Hiç şüphesiz Yüce Rabbimizin sözü olan Kur’ân-ı Kerim, belağat, fesahat, nazım ve üslup bakımından diğer bütün Peygamberlerin mucizelerinden daha üstün ve büyüktür. Bizlere bir harfi dahi bozulmadan ulaşmıştır. Onu Yüce Rabbimiz korumaktadır ve kıyamete kadar da insanlığa ilim, irfan, hikmet ve hidayet saçacaktır.
İnzalinden sonra dönemde kıyamete dek ve gelecek zaman dilimi içerisinde meydana gelecek hadiseleri ve evrenin mahiyetinde o gün itibariyle bilinemeyip de kendisinin hak söz olduğunu teyit ettirircesine insanların sonradan keşfettiği hakikatleri onun en büyük özelliklerindendir. Evet, bunlarla kâinat, eşya, “Allah vardır, birdir, Muhammed (s.a.v.) O’nun son ve en üstün Rasûlü’dür ve Kur’ân’ın vaad ettiklerinin hepsi haktır, gerçekleşecektir.” diye kendi lisanıyla haykırmaktadır tüm zîruha...
Kur’ân-ı Kerim her günün mucizesidir ve kıyamete kadar mucize olarak kalmaya devam edecektir. O’nun haber verdiği ilâhî hakikatler geçmişte günbe-gün bir Güneş gibi apaşikar bir şekilde tezahür etmiş ve etmeye devam etmektedir.
Kur’ân’ın mucizelerinin tezahürüne en güzel örneklerden bir kaçı zikredelim.Rum sûresi, 1-6. âyetler...
Bu âyetlerdeki mucize daha Sevgili Peygamberimiz ümmetinin arasındayken hakikat olmuştur. Buyrulur ki:
Rahmân ve Rahîm (olan) Allah’ın adıyla.
1. Elif. Lâm. Mîm.
2. Rumlar, yenildi.
3. Arapların bulunduğu bölgeye en yakın bir yerde onlar, Halbuki onlar, bu yenilgilerinden sonra birkaç yıl içinde galip geleceklerdir.
4. Onların bu yenilgilerinden önce de sonra da emir Allah’ındır. O gün müminler de Allah’ın yardımıyla sevineceklerdir.
5. Allah, dilediğine yardım eder, galip kılar. O, mutlak güç sahibidir, çok esirgeyicidir.
6. (Bu) Allah’ın vaat ettiğidir. Allah vaadinden caymaz; fakat insanların çoğu bilmezler.
Evet, gerçekten de ehl-i kitap olan Bizanslılar, mecusi İranlılar tarafından mağlup edilmişti. Mekke müşrikleri bu sonuca çok sevindiler ve müslümanlara: “Eğer Allah, sizin dediğiniz gibi yegâne galip olsaydı, ehl-i kitaptan olan Bizanslıları üstün getirirdi” gibi şımarıkça sözler söylemeye başladılar. Bunun üzerine Kur’an, bir mucize olarak, gelecekteki bir sonucu haber verdi. 3 ila 9 yıl içinde, Bizanslılar İranlılara galebe çalacak ve müminler sevineceklerdi. Nitekim 624 yılında Bizanslılar İran’a girdiler. Bundan başka, aynı yıl müslümanlar Bedir’de önemli zaferler elde ettiler. Böylece Rum suresinin 3. âyet-i kerimesi de tezahür etti.
Hz. Ebubekir (r.a.) Allah’ın bu gerçek vadine candan inanarak mecusi İranlıların galibiyetine sevinen müşriklere, “Allah sizin sevincinizi fazla sürdürmeyecek; çünkü O, birkaç sene içinde Rumların tekrar galip geleceklerini haber verdi” deyince, müşriklerden Ubey b. Halef bahse girişmeyi teklif etti. On deve üzerine ve üç yıl içinde Rumların galip gelip gelmeyeceği konusunda bahisleştiler. Hz. Ebubekir, olup biteni Cenâb-ı Peygamber’e anlatınca Efendimiz (s.a.), “bid’ (birkaç) sene;” sözünün 3 ile 9 sene arasında bir süreyi ifade ettiğini, bu sebeple, sureyi de deve sayısını da üç katına çıkarmasını teklif etti. Bu sefer, 9 sene içinde Rumların galip geleceğine dair 100 deve üzerine bahsi yenilediler. Gerçekten -Tirmizi’nin Sahih’inde belirtildiğine göre- Bedir savaşına tesadüf eden günlerde Rumlar İranlılara karşı yaptıkları savaşta galip geldiler, böylece Allah’ın vadi gerçekleşti; Hz. Ebubekir de Übey b. Halef’in varislerinden, kazandığı develeri alarak Peygamber (s.a.)‘in tavsiyesi uyarınca fakirlere dağıttı. (Elmalı, Kur’ân-ı Kerim ve açıklamalı Meali, Türkiye Diyanet Vakfı.)
Bazı Müfessirler 3. âyette ifade edilen “Yeryüzünün en edna yerinde” ifadesini te’vil ederlerken Rumların yenildiği bu kara parçasının deniz seviyesinden 400 metre aşağıda olan Yeryüzünün en edna ve en alçak noktası olduğunu ifade etmişlerdir ki bu âyet-i kerime’de Kur’an’ın bir kere daha mucizevi yönüne işaret etmiştir.
Not: İslâm’da bahis, kumar haramdır. Bu olay ise bahis ve kumarın haram kılınmasından önce idi. Çünkü bu sure Mekkî’dir ve olay Mekke’de cereyan etmiştir. İçki, kumar ve bahis ise Medine’de haram kılınmıştı.
* * *
Kur’an mucizelerinin tezahürlerinden biri de asrımızda Firavuna ait olduğu tespit edilen 3000 yıllık mumyasız, hiç bozulmamış cesedle ilgilidir.
M. Asım Köksal’ın Peygamberler Tarihi adlı eserinde bu konu ile ilgili şu bilgilere yer verilmektedir:
“Londra’daki ünlü British Müzesi’ni gezenlerin hayret ve dikkatle izledikleri bir bölüm vardır. Mumyalar bölümü.
Bu bölümdeki en dikkat çekici ceset ise, cam bir fanus içinde bulunan ve secde vaziyetinde duran bir insana aittir. Bu cesedin bütün organları tamdır. Hatta başındaki sararmış saçları ile sakalları dahi rahatlıkla görülebilmektedir. Cesedin en hayret verici özelliği ise mumyalanmamış oluşudur. Bilindiği gibi mumyalanmış cesetlerin iç organlarından bazıları çıkarılmış ve diğer kısımları ilaçlanmış durumdadır. Oysaki bu cesede el sürülmemiş ve hiç bir kimyevî muamele yapılmamıştır.
Cesetlerin birkaç haftada tamamen bozulduğu bilinen bir gerçek iken, bu ceset nasıl olmuş da 30 asır boyunca çürümemiştir, dağılmamıştır? Ve mumyaların dahi zamanla bozulduğu bilinen dünyada bir eşi daha bulunmayan bu cesedin bozulmamasındaki sır nedir?
Bu sırrın çözümünü mukaddes kitabımız Kur’an’a bırakıyor ve 1400 sene öncesinden bildirilen ve günümüzde açıklığa kavuşan bu hadiseyi, âyetlere dayanarak açıklıyoruz.
Hadisenin anlatıldığı âyet-i kerimelerin numaralarını tek tek verecek ve bunların meallerini kelimesi kelimesine aktaracağız. Böylelikle mukaddes kitabımızın büyük bir mucize olduğu bir kere daha gösterilmiş olacaktır.
Ele alacağımız âyetler, Hz. Musa’nın (a.s.) firavun ile olan mücadelesini, ibretli bir şekilde gözler önüne sermektedir.
Hz. Musa (a.s.) M.Ö. 1200 yıllarında yaşamış ve hayır ile şer arasındaki mücadele, onun zamanında da devam etmiştir.
Bilindiği gibi firavun, onun can düşmanıdır. Bir rüyasında, doğacak bir erkek çocuğun kendisini öldürüp saltanatına son vereceğini gören firavun, yeni doğan bütün erkek çocukların öldürülmesini emretmiş, fakat Allah, Hz. Musa’yı (a.s.) muhafaza ederek, ileri yaşlarda peygamberlikle şereflendirmiştir.
Firavunun Hz. Musa (a.s.) ile mücadelesi onun peygamber olmasından sonra daha da hız kazanır. Firavun, Hz. Musa (a.s.) ile ona iman eden Benî İsrail kabilelerine pek çok eza ve cefaya başlamıştı. Bunun üzerine Hz. Musa (a.s.) ve ona tâbi olanların Mısır’dan çıkıp gitmelerine taraf-ı ilâhiden müsaade verildi. Bundan haberdar olan Firavun, pek kuvvetli bir ordu ile bunları takibe başladı.
Hz. Musa (a.s.) bu takipten kurtulmak için Cenâb-ı Hakk’ın şevkiyle Kızıldeniz kenarına kadar gelmişti. Önlerinde düşman gibi deniz, arkalarında da deniz gibi düşman vardı. İşte bu dehşetli vaziyette iken Allah’ın emriyle Hz. Musa (a.s.) asasını denize vurdu. O anda bir mucize olarak deniz yarıldı ve açılan yoldan geçerek selamet sahiline ulaştılar.
Firavun ve askerleri İsrailoğullarını takip ederken, denizin ayrılmış olan sularını dehşetle görmüşler, fakat kin ve düşmanlıklarından dolayı bir anlık tereddütten sonra onlar da deniz içinde açılan yola girerek takibe devam etmişlerdi. Ancak denizin ayrılmış olan suları tekrar birleşmeye başlamış ve sonunda Firavunla birlikte bütün ordusu, tek bir kişi dahi kurtulamadan sulara gömülmüştür.
Yine aynı mealde olan Yunus suresinin 90. âyeti, aynen şöyledir:
“İsrailoğullarını denizden geçirdik. Firavun ve askerleri haksızlık ve düşmanlıkla artlarına düştüler. Firavun boğulacağı anda: ‘İsrailoğullarının iman ettiğinden başka (Allah) olmadığına inandım, artık ben de müslümanlardanım’ dedi.”
Fakat Cenâb-ı Hak firavunun imanını kabul etmemiş ve ona Cebrail (a.s.) vasıtası ile şöyle hitap buyurmuştur: “Ona: ‘Şimdi mi inandın, daha önce baş kaldırmış ve bozgunculuk etmiştin.’ dendi.” Yine aynı surenin 92. âyetinde ise şöyle buyrulmaktadır: “Felyevme münecciyke bi bedenike.../ Suda gark olan Firavun’a der.”
Devamsında ise “Biz de, bu gün, seni (cansız) bir beden olarak (karada yüksek bir yere atacağız) bırakacağız ki, arkandan geleceklere bir ibret olasın! Bununla beraber, insanlardan birçoğu, âyetlerimizden cidden gafildirler.” buyrulmuş. (Yunus suresi, 13/91-92.)
Evet, Kur’an haktır ve hakikattir. Ve hiçbir hükmü yanlış çıkmamıştır. âyetlerde gayet bariz bir şekilde belirtilen firavun hadisesi de, bunun bir başka örneğidir. Çünkü aradan asırlar geçmiş ve dünyada bir başka eşi bulunmayan o cesed, 3000 yıllık bir mucizeyi gözler önüne sermiştir.
Cesedin bulunduğu yer, son derece dikkat çekicidir ve bu mucizenin isbatı için başlı başına yeterli bir delildir. Çünkü ceset, hadisenin meydana geldiği yerde, Kızıldeniz’in kenarındaki Cebelein mevkiinde bulunmuş ve onu kızgın kumlar arasından çıkaran İngiliz araştırma ekibi tarafından ülkelerine götürülmüştür.
Cesetlerin yaşını tesbit etmekte uygulanan metodların, günümüzde kesin bir sonuç vermediği kabul edilmektedir. Fakat Karbon 14 metodunun uygulandığı bu cesedin en az 3000 senelik olduğu, yani Hz. Musa (a.s.) devrinde yaşadığı bilinmektedir, bütün bu delillerin, mucizenin isbatı için yeterli olduğu ortadadır. Çünkü âyet ve tefsirler, hadiseyi her bakımdan teyid eder mahiyettedir.
Ayrıca, âyet ve tefsirlerde, firavun cesedinin “tam” olacağının bildirilmesi, onun mumyalanmamış durumda olacağını da isbat etmektedir. Çünkü mumyalanmış cesedlerin iç organları eksiktir. O halde, bir benzeri daha bulunmayan bu cesed, ayet ve tefsirlere bu noktadan da uygunluk arz etmektedir.
Cesedin 3000 yıl muhafaza edilmesi, mukaddes kitabımızın sahibi olan Rabbimizin sonsuz kudretini, Yüce Kitabımız Kur’ân-ı Kerim’in mucizesini bir kere daha apaçık bir şekilde gözler önüne sermektedir.
Ebedi Mucize Kur'an
Özlenen Rehber Dergisi 53. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.