Yay., İstanbul, 2002. Ayrıca bkz., Abdulkerîm el-Kuşeyrî, er-Risâletu’l-Kuşeyriyye, c.2, s.416, Dâru’l-Meârif, Kahire, 1994.
21 Tirmizî, Tıb, 1.
22 Bkz., Abdulkerîm el-Kuşeyrî, er-Risâletu’l-Kuşeyriyye, c.2, s.416-418, Dâru’l-Meârif, Kahire, 1994.
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.