Özlenen Rehber Dergisi

163.Sayı

GÖNÜLDEN GELENLER… DİLE DÖKÜLENLER…

Efe AYHAN Özlenen Rehber Dergisi 163. Sayı
Ey nefsim…

Bir kaşık suda boğulmak üzeresin
Ummanda yüzmeye heves edersin
Serçe kadar cüssen var
Şahin gibi yükseklere göz dikersin
Az kıyıda yüz ki boğulmayasın
Az alçaktan uç ki yere çakılmayasın

Varlık libasından soyunup, yokluk libasına bürünerek ancak asıl varlığına kavuşur insan. Kendisini aradan çıkarmadan, yok etmeden vahdet deryasında yüzemez.
Şair ne güzel demiş:
’Gönül çalamazsan aşkın sazını
Ne perdeye dokun ne teli incit
Eğer çekemezsen gülün nazını
Ne dikene dokun ne gülü incit’
Öyle ya; makam bilmezsin, nota bilmezsin, akort bilmezsin, söz bilmezsin, ne demeye eline sazı alırsın. Seninki meşk değil, kuru gürültü, seninki baş ağrısı.
Gül koklayayım diye heves edersin, eline kıyamazsın. Madem dikenden korkarsın, ne diye güle göz atarsın. Sende Mecnun’ca yürek yoktur madem, ne demeye ’Leyla, Leyla…’ diye nara atarsın. Ne demeye çöle çıkıp kendin yorarsın.
’Aşk, aşk…’ der dururdun, aşıklar başın vermişler, sen baş ağrısına tahammül etmezsin. Söz ile olaydı şairler evliya olurdu. Aşk dediğin gönül işi, sende açlığa tahammül yoktur, hem iştahın çoktur, ey divane, ne demeye aşk orucu tutarsın.

Nefis; varlığın peçesi
Ruh; hakikatin gözleri
Ey Allah’ın (c.c.) halifesi
İndir peçeyi, gör hakikati

Şu dünya mezarında yaşayanlar ölüdür, ölmeden ölenler ancak diridir. Emaneti sahiplenip kendi mülkü bilenin yaptığı, emanete hıyanetin büyüğü değil midir? Gücü kuvveti, malı mülkü, serveti kendinden bilmek, kendinin bilmek ahmaklık değil midir? Yusuf (a.s.)’ı kuyuya kardeşleri attı. Ya seni atan kimdir dipsiz uzaklık kuyusuna? Nefsin değil mi, sen değil misin kendi elin ile kendini iten kuyuya? Bir ömür koynunda yılan beslersin, düşmanına her daim silah imal edersin. Kendi savaşında kendini mağlup edersin. Bir gecelik rüyayı, ebedi saadete yeğlersin.


Aşık ve Maşuk…

Bir canım, gel gör ki var yüz bin tenim
Neyleyip, netsem ki ağzım sır benim
Bunca insan var, ’benim’ hep ’ben’ diyen
Yok ki bir er, söylesin tek ’ben senim’
Mevlânâ

Aşık ve Maşuk birbirilerini çok seviyorlar, ancak bir türlü birbirilerine açılamayıp sevgileri ortada kalıyor. Bir gün Aşık dayanamayıp Maşuk’un evine gidiyor, kapıyı çalıyor.
İçerden bir ses:
- Kim o?
Âşık cevap veriyor.
- Benim.
Maşuk içeriden sesleniyor:
- Git buradan.
Aşık şaşırıyor. İnanamıyor, ama ayrılıyor kapıdan üzgün bir şekilde. Dağlar, ovalar dolaşıyor, Maşuk’un aşkından ölecek duruma geliyor, olaya anlam veremiyor, lakin dayanamayıp tekrar Maşuk’un kapısına geliyor, kapıyı çalıyor. İçerden bir ses:
- Kim o?
Aşık cevaplıyor:
- Benim.
Maşuk içerden sesleniyor:
- Git buradan.
Aşık deliye dönüyor. Bir türlü anlamıyor aşkının bu tavrı ona niye yaptığını. Kendini yollara vuruyor. Aşkıyla eriyor da sebebi bulamıyor. Günler ayları, aylar yılları kovalıyor. Ve bir gün Aşık kendini Maşuk’un evinde buluyor. Kapıyı çalıyor. İçerden bir ses:
- Kim o?
Aşık cevaplıyor:
- Senim.
Maşuk içerden sesleniyor:
- Gir içeri o zaman.


Mürşid-i kâmiller…

’Gel ey gardaş Hakk’ı bulayım dersen
Bir kamil mürşide varmasan olmaz
Rasûl’ün cemalin göreyim dersen
Bir kamil mürşide varmasan olmaz.’
Yunus Emre

Bir kamil mürşide varmasan olmaz. Can çıkar huy çıkmaz mı? Çıkar, çıkmalı. Yoksa Hakk’a vardım diye volta atmamalı. Dönüp şöyle bir kendimize bakmalı. Bakmalı ki bizde Hakk’a yarar ne var. Kıldığımız namazların, tuttuğumuz oruçların, tesbihatların, zikrullahın ’Niyet ettim Allah rızası için’ diyerek yaptığımız her itaatin içinde nefsimizin ahlakları var. Namaz kılarken örneğin; aklımıza gelmeyen yok, alakalı alakasız. Namaza duran ruhumuz değil cesetlerimiz. Ölü gibi, namazı eda edişimiz. Secdeye gidiyoruz ama başımız ’ben bilirim’ edasında, dik. Yani namazın manasından uzağız. Halbuki namaz, bizlere Miraç armağanı. Kulun Rabbi ile konuştuğu, buluştuğu, acziyetini ifade ederek Rabbine şükür ve yakarışta bulunduğu ciddi bir makam namaz.
Sadece namaz mı? Değil elbet, her ibadetimize, bedenimizde taşıdığımız uzuvlar gibi nefsimizin bir parçası haline gelmiş olan kötü ahlakları taşıyoruz. Bundan sebep tatsız, tuzsuz ve ihlâstan yoksun ibadetlerimiz. Halbuki yemek yerken aldığı hazzı, lezzeti almalı insan ibadet ederken, hatta daha fazlasını. Çünkü itaatler ruhun gıdası.
Bedeninde olduğu gibi, ruhunda da hastalıklar var insanın vesselam. Mürşid-i kamiller ise kalp doktorlarıdır, bu hastalıkların teşhisini koyan ve gerekli tedaviyi uygulayan.Vücutta meydana gelen arızaların bir takım operasyonlar ile giderildiği gibi, mürşid-i kamillerin himmet ve nazarları da, kalplere uygulanan operasyonlardır. Himmet ve nazarları ile terbiye olan, kendisi de gayretten geri durmayan salik bu yolla kötü ahlaklarından kurtulur. Kibri tevazua, şehveti sevgiye, öfkesi sakinliğe, hasedi kabullenişe, velhasıl bütün kötülükleri iyiliğe dönüşür.
Allah dostları, hak yolcularına, Hakk’a giden yolda rehberlik ve kalplerindeki hastalıkları tedavi etmek için hekimlik vazifesi görürler. Bir insan bir ömür boyu kendi başına ibadet etse nefsinin kötü ahlaklarından kurtulamaz, bunlardan kurtulamadığı müddetçe de bir arpa boyu yol alamaz, Hakk’a varamaz. Gösterişli bir elbise giyse insan, fakat türlü necasete bulaşmış olsa, kötü koksa, hoş gelir mi ev sahibine? Kabul görür mü, ikram edilir mi kendisine?
Peygamber (s.a.v.) varisi olan mürşid-i kamiller, Peygamberî ahlaklar üzerine yerleşip kamil oluncaya kadar talipler, onları terbiye ile vazifelidirler. Her salih bu yoldan geçmiştir.

Niceler gittiler mürşid arayı,
Arayanlar buldu derde devayı
Bin kez okur isen aktan karayı
Bir kamil mürşide varmasan olmaz.
Yunus Emre

Dünya güneşin etrafında döner, insanlar Kâbe’nin etrafında dönerek tavaf eder. Hazreti Mevlana da kendi etrafında döner. Bu dönüş, aslında Yaratan’ın tecellisinin etrafında gerçekleşir. Dünyaya, Kâbe’ye ve dostlarının kalbine tecelli eder Cenâb-ı Hak. Her varlığın özünde O’nun tecellisi yok mudur zaten? Bu tavafların hepsi o tecelliye kavuşmak içindir. Vuslat aşkındandır, bir kucaklaşmadır hakikatte.
Tasavvuf, Allah’a giden yoldur. Bu yolun mürşitleri hak dostlarıdır. Onlar birer Peygamber varisidir ki Peygamber (s.a.v.) efendimiz: ’Âlimler, peygamberlerin varisidir.’ (Ebû Dâvûd, İlm, 1) buyurmaktadır. Cenâb-ı Hakk’ın Peygamber (s.a.v.) efendimize, oradan Allah dostlarının kalplerine ulaşan yansımadır tecelli. Allah dostlarının kalbine gelen nazar Kâbe’ye gelen nazar gibidir. İnsanlar ancak Hak dostlarının kalbine girerek bu nazardan istifade edebilir. Allah dostunun gönlüne gelen nazarın etrafında dönülerek tavaf edilir, bu tavaf hizmetle olur, lebbeyk’leri de zikrullah ve tesbihatlardır. Cenâb-ı Hak dostunun gönlünden çeker yakınlık murat ettiği kullarını.
Mürşid-i kâmiller; Rasûl-i Kibriya (s.a.v.) efendimizin varisleri olmaları hasebiyle yaşayan Kur’ân’dırlar. Allah (c.c.)’nun ipidirler. Bu sebeple onlara sıkı sarılmalıdır ki sırat-ı müstakim üzere olunsun ve Allah Teâlâ ile ülfet kurulsun, kıymet bulunsun.
Allah dostları insanın gönlünde bir penceredir, haramlara kapanan, rızaya ve rahmete açılan.

Mürşid-i kâmiller; nefislerin çobanıdır.
Çobansız olan başıboş olur, kurda kuşa yem olur

Mürşid-i kâmiller; müritleri ile dünya sevgisi arasında bir perdedir, bir kalkandır, bir zırhtır. Mürşidinden kendisine istifade kapısı açılan bir mürit, ibadet ve itaatlerinde de bu sebeple huşuyu, samimiyeti yakalar, bu hal mürşidinin aynasından müridin kalbine yansıyan tecellilerdir.

Yâ Faruk Sultan!

Bir nazara; sevgiyi, şefkati
Bir nazara; himmeti, terbiyeyi
Bir nazara; binlerce makamı
Bir nazar; Peygamber (s.a.v.)’e ülfeti sığdıran
Yüreği umman
Emsalsiz insan
Yâ Faruk Sultan

Bazı kalpler ezelden kurulmuş bir pazarda peşinen satılmıştır bir Hak dostuna köle olmak üzere. Bu kölelik efendilikten aladır, bu kölelik hürriyeti azat eder, sonra alır da seni Peygamber (s.a.v.) eşiğinde kıtmir eder. Bu kıtmirlik insanlıktan evladır. İnsanı, insan-ı kâmil eder. Sonra alır seni, Yaratan’ın kapısına teslim eder. Aşk şarabından badeler ikram eder. Mana kanatlarıyla uçar da uçarsın. Belki cenneti de aşarsın, manevi miraçlara kaçarsın, o zaman ne dünyayı ne cenneti ararsın. Bir cemaldir son durak.

Efendim…
Baharı seyrettim gözlerinde
Gözyaşın yağmuru ıslatır efendim
Çiçekler açar rengârenk sözlerinle
Sesin mest eder bülbülü efendim

Başım eğik, boynum bükük, kalbim kırık geldim
Sırtımda günah dolu bir küfe
Elim kolum kırık biçimde
Karadan da kara bir yüzle yüzsüzce
Huzuruna geldim perperişan efendim

Ayağımda zincirim
Çeker durur bir taraftan nefsim
Ben senin ömürlük kölenim
Sana esaretim, hürriyetim efendim

Bir bahçen var cennetten köşe
İsmin nam salmış dost meclisinde
Kabulüm ikram diye yol versen de
’Kıtmirim!’ de kapına bağla efendim
Ayağın altında eyle efendim


Tebrizli Şems, güneş oldu, hazreti Mevlana’nın kalbine. Ayın ışığını güneşten alıp cihanı aydınlattığı gibi, hazreti Mevlana da Şems-i Tebrizî’den aldığı ışıktan mana âlemini aydınlattı da karanlık gönüllere yol gösterdi. Hakikatte hepsinin kaynağı Rasûl-i Kibriya (s.a.v.) efendimizdir ki, O da Hak Teâlâ’nın muradıdır.

Getirdiler kapına bir bayram günü
Bayramı ben sende gördüm efendim
Unuttum senden önceki her dünü
Ben seninle yeniden doğdum efendim

Dedin ’adın nedir oğlum?’ adım söyledim
Yüzüme baktın biraz tebessüm eyledin
’Sana kim vesile oldu oğlum?’ diye sordun
Dizin dizime, yüzün yüzüme değdi efendim

Bilmezdim seni böyle erken kaybedeceğimi
Düşünüyorum bazen rüya mıydı hayal miydi?
Hasretin ateş oldu, hatıralar pervanesi
Hak kapısı, Peygamber (s.a.v.) aynası efendim
Bilemedim kıymetini, aczimi bilemedim


Belki de batılın en zararlısı hakka benzeyenidir. Birebir zıt olanı ayırt etmek kolaydır. Benzeyeni, ondan gibi görüneni ayırt etmekse daha zordur. Pirincin içinden siyah taşı hemen görür ve ayıklarsın. Ama beyaz taş, araya karışabilir. İşte dişi de kıran budur. Ayık olmak, dikkat etmek lazım.

Bütün dallar aynı kökten
Bütün kökler aynı topraktan
Geldiğin yer toprak
Gittiğin yer toprak
Öyleyse nereden çıktı bu fark
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.