Özlenen Rehber Dergisi

25.Sayı

Çanakkale

Yılmaz KOÇDOĞAN Özlenen Rehber Dergisi 25. Sayı
Gazete sayfalarını karıştırırken gözüne ilişmişti: ’Çanakkale, Zafer Haftası.’ Gazete, bir sayfasını bu konuya ayırmıştı. Bir solukta sayfayı okudu. Çanakkale’ye götüren sebepler, savaşlar, kahramanlık hikayeleri vardı sayfada. Daha önce de birkaç yazı okumuştu Çanakkale hakkında ama o kadar.

Çanakkale’yi bilmeyenimiz, duymayanımız yoktur. ’Çanakkale geçilmez’ artık bir deyim olmuştur dilimizde. Yediden yetmişe bu deyimi kullanırız; fakat ne kadar sahibiz Çanakkale ruhuna? Bu ruhun meydana getirdiği olağanüstü hallere, güzelliklere, insan aklının alamayacağı olaylara ne kadar yakınız. Ne kadar alakalıyız bu konularla?

Kendisi de Çanakkale’de yapmıştı askerliğini. Çanakkale’nin Ezine ilçesinde. Ezine küçük ve sevimli bir ilçedir; fakat o yaşlarda hiçbir şeyin farkında olmadığı gibi ne Ezine’nin, ne Çanakkale’nin ne de şehitlerin farkına varamamıştı. Kendisi mi varamadı, varacak yollar mı kapalı idi, onu da anlayamamıştı. On beş ay bu topraklarda ’Bu Cennet Vatanı’ korumak, bu vatana olan borcunu ödemek için askerlik yapmıştı. Dedeleri, bu borcu canları ile ödemiş, çiğnetmemişti, vermemişti bu vatanı; ama torunun ondan haberi bile yoktu. On beş ay içerisinde bir ziyaret yapıp, bir Fatiha bile okumamıştı. Bunları düşündükçe kendisinden utandı, kendisine kızdı, hüzünlendi. Ne yapmalı idi. Ne yapabilirdi? Bu duygu ve düşünceler içerisinde iken, gazete sayfasının altında iki isim gördü. Hemen onları defterine not etti. Okumayı severdi ama Çanakkale hakkında kitap okumamıştı. İş çıkışında kitaplardan birisini aldı. ’Bir Destandır Çanakkale.’ Eve gelir gelmez büyük bir heyecan ve şevkle okumaya başladı. Okudukça kendisinden daha fazla utandı. Zaman zaman göz yaşlarına hakim olamadı. Bırak aksın göz yaşların, hakim olma duygularına. Deden yaş yerine kan akıttı bedeninden. Canını koydu ortaya. Sen can veremiyorsun bari göz yaşların aksın, sel olsun ıslatsın toprakları. Dedenin kanı kırmızıya çevirmişti denizin mavisini. Senin göz yaşların sulasın toprakları. Duysun herkes bu destanı, ağlasın, dua etsin Rabb’ine. ’Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin. Bilakis onlar diridirler.’ âyetinin sırrına mazhar olmuş bu yiğitlere. Aslında bizim ihtiyacımız var onların duasına ve şefaatine.

Kitaptan bazı bölümleri sizinle paylaşmak istedi. Paylaşmalıydı birileri ile bu güzellikleri, bu duyguları.
BİZİM NAGAZAKİ’MİZ
Yıl, 1984... O günlerde Japonya’dan bir heyet gelmiştir. Bu heyet, çeşitli temas ve incelemelerde bulunacak ve vardığı neticeleri de bizim yetkililerimize aktaracaktır. Bu arada da karşılıklı iş birliği yapılacak, ortak sonuçlara varılacaktır.
İşte bu heyetin, ’Gençlere milli şuur nasıl verilmeli, bu konuda neler yapılmalı?’ sorularına verdiği cevap:
’Biz geçlerimize, daha ilkokulda başlamadan, şok testler uygularız. Mesela, uçak gibi hızlı giden trenlerimize bindirir, bir tur attırırız. Çok katlı yollardan da geçen tren onları şöyle bir sarsar. Sonra, robotlarla çalışan büyük fabrikalarımıza götürür, gezdiririz. Mini mini çocuklarımız teknolojinin baş döndürücü neticesini görerek şok olurlar. Hayranlık duyarlar.
’Bu şoktan sonra onları Hiroşima’ya, Nagazaki’ye götürürüz. İkinci Dünya Savaşı sırasında atom bombasıyla müthiş suretle tahrip edilmiş olan bu bölgeleri biz aynen koruyoruz. Onları da çocuklarımıza bilgiler vererek gösteririz. Hiçbir canlının ve bitkinin hayat bulmasına imkan vermeyen atom bombasının bugüne uzanan etkilerini hayretle seyrederler.
Tabiidir ki çocukların bütün görüp dinledikleri, masum ve temiz ruhlarında derin ve etkili izler bırakır. Bütün bunların ardından da onlara deriz ki:
’Eğer sizler çalışmaz, sizden öncekileri geçmezseniz, vatanınız işte böyle düşmanlar tarafından bombalanır. Düşmanlar, vatanınızı yakar, yıkar ve hiçbir canlı yaşayamayacak hale getirir, sonra da çeker giderler.
Çalışırsanız, bindiğiniz hızlı trenleri bile geçecek yeni araçlar yaparsınız. Daha da gelişmiş fabrikalar kurarsınız. Üstelik hiçbir düşman, size saldırmaya cesaret edemez. Ülkeniz, milletiniz yücelir, yükselir. Daîma bütün insanların saygı duyduğu ve özendiği konumda kalırsınız. Şimdi artık çalışkan olup olmama kararını kendiniz veriniz. Çalışmak ve ülkenizi sevmek zorunda değil misiniz? Artık bunu siz düşünün ve kararınızı verin!
Çocuklarımız bununla ikinci bir şok daha yaşarlar. Ve bu şoklarla iyi bir Japon olmaya doğru güçlü bir adım atmış olurlar.’
Peki Japonların Türkiye üzerine gözlemleri nelerdir? Bizim çocuklarımız için ne gibi tespitleri vardır? Başka bir deyimle bizim Nagazaki’miz , Hiroşima’mız neresidir?
’Sizin, gençleriniz için bir çok Nagazaki’niz ve Hiroşima’nız var, bildiğimiz kadarıyla... Bizimkinden çok daha önemli bunlar. En önemlisi de Çanakkale savaşlarının geçtiği bölgedir. Birinci Dünya Savaşı’nın bu bölümü, gençlerinizin şok olması için yeter de artar bile... Bir metre kare toprağa altı bin merminin düştüğü yerdir Çanakkale... Böyle bir savaştan Türkler her şeye rağmen galip çıkıyor, olmazı olur hale getiriyorlar. En gelişmiş teknolojiye ve donanıma meydan okuyarak, îmanın galip geldiğinin ispatını yapıyorlar. Üstelik karşılarında tek bir düşman değil, birleşmiş güçler, sizin tabirinizle yetmiş iki buçuk millet vardır. İşte bu tablo ve bu bölge, gençleriniz milli şuurunun pekişmesine fazlası ile yeter. Bunun için gençlerinizi gruplar halinde Çanakkale’ye götürmelisiniz. Her Türk genci Çanakkale Savaşları’nın olduğu bölgeyi mutlaka gezmeli, görmeli ve öğrenmelidir.
Ve o gençlere denmelidir ki:
Sizler çalışmazsanız, birlik içinde olmazsanız, düşmanlar Çanakkale’ye geldikleri gibi bu defa da başka şartlar altında başka şekilde gelirler, size yaşamayı haram ederler. Çalışır, birlik içinde olursanız, teknolojiyi yakalarsınız, barışa katkıda bulunur, vatanınızı müreffeh bir hale sokarsınız.
Evet, gençlerinize bunları telkin ettikten sonra da, bu zaferin destanını en güzel biçimde yazan Mehmet Akif’i ve Safahat’ını okutunuz. Böyle bir dersi Japonlardan almak bizim için biraz acı. Ancak acıda olsa, sanıyorum ki çok ibretli ve etkili... Ve çok da gerekli... (2)
İşte kendisi bu eğitimin ve şuurun verilmediği bir kişi olarak karşınızda durmaktaydı. Bu ruhtan o kadar uzak yaşamıştı ki dedesinin de Çanakkale şehitleri arasında bulunduğunu, bu konuya ilgi duyduktan sonra öğrenecekti.
Bir sene önce, ilçeye gelen bîr yabancı Çanakkale şehitliğinde bulunan Yahşihan’lı Ali Çavuş’tan bahsediyor. Onun yakınlarını arıyordu. Evet bu; ’annesinin dedesi’ idi. Çanakkale’ye gitmiş ama bir daha dönmemişti. Dönmeyen dedenin ismi toruna verilecekti. ’ALİ’
Babasının dedesi de Yemen cephesine gitmiş o da dönmemişti. Adı ’Habip’ti. Allah (c.c.) sevgilisinin ismi. Allah Rasûl’ünün: ’Rabbim, bana habîbim dedi’ diye övündüğü o güzel isim ’HABİB’
Habib dede de dönmedi cepheden, geride bir oğul bırakmış. İsmi Süleyman. Annesi ona bakıp bakıp Habib’im demiş, öyle sevmiş. Gelmeyen dönmeyen Habibi öyle yaşatmış gönlünde. Yedi sene yollarını gözlemiş, nerede bir asker döndüğünü duysa gitmiş yanına, acaba Habib’im den haber var mı diye. Kimi hiç görmemiş, duymamış, kimi filan cephede gördüğünü söylemiş, kimi şehit düştü demiş. Yedi sene dolaşmışlar diyar diyar. Dönmemiş Habib, o da bu vatana şehit, Süleyman olmuş artık Habib. İşte bunları da yeni öğreniyordu. Ama bir Habib değildi, bir Ali değildi şehit. Analar 250 000 can göndermişler Çanakkale’nin bağrına, kendi bağırlarından sökerek. Hatice ana da bunlardan birisi idi.
’Çanakkale Savaşları sırasında cepheye sürekli genç insan akmıştı. Bu acemi erler, eğitim ve teçhizatları tamamlanır tamamlanmaz hemen cepheye sürüldüler. Aslında bu eğitim ve teçhizat meselesi de pek acemice, çok hızlı, elbette ziyadesiyle noksan ve yetersiz yapılıyordu.
Yine bir gün, yeni gelmiş erat teftiş ediliyordu...
Yüzbaşı Sırrı bey, ikindi vakti yeni gelmiş eratı teftiş ederken, içlerinden bir tanesinin saçının bir yanının kınalanmış olduğunu görür ve takılır:
’- Hiç erkek kınalanır mı?’
Hasan da bu kınanın sebebini bilemez. Bunun üzerine, mektup yazıp anasından sorması, kumandan tarafından istenir. Bir süre sonra anasından şu mektup gelir:
’- Ey gözümün nuru Hasan’ım! Köyümüzde rahat rahat oturalım mı? Vatan sevgisi içimizde alev alev yanıyor. Sen ecdadından, babandan aşağı kalamazsın. Ben senin anan isem, beni ve seni Allah yarattı. Vatan büyüttü. Allah bu vatan için seni yaşattı. Bu vatanın ekmeği iliklerinde duruyor. Bunun için, sen bu ailenin seçilmiş bir kurbanısın!
Hasan’ım! Söyle zabit efendiye... Bizim köyde kurbanlık ayrılan koyunlar kınalanır. Ben de seni evlatlarımın arasından vatana kurban adadım. Onun için saçını kınalamıştım.
El hükmü lillah... (Hüküm Allah’a aittir) Allah, seni İsmail peygamberin yolundan ayırmasın. Seni melekler rahmetle anıyor. Gözlerinden öperim.’
’Anan Hatice’
Ne var ki bu mektup Hasan tarafından kumandana okunamadı. 64. Piyade Alayı, Arıburnu cephesinde görev almış, yüzlerce şehit ve yaralıya mukabil kahramanlıklar göstermiştir. Bu Alayın 1. Tabur 2. Bölüğünde savaşan kınalı Hasan ’da yaralanır. Cephe gerisindeki Kocadere Köyü Sargı mahalline getirilir. Ancak tedavisi kabil olmaz, ruhunu Rahman’a teslim eder.
Kınalı Hasan’ı defnetmeden önce üzerindekiler alınır. Cebinden anasının mektubu çıkar; Bir de, bu mektubun ilhamıyla yazılmış, ancak tamamlanamamış bir şiir bulunur.

Anam yakmış kınayı, aday diye
Ben de vatan için kurban doğmuşum
Anamdan Allah’a, son bir hediye Kumandanım!
Ben İsmail doğmuşum. (3)

Şimdi çocuklarımız analarından ne olarak doğuyor? Analarından İsmail olarak doğanlara ne kadar çok ihtiyacımız var. İsmailler için İbrahimlere ve Hacerlere, Hasan ve Hüseyinler için Fatıma ve Alilere çok ihtiyacımız var.
Kitabı okuduktan sonra kararını vermişti. Geç kalmış bir ziyarette olsa gidecekti. Utanarak, sıkılarak varacaktı dedesinin mezarına.
Fatihalar ve Yâsînler ruhlarına.

Kaynaklar:
1- el-Bakara 2/154.
2- Bir Destandır Çanakkale.
3- A.g.e.
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.