Özlenen Rehber Dergisi

87.Sayı

Yağmurun İlk Damlası: Sıddîk-i Ekber Efendimiz (r.a)

Yılmaz KOÇDOĞAN Özlenen Rehber Dergisi 87. Sayı
Hz. Hatice Annemiz’den sonra, Müslüman olan hür erkeklerin, Râşit Halifelerin, Aşere-i Mübeşşere’nin ilki… Babası Osman b. Âmir (Ebû Kuhâfe), annesi ise Selmâ binti Sahr (Ümmü’l-Hayr)’dır. Fil Hadisesi’nden yaklaşık üç yıl sonra dünyaya gelmiştir. Annesi, adını Kâbe’ye adanmış manasında ’Abdu’l-Kâbe’ koydu. Efendimiz (s.a.v.) daha sonra Abdu’l-Kâbe ismini, ’Abdullah’ olarak değiştirmiştir.

İsim ve lakapları…
Esaretten hürriyete yürüyen, öncekilerin yürüdüğü yolun dışında kalıp ölümden kurtulan, ateşten azat edilen, cömertlik yarışında ilk sırayı kaptırmayacak kadar ileri olmak manalarını taşıyan ’Atîk’ künyesi ile künyelenmiştir. Ebû Bekir, kelime manası itibariyle ’Bekir’in babası’ demektir. Bekir isminde bir oğlu olmamasına rağmen, acele etmek, öne geçmek, yağmurun ilk damlası, bir şeyin ilki, sabahın erken vakti, namaza ilk vaktinde yetişmek, baharın ilk çiçeklerinden yapılmış taze oğul balı, ağacın ilk meyvesi, devenin dişi yavrusuna verilen isim, büyük bir kabile manalarını ihtiva eden ’Ebû Bekir’ künyesi ile meşhur olmuştur.
’Ebû Bekir’ ismine en çok yakışan ve daha sonraları hep onunla birlikte anılacak olan en önemli sıfatı ise, hiç şüphesiz ’Sıddîk’ unvanı olsa gerektir. Bunların dışında ona, Kur’ân’ın diliyle mağara arkadaşlığını ifade ederken ’Sâhib’(Tevbe, 9/40); elindeki imkânları Allah yolunda kullanan ve köleleri hürriyetine kavuşturma yarışına girenleri ifade ederken ’Etkâ’(Leyl, 92/17); hicret esnasında mağarada kalışlarını hikâye ederken ’Sâniye’s-neyn/İki kişinin ikincisi’(Tevbe, 9/40) ve tabiatındaki yumuşaklık, merhamet, Allah korkusu ve O’na yönelişindeki samimiyetten dolayı ’Evvâh’(İbn-i Sa’d, Tabakât) denile gelmiştir.

Müslüman Olan İlk Erkek…
Ebû Bekir ismi, Müslümanlar arasında yukarıdaki manaları içeren vasıflarıyla gönüllerde müstesna ve sarsılmaz bir yer edinmiştir. Rabb’imiz, Peygamberi’ni nasıl seçmişse O’nun dostlarını da öylece seçmişti. Hz. Ebû Bekir (r.a.), Efendimiz (s.a.v.)’den iki küsur yıl daha küçüktü. Mekke’de beraber büyümüşler, birbirlerine yakınlıkları herkes tarafından bilinir olmuştu. Ümmü Seleme Annemiz’in buyurduğu gibi ’ikiz kardeş’ gibiydiler. Mizaç ve ahlâk itibariyle de birbirlerine çok benziyorlardı. Bu benzerlik birbirlerine daha da yakın olmalarını sağlıyordu.
Yıllar hızla ilerlemişti. Hz. Ebû Bekir ticaretle meşgul oluyordu. Dürüst, güvenilir ve ciddi idi. Kureyş arasında sözü dinlenir ve kendisine itibar olunurdu. Nesep ilmini ondan daha iyi bilen kimse yoktu.
Hz. Hatice’nin kervanında da Rasûlullah (s.a.v.) ile beraberlerdi. Yolculuk esnasındaki harikulade hallere o da muttali olmuş, Efendimiz’e saygısı ve sevgisi daha da artmıştı.
Gün geldi, Âhir Zaman Peygamberi’nin zuhur edeceğinin işaretleri, salih insanlar tarafından anılır olmuştu. Arapların, Câhiliye Devri’nde iki meşhur panayırından biri olan Hicaz’daki ’Sûk-i Ukaz Panayırı’ kurulmuştu. Salih insan, İyâd Kabilesi’nin büyüğü Kuss bin Saîde kızıl devesinin üzerinde; ’Ey insanlar! Geliniz, dinleyiniz, belleyiniz, ibret alınız…’ diye başlayan o meşhur konuşmasını yapmıştı.
Kuss bin Saîde, haber verdiği müstakbel peygamberin kendisini dinleyenler içerisinde olduğunu bilmiyordu. Aradan birkaç sene geçtikten sonra peygamberlik vazifesi ile tavzif olunan Allah’ın Rasûlü’nü ziyarete gelen Kuss’un kabilesi İslâm’la şereflendiler. Kuss’un hitabetini hatırlayan Rasûlullah (s.a.v.), ’Onun sözlerinden hatırda kalan var mı?’ diye sorunca, Hz. Ebû Bekir ayağa kalkıp bu konuşmayı olduğu gibi nakletmiş, Rasûlullah’ı sevince gark etmişti.
1. Hz. Ebû Bekir (r.a.), Sevgili Peygamberimiz gibi Câhiliye’nin yanlışlarına asla düşmemiştir. Hiç puta tapmamış ve içki içmemiştir. Namus ve iffetine son derece düşkündü. Efendimiz (s.a.v.), insanları İslâm’a davete başlayınca da, o ilk Müslüman erkek olma şerefine nail olmuştur. Rasûlullah (s.a.v.), onun İslâm’ı kabul etmesiyle ilgili şöyle buyurmuştur: ’…Ben Müslüman olmasını teklif ettiğim herkesten bir zorluk gördüm. Ebû Bekir hariç. Zira o teklifim karşısında hiç tereddüt etmeden kabul etti…’( Tirmizî, Menakıb 3662.)
Hz. Ebû Bekir Efendimiz’in vasıtasıyla Osman bin Afvân, Talhâ bin Ubeydullâh, Sa’d bin Ebî Vakkas, Zübeyr bin Avvâm, Abdurrahman bin Avf, Bilâl-i Habeşî, Habbâb gibi birçok meşhur Sahâbî Müslüman olmuştur.

Eziyet ve İşkence…
Bir yandan İslâm’a davet sürerken diğer yandan Kureyş müşrikleri boş durmuyor, yayılan İslâm davasına ve Müslümanlara düşmanlıkları her geçen gün artıyordu. Hz. Ebû Bekir’in, Kâbe’den insanları açıktan İslâm’a davet ettiği bir günde adeta çıldıran Kureyşliler, Ebû Bekir (r.a.)’ı öldüresiye dövdüler ve öldü diye bir kenara bırakıp gittiler. Olaydan haberdar olan akrabaları gelip onu evine götürdüler ve Kâbe’ye gelip, ’Vallahi! Şayet Ebû Bekir ölürse, Utbe’yi de biz öldürürüz.’ dediler.
Saatler sonra kendisine gelen Hz. Ebû Bekir’in titrek dudaklarından şu cümleler döküldü: ’Rasûlullah ne durumda?’ Oradakiler bu hali anlayacak durumda değillerdi. Kimi ilaç içirmeğe, kimi yemek yedirmeğe çalışıyordu. Hâlbuki onun ilacı da gıdası da Allah Rasûlü idi. Rasûlullah sağsa o da sağ, Rasûlullah iyi ise o da iyi idi. Bütün zorlamalara rağmen sevdiğini görmeden rahat edemeyecekti. Akşam olup ortalık sükûna erince Zeyd bin Erkam’ın evine iki kişinin kolları arasında geldi. Kapıdan girip Habîb-i Ekrem’in nur cemalini görür görmez üzerine kapandı ve yüzünü gözünü öpmeye başladı. Bir taraftan da hıçkırıklarla ağlıyordu. Dünyalar kendisine verilse bu kadar mutlu olamazdı. Tarifi imkânsız bir haz yaşıyordu; Allah Rasûlü’nü anadan, babadan ve kendi canından daha çok sevmenin hazzını… Efendimiz de böyle buyurmamış mıydı? İşte imanın kemâli, işte örnek ümmet, işte örnek sevgi… Hepsi, evet hepsi Sıddîk-ı Ekber’de toplanmıştı.
Müşriklerin sürekli artan işkence ve eziyetleri karşısında Habeşistan’a hicret etmeye mecbur kalan Müslümanlar gibi Hz. Ebû Bekir de hicret yolunu tutmuştu. Hz. Ebû Bekir, yolda Mekke’nin saygın kişilerinden İbn-i Dugunne ile karşılaştı. İbn-i Dugunne’nin gönlü onun Mekke’den gitmesine razı olmamış ve şöyle demişti: ’Allah’a yemin olsun ki sen, yakınlarına iyilik konusunda hepimizden önde bulunuyorsun. İhtiyacı olanlara yardım ediyorsun, iyilik yapıyor ve yoksulları gözetip kolluyorsun. Hemen geri dön; çünkü artık sen, benim korumam altındasın.’ dedi.
Hz. Ebû Bekir’in Mekke’de kalabilmesi için Kureyş’in öne sürdüğü tek şart; açıktan namaz kılmayıp Kur’ân okumamasıydı. İnsanları dine davet etmeyecekti. Ancak zaman içerisinde Dugunne de Kureyş’in baskılarına dayanamadı. Ebû Bekir (r.a.) da, İbn-i Dugunne’nin verdiği emânı kendisine iade edip Allah’ın hıfz ve koruması altına sığındığını ilan etti.( İbn-i Hişâm, Siret, II, 485.)

Sıddîkiyet Makamına Nailiyet…
Ardından boykot yılları… Hastalıklar, yokluklar içerisinde geçen üç yıl… Ebû Bekir (r.a.) yine her şeyiyle Efendimiz’in yanında. Bu yıllar Efendimiz ve bütün Müslümanlar için hüzün yılları. Zira amcası Ebû Talib’in vefatı, ardından da en yakını ve en sevgilisi mükerrem zevcesi Hz. Hatice’nin dar-ı bekaya irtihali.
Bu kadar sıkıntı ve acı içerisinde Rabb-i Kerim’i, onu yalnız bırakmadı. Onun için göklerin kapısını açtı. Melekût âleminin en mahrem ve gizli sırlarını Habîb-i Ekremi’ne açarak huzuruna davet ettiği İsrâ ve Miraç hadisesini duyan müşrikler bunu Hz. Ebû Bekir’e yetiştirdikleri zaman o, ’Bunda ne var ki! Ben bundan öte ne meselelere inanmışım bir kere! O’na sabah akşam gökler ötesinden haber geldiğine inanıyor ve tasdik ediyorum ben. Şayet bunları O söylediyse, mutlaka doğrudur.’ diye cevap verdi. Bu sözünden sonra Ebû Bekir’e, ihlâslı, asla yalan söylemeyen, özü doğru, itikadında şüphe olmayan manalarına gelen ’Sıddîk’ lakabı verildi.

Hicret…
Hz. Ebû Bekir Efendimiz, diğer Sahâbiler gibi Medine’ye hicret etmek için izin istediğinde Efendimiz (s.a.v.) ona hitaben; ’Acele etme! Umulur ki Allah, yanına bir arkadaş bahşeder.’(İbn-i İshâk, İbn-i Hişâm, c. 2, s. 124.) buyurmuştu. Ve bir gün öğle vakti, Rasûlullah Efendimiz onun evine gelerek hicret için izin çıktığını müjdelemiş ve bunu duyan Hz. Ebû Bekir sevinçten hıçkıra hıçkıra ağlamıştı. Babasının bu ağlayışına şahit olan Hz. Âişe annemiz, ’Ben, bir Arap erkeğinin ağladığını ilk defa gördüm.’ demiştir.
Hicret esnasında ve Sevr Mağarası’nda geçirdikleri üç gün boyunca Hz. Ebû Bekir Efendimiz’in tek endişesi Efendimiz (s.a.v.)’e bir kötülüğün erişmesiydi. İki hicret yolcusuna Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî yardımı nazil olmuş ve Hz. Ebû Bekir şu âyet-i kerimeyle ’İki kişinin ikincisi’ ve ’Sâhib’ unvanlarına nail olmuştur: ’Eğer siz O’na (Peygamber’e) yardım etmezseniz, (biliyorsunuz ki) inkâr edenler O’nu iki kişiden biri olarak (Mekke’den) çıkardıkları zaman, O’na bizzat Allah yardım etmişti. Hani onlar mağarada bulunuyorlardı. Hani O, arkadaşına, ’Üzülme, çünkü Allah bizimle beraber.’ diyordu…’(et-Tevbe, 9/40)

Medine’ye Varış…

Medine’nin havası onu ve diğer Sahâbeleri etkilemiş, hastalanıp ateşler içerisinde kalmış, Mekke’yi özler olmuşlardı. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v.): ’Allah’ım! Bize Medine’yi sevdir. Tıpkı Mekke’yi sevdiğimiz gibi, hatta fazlasıyla! Allah’ım! Onun havasını sıhhatli kıl! Onun müddünü, sâını hakkımızda mübarek eyle! Onun hummasını al, Cuhfe’ye koy!’( Buhâri, Fezâilu’l-Medine 11) diye dua buyurmuş, duası bereketiyle bütün Sahâbeler iyileşmişti. Medine, artık Sahâbelerin ikinci vatanı olmuştu.
Hz. Ebû Bekir (r.a.), Peygamber Efendimizin katıldığı bütün savaşlara katılmış, O’nun yanından hiç ayrılmamıştır. Efendimiz (s.a.v.) maraz-ı mevtinde imamete Hz. Ebû Bekir (r.a.)’i geçirmiş ve sanki kendinden sonra Müslümanların halifesinin o olacağına işaret etmiştir.
Ebû Saîd (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.v.) (bir gün) halka hitap ederek buyurdular ki: ’Allah Teâlâ Hazretleri bir kulunu, dünya ile nezdindekini tercihte muhayyer bıraktı. O kul, Allah’ın nezdindekini tercih etti.’ Bu söz üzerine Hz. Ebû Bekir ağlamaya başladı. Biz, Aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm’ın, Allah tarafından muhayyer bırakılan bir kul hakkında verdiği haber sebebiyle onun ağlamasına hayret ettik. Meğer muhayyer bırakılan o kul Aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm’ın kendisi imiş. Meğer bunu en iyi anlayan da aramızda Ebû Bekir imiş. Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: ’Sohbetiyle olsun malıyla olsun bana en ziyade ikramda bulunan Ebû Bekir’dir. Eğer, ben Rabb’imden başkasını halîl (dost) tutacak olsaydım, mutlaka Ebû Bekir’i halîl edinirdim. (Allah beni kendine halîl kıldı). Ancak (aramızda) İslâm kardeşliği ve İslâm muhabbeti vardır. Mescide açılan (hususi) hiçbir kapı bırakılmayıp, hepsi kapatılacak, sadece Ebû Bekir’in kapısı açık bırakılacak.’( Buhârî, Fezâilu’l-Ashâb 3.)
Yine bir diğer hadislerinde Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: ’Nezdimizde bir eli (ihsanı) bulunan hiç kimse yoktur ki, o ihsan sebebiyle biz ona (misliyle veya daha fazlasıyla) karşılıkta bulunmayalım. Ancak Ebû Bekir bundan hariç. Çünkü onun nezdimizde yardımı varsa da, onun karşılığını Kıyamet günü ona Allah verecektir...’( Tirmizî, Menakıb 3662)

Peygamberimiz’in Vefatından Sonra…
Hazreti Âişe (r.anhâ) der ki: Rasûlullah (s.a.v.)’in irtihali üzerine Ebû Bekir (r.a.) Sunh Köyü’ndeki meskeninden atına binerek Medine’ye geldi. Kimseye bir şey söylemeden doğruca Âişe (r.anhâ)’nın odasına girdi. Hemen Rasûlullah’a yaklaştı. Rasûlullah’ın yüzü bir bürde-i yemânî ile örtülü idi. Yüzünden örtüyü kaldırdı. Nübüvvet Güneşi’nin üstüne kapandı. Ve iki gözünün arasını hürmetle öpüp ağladı. Sonra: ’Yâ Rasûlallah! Babam, anam sana kurban olsun! Vallahi Cenâb-ı Hakk senin üzerinde iki ölüm birleştirmeyecektir. Mukadder olan bu ölüm geçidini ise geçirmiş bulunuyorsun.’ dedi.
Sonra dışarı çıktı. Ömer bin Hattâb; ’Rasûlullah ölmedi!’ diyordu. Hz. Ebû Bekir hemen minbere çıktı. Allah’a hamd-ü senadan sonra şöyle dedi: ’Sizden her kim Muhammed (s.a.v.)’e tapıyorsa, iyi bilsin ki, Muhammed (a.s.) vefat etti. Her kim de Allaha ibadet ediyorsa, iyi bilsin ki Allah Hayy’dır, ölmekten münezzehtir. Cenâb-ı Hakk Kur’ân-ı Mübîn’de: ’Muhammed, ancak bir peygamberdir. O’ndan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi O ölür veya öldürülürse gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim gerisin geriye dönerse, Allah’a hiç bir zarar veremez. Allah şükredenleri mükâfatlandıracaktır.’ (Âl-i İmrân, 3/144) buyurmuştur.’(İbn-i Hişâm, Sîret, IV, 335.) diyerek Efendimiz (s.a.v.)’den sonra ümmetinin bir karışıklığa düşüp dağılmalarına mani oldu ve Sevgili Peygamberimizin gönlündeki muradını gerçekleştirdi.

Halife Seçilmesi…
Efendimiz (s.a.v.)’in defni ardından bir araya gelen Sahâbe (r.anhüm) icmâ ile Ebû Bekir’i halife seçip biat ettiler. Hz. Ebû Bekir bunun üzerine minbere çıkıp bir hutbe irad etmiş ve şöyle buyurmuşlardır: ’Ben, Allah’a itaat ettiğim sürece siz de bana itaat edin ve ne zaman ki ben, O’na ve Rasûlü’ne itaatte kusur edersem sizler de bana itaatten vazgeçin.’( Taberî, Târih, III, 203)
İki küsur yıl devam eden hilafeti süresince birçok meseleyi prensiplere bağlamış, Kur’ân’ın iki kapak arasında toplanmasını sağlamıştır. Irak fethedilmiş, İran dize getirilmiştir. Birbiri ardına gelen bu fetihlerle Rum Diyarı’nda ciddi sarsıntılar meydana gelmiş ve Şam Bölgesi bütünüyle İslâm topraklarına dâhil olmuştur.

Vefatı…
Hayat boyu Rasûlullah (s.a.v.) ile beraber olup da O’ndan ayrı kalmak Hz. Ebû Bekir için dayanılacak bir acı değildi. Aradan iki küsur sene geçti, o da 63 yaşına geldi. Hastalık onu da yatağa çekti. Rasûlullah gibi o da ayrılık vakti gelip âhiret hayatına doğru giderken Hz. Ömer (r.a.)’i imamete geçirmiş ve kendinden sonraki adresi göstermişti.
Hz. Âişe Annemiz’e: ’Şu elbisemi yıkayın. Onda zaferan lekesi var. Yanına da başka iki elbise katarak beni onlara kefenleyin.’ talimatını verdi. Âişe Annemiz: ’Ama o eski!’ diyerek itiraz etti. O: ’Olsun, yeni elbiseye ölülerden çok diriler muhtaçtır. Kaldı ki ölünün kefeni çürüyecektir.’ dedi.
Son cümleleri; ’Allah’ım! Beni Müslüman olarak huzuruna al ve salih kullarınla birlikte haşret!’ oldu ve o gün Efendimizle arasındaki yaş farkını O’nun halifesi olarak tamamlayıp aynı gün ve aynı yaşta ruhunu Hz. Rahman’a (c.c.) teslim etti. Vefat haberi duyulunca Medine gözyaşlarına boğulmuştu. Rasûlullah’ın ayrıldığı günün bir benzeri yaşanıyordu. Miras olarak geriye bir deve, bir hizmetçi ve içine süt sağılan bir çanak kalmıştı. Onun ’Sıddîk’ unvanı ise, tüm insanların kıyamete kadar elde edemeyecekleri büyük bir servetti.
Vefat sonrası ailesini ziyarete gelen Hz. Ömer, Ebû Bekir’in hanımı Esmâ binti Umeys’ten, onun kulluğunun nasıl olduğunu sorunca Esmâ (r.anhâ) şunları anlatmıştır: ’Tan yerinde kızıllık başlayınca kalkar ve abdest alıp namaza dururdu. O kadar namaz kılardı ki! Sonra Kur’an okur, ağlardı. Secdeye gider, ağlardı. Dua eder, ağlardı. Bu zamanlarında ben sanki evde pişmiş bir ciğer kokusu duyar gibi olurdum.’ Esmâ’nın söylediklerini dinleyen Hz. Ömer dayanamamış ve ağlamaya başlamıştı. Şunları söylüyordu: ’Böyle bir kulluk nerede, sen nerede ey Hattab’ın oğlu!’

Rabb’im şefaatlerine nâil eyler inşallah! Âmin!
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.