Yurdumuzda ve Avrupa’da Bektaşilik’le ilgili olarak, tarihi, gelişmesi, Bektaşiliğin fikir ve felsefesi, törenleri, coğrafi dağılışı, şairleri... ve mensupları ile ilgili bir hayli araştırma yapılmasına karşın bu tasavvuf mektebinin kurucusu olan Seyyid Hacı Bektaş-ı Velî’nin hayatı ve eserleri hakkında yeterince çalışma yapıldığı söylenemez.
Hacı Bektaş-ı Velî (k.s.) ile daha sonraki Bektaşî anlayışın arasında fikrî bir bağlantı ve irtibatın olup olmadığı kültür ve tasavvuf tarihimiz için çok önemlidir. Bizler onu, İslâmî esaslara bağlı, âlim ve bir mürşid-i kâmil olarak tanırken; bazılarıysa onu, batîni fikirlere sahip bir alevî babası hatta şer’î emirlere karşı lakayt ve bununla beraber zahiren İslâmî boyaya boyanmış bir kişiliği temsil ettiği yönünde görüş bildirirler ki bunun hakikatle bir ilgisi yoktur.
Osmanlı fütuhatında hiç kuşkusuz manen büyük payı olan Yeniçerilerin piri, gazilerin serdarı, velîsi, kutbu âlem, yüz binlerin candan sevip tebcil ettiği bu manevi padişahın gerçek kişiliği ve hayat anlayışını asli kaynaklardan ortaya koymak, Hünkar’ın bizler üzerindeki bir hakkıdır.
YAŞADIĞI DEVRE
Vakfiye kaynaklarına göre h. 606-669 m. 1209’da Horasan’ın Nişabur şehrinde doğmuştur. Nişabur, Arap ordugâhlarının merkezi idi. Nişabur’da, merkezi otoritenin baskından dolayı cihat niyetiyle Nişabur’a gelen Hz. Ali (k.v.)‘nin soyundan seyyidler vardı. Vilâyetnameye göre Hünkar (k.s.), altıncı İmam Musa Kâzım’ın neslinden olan horasan hükümdarı Seyyid İbrahim-i Sâni ile Hatme hatundan dünyaya gelmiştir. Ahmet Yesevi’nin halifelerinden olan Lokman Parende tarafından yetiştirilmiştir. Ahmet Yesevî Hz. ise Abdülhalik Gücdevâni Hz.’nin halifesi, Nakşibendiliğin ilk devresi olan Hacegâniyye yolunun büyüklerindendir. Diyar-ı Rum’u irşat için görevlendirilen Hünkar, önce Mekke’ye giderek hac görevini ifa etmiş, dönüşte Medine, Necef ve Kerbelâ’yı ziyaret ederek Anadolu’ya gelmiştir. Bu yolculuk esnasında aynı devirde yaşamış olan Ahmed el-Bedevi (1200-1276) ile de görüştüğü nakledilir. Çepni oymağına mensup konargöçer birkaç evin kışlığı durumundaki Suluca Karahöyük’e gelmiş, geçimini sağlamak için köyün sığırlarını gütmüştür.
Bu arada kerametleriyle dikkat çeken Hacı Bektaş-ı Veli’nin ünü etrafa yayılmış ve talebeleri hızla artmıştır. Böylece Rum diyarının en büyük evliyalarından olduğu kısa zamanda anlaşılmıştır. Hünkar bu devrede Seyyid Mahmut Hayranî, Ahi Evran, Yunus Emre ve Hz. Mevlana gibi Allah dostlarıyla yakınlık kurar. Çevresindeki gayr-i Müslim halk ve Moğol otoritesinden bir kısmıyla yakın ilişki içine girerek bir kısmının Müslüman olmasına vesile olmuştur. Birçok halife yetiştirmiş, ölümünden kısa bir zaman önce her birini icazetnamelerini vererek Anadolu’nun her bir yöresine irşat için göndermiştir. Anadolu insanını hizmetle geçen bir ömrün sonunda 1270 yılında dergâhının bulunduğu yer olan Sulucakarahöyük’te vefat etmiştir.
SÜNNETE TABİ BİR MÜRŞİD
Bugün kendilerini Hünkâr’a izafe eden alevî gurupların ve birçok araştırmacının Hünkar hakkındaki bilgi ve iddiaları, XV. yy. sonlarında yazıya geçirilmiş şeklinden ibaret olan Vilâyetnamelere dayanır. Alevî-Bektaşî çevreler bugün Hünkârı, Vilâyetnamelerin takdim edildiği mitolojik çerçevede tanırlar. XV. yy. sonlarında kaleme alınan Vilâyetnamelerin bu çevrelere nüfuz etmiş bulunan İmâmiyye inançlarının etkisinde yazıldığı bilinen bir gerçektir. Oysaki Hünkar’ın yaşadığı XIII. yy. Anadolu’sunda İmâmiyye ve İsmâiliyye mezhebinin mevcudiyetine dair herhangi bir ip ucuna bu güne kadar rastlanmaması bugün yaşanılan Bektaşilik öğretilerinin ondan ne kadar uzak olduğunu göstermek için yeterlidir. Bu nedenle bu çevreler Hünkâr’a aidiyeti kuvvetle sabit olan ve Arapça olarak yazdığı Makâlât adlı eserini kabul etmezler. Hâlbuki Hünkâr’ın nüshaları en yaygın ve en maruf ve en hacimli eseri Makâlât’tır, diğer eserleri ya kayıp ya da ona aidiyeti münakaşalıdır. Bu sebeple hünkârı kendi kaleminden tanıyabilmek için elimizde sadece Makâlât’ı kalmıştır. Makâlât incelenirken dikkat edilmesi gereken nokta, onu orijinalinden okumaktır. Fuat Köprülü’nün “Anadoluda İslâmiyet” yazısında dayandığı Makâlât nüshasında, Makâlât’ın orijinal ön sözünde bulunan Hz. Ebubekir (r.a.), Hz. Ömer (r.a.), Hz. Osman ve Hz. Ali (k.v.) hakkındaki methiyeyi eserin istinsahını yapan meçhul müstensih mutaassıp bir alevî olduğu için metindeki dört halife methine tahammül edememiş, metni on iki imamla alakalı bir methiye ile değiştirerek hünkarın Sünni kimliğini gizlemek istemiştir.
Makâlât’ın orijinal metinlerine bakıldığında onun ehlisünnete sıkı sıkıya bağlı bir mürşit olduğu hemen anlaşılır. Bunun yanında eserde onun alevî veya Şiî anlayışa mensup olduğunu gösteren hiçbir ibare yoktur. Makâlât’ın işlediği tasavvuf anlayışıyla Ahmet Yesevî’nin Fakırnamesi’ndeki tasavvuf anlayışı aynı hatta Yunus’un Er-Risâletü’n-Nüshiyye’si tamamen Makâlât’ın bir bölümünün manzumudur ve Yunus’un kullandığı terminoloji, tabirler, terimler tamamen Makâlât’ın aynıdır. Yunus’un Hünkârla görüştüğü ise tarihi bir vakıadır. Hünkâr’ın Makâlât’ında ortaya koyduğu önemli bazı görüşleri şöyledir:
Allah’ın emir ve yasaklarına uymanın önemini ve ibadetleri yerine getirilmesi gerektiğini şu cümlelerle belirtir:
“Azizim! Çok sakınmak gerek, Allah’ın buyruğunda gayret edip emrini tutmak gerek. Sakının, dediğinden sakınmak gerek. Adem (kul) olanlar kulluklarını bilip Allah’a kul olsunlar.” “Abidlerin taatleri namaz kılmaktır, oruç tutmaktır, zekât vermektir, hacca varmaktır, seferberlik anında kaçmayıp gaza eylemektir, hem cünüplükten gusletmek ve nefsin arzularını istemeyip dünyayı terk edip ahireti sevmektir.”
Hünkâr’a göre kulun kemale ermesi için aşması gereken kırk makam vardır. Bu hususu şöyle belirtir:
“Kul Allah’ü Teâlâ’ya kırk makamda erer, ulaşır, dost olur. Ol kırk makamın onu şeriat içindedir, onu tarikat içindedir, onu marifet içindedir, onu da hakikat içindedir.”
Dört halife hakkında ise:
“Ve Hz. Muhammed (a.s.) başparmak gibidir, Hz. Ebu Bekir şahadet parmağı gibidir, Hz. Ömer orta parmak gibidir, Hz. Osman yüzük parmağı gibidir, Hz. Ali küçük parmak gibidir.” buyurarak onları birbirinden ayrılmaz bir bütün olarak görmüştür.
Büyü, kumar, içki vb. haramlar hususunda son derece hassastır:
“Bir kuyuya bir damla içki damlasa, ol kuyunun suyu boşaltılıp dışarıya dökseler, ol döküldüğü yerden ot bitse, ol otu koyun yese takva ehli kimselere ol koyunun eti haramdır. Nitekim Hak Teâlâ: ‘İçki kumar putlar ve fal okları şeytan işi birer pisliktir. Onlardan kaçının ki felaha eresiniz.’ buyurur” diyerek, bırakın içkinin kendisini, bir damla içki karışan suyun bitirdiği otun dahi haramlığına hükmetmiştir.
Hünkâr’ın Makâlât’ındaki bu görüşleri, onu İslâm dininin esaslarından, ibadetlerinden, emir ve yasaklarından uzak, tamamen bâtınî yorum ve inançlara sahip Alevî ve Bektaşiliğin piri, içki müptelası olarak gösteren çevrelere bizzat kendisinin verdiği en güzel cevaptır.
Onun İslâm’a bağlı bir veli olduğunun delili olarak, zamanında yaşamış sunni mutasavvıfların ona olan hürmet ve sevgilerini gösterebiliriz. Buna Hünkâr’ın Âhi Evran’la olan çok samimi dostluklarını Tapduk Emre ve Yunus’la olan yakın ilişkilerini Kırşehir’de bir Mevlevi tekkesi kuran Şeyh Süleyman b. Hüseyin el-Mevlevî b. Şemseddin adlı zatın vakfiyesinde ondan kuddise sirruhu diye bahsetmesi ve Mevlevîlerin ona duydukları sevgi ve hürmeti örnek gösterebiliriz.
Osmanlıların, Hünkâr’ı, yeniçerilerin piri olarak kabul etmesi de onun sağlam bir itikada sahip olduğunu gösterir. Hünkâr Makâlât’ında Allah’a ulaşmanın yollarından birisini de cihad olarak göstermiştir. Talebeleri de Anadolu’nun fethine katılan alperenlerinin arasındadır. Onun talebeleri olan Abdal Musa, Seyyid Ali Sultan gibi ilk Osmanlı’nın fütuhatına katılan ve yeniçeri teşkilatının kurulmasını sağlayan kişilerle Osmanlı Hünkârı tanımıştır.
BEKTAŞİLİK
Bugün Bektaşiliğin ve dolayısıyla Alevî kültürünün Hacı Bektaş-ı Veli’yle var olduğunu söyleyenlerin tek dayanakları Hünkâr’ın Baba İlyas’ın halifesi olduğu tezidir. Halbuki ona zamanca en yakın belge olan Tiryakü’l-Muhibbin adlı eserde Abdullah el-Vasıfî (647-744/1275-1343), onun Ahmet Yesevî’nin yoluna mensup olduğunu zikretmiştir. Hünkâr’ın Anadolu’ya geldiği devrede yaşamış olan Baba İlyas bir Vefâi şeyhidir. I. Alâeddin Keykubat zamanında Amasya yakınlarındaki Çat Köyü’ndeki zaviyesinde faaliyet gösteren bu kişi civarında yaşayan Türkmenler arasında daha çok eski Türk inançlarının İslâmiyetle yorumlanmış şeklini, tasavvufi hüviyetle talim etmekteydi. Bu fikirlerin İsmailî tesirler taşıması da muhtemeldir. Bu gurubun şer-i emirlere de lakayt davrandığı bilinmektedir. Türkmenlere kendisini bir mehdi hüviyetiyle tanıtan Baba İlyas (Baba Resûl) 1240 yılında II. Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında ‘Babai İsyanı’ olarak bilinen isyanı başlaşmıştır. İsyanın bastırılmasından sonra Amasya’da yakalanarak idam edilen Baba İlyas’ın talebeleri, Selçuklular’ın takibine uğramışlardır. İsyanın fiilen başarısız olmasıyla talebeleri Babailik denilen içerisinde kalenderilik, haydarilik, vefailik gibi sunni inanca ters fikirleri barındıran bir hareket oluşturarak gerçek kimliklerini gizleyerek faaliyetlerine devam etmişlerdir. Hünkâr’ın bu isyana katılmadığı ve Baba İlyasla sadece bir kez görüştüğü ve ondan hiç de hoşlanmadığı tarihi kayıtlarla sabittir; ancak Anadolu’da gayri sunni hareketin temellerini atan Babailer, Hünkâr’ın vefatıyla, onun seyyid oluşunu ve Ehl-i Beyt’e olan derin sevgisini kullanarak yoluna sızmışlardır. XVI. yy. başlarına gelindiğinde Balım Sultan (H. 926 M. 1516 Ö.) Batınî, İsmâili, İmâmiyye görüşleri çevresinde Hacı Bektaş-ı Veli’yi Anadolu Türk Gayri Sünniliği’nin merkezine yerleştirerek Bektaşilik Tarikatını bugün bilinen şekliyle kurmuş, Alevî –Bektaşi denilen bir zümre ortaya çıkmıştır.
Balım Sultan’ın ölümünden sonra bu hareket meyvelerini vermiş, Anadolu’da suni-alevî gerginliği baş göstermiştir. Daha önce yeniçerilerinin piri olarak kabul edilen Hünkâr’ın yolunun bozulmasıyla yeniçeriler arasında da yayılan Bektaşilik, Osmanlı için askeri siyasi, sosyal bir tehlike oluşturmuş, II. Mahmut tarafından 1826 yılında yeniçeri ocağının kaldırılmasıyla beraber Bektaşilik de lağvedilmiştir. Bektaşi problemini çözmek için devlet otoritesi Bektaşi tekkelerini Nakşibendiyye tarikatına devrederek Hünkâr’ın yolunu aslına çevirmeğe çalışmıştır. Ne var ki II. Mahmut hedefine ulaşamamış, Abdülaziz zamanında Bektaşilik yeniden eski haline dönme yoluna girmiştir. 1925’te bütün tarikatlar, tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla Türkiye’de resmen ortadan kalkmışsa da gerçekte günümüze kadar varlığını sürdürmüştür.
SONUÇ OLARAK:
Hacı Bektaş-ı Veli de Âşık paşa, Yunus Emre, Hz. Mevlanâ gibi o çağların Sünni, şeriata bağlı, Anadolu’nun İslâmlaşması için gayret gösteren büyük mutasavvıfları arasındadır. Onu bu şekliyle tanımak ve tanıtmak Hünkâr’a olan vefa borcumuzdur. Allah (c.c.) şefaatlerine mazhar eylesin. Âmin.
Yararlanılan Eserler:
- Vilâyetname.
- Coşan Esat, Makalat.
- Tiryakü’l-Muhibbin.
- Coşan Esat, Hacı Bektaş-ı Veli ve Tasavvuf.
- TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 14.
- Tibyanü’l-Vasail.
- Yılmaz Ali, Sahabeden Günümüze Allah Dostları, c. 4.
Hünkâr Hacı Bektâş-ı Velî ve Bektâşîlik
Özlenen Rehber Dergisi 53. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.