Özlenen Rehber Dergisi

57.Sayı

Gönül Tabibiyle Söyleşi

Kırıkkale Radyo-Televizyonu’nda Abdullah Fârukî el-Müceddidî (k.s.) ile Yapılan Sohbet

“Mürşidler Allah’a açılan kapılardır.”

-Evet Efendim...

- Size bir hâl daha anlatayım, çok ilginç. Bu hâlleri yaşadım elhamdülillâh. İlk tövbe ettiğim anlardı, senelerdi... Çok aşırı bir külhanbeyi vardı Malatya’da; maruf adı ‘Gavur’ idi; çok cezaevlerine girmiş çıkmış; polislerin bile elinden illallah ettiği bir insan... Biz beraber tövbe etmiştik.

Bir gün sohbet ediyoruz evde... Aşağı-yukarı 30 seneden fazla oldu bu anlatacağım hâdise... Kapı çalındı. Kalktım baktım o bahsettiğim Gâvur denilen arkadaş... Ağlıyordu. İçeri aldım. Sordum, o anda bir şey diyemedi. O zaman kendisine bir kahve pişirdim getirdim. Sordum nedir? En nihayet dedi ki: “Ben filân yerden geçerken eski arkadaşlarım beni gördüler, meyhaneye davet ettiler, beni zorla oraya götürdüler ve bana bir tane zorla içki içirdiler. İkincisini kendim aldım içmeye... Baktım ki bardağın içinde Şah Alâaddîn Efendi Hazretleri’ni gördüm... Gördüm ve bardağı atarak kaçtım ve buraya geldim. Şimdi bu gece o beni öldürür!” Hâlbuki memleket de ondan illallah ediyordu. Şimdi dedim ki: “Sana bir şey yapmaz, o kadar korkmana lüzum yok.”

Fakat ağlıyordu aynı zamanda; evine götürdüm, yattı. Hakîkaten gece gelmişler, yanında da bir talebesi varmış; “Bir daha bu fiili yapma!” diye tenbîh ettikten sonra, yanındaki daha sert bir şekilde konuşunca bir tane yanındakine vurmuş, bir tane de yavaşça ona vurmuş; “Daha yapmayasın!” demiş.

Ben buna şahit olmuşum elhamdülillah. Daha da acayip hâllere şahit olmuşumdur hatta. Size isterseniz hayatta yaşayan insanlar var, onları şahit gösterebilirim. Hastanede olan bir hâdise var. Gerçi biraz uzun sürer ama size kısaca anlatayım:

Sene 1979... Bir kayın biraderimin hanımı vardı. Gayrimüslimdi. 75-76 yıllarında vefat etti. Rüyamda Üstadım Şah Alâaddîn Hazretleri bana geldi ve dedi ki: “Oğlum! Kaynın bir kız getirmiş, gayrimüslimdir. Git ve ona Müslümanlığı tebliğ et.”

Ben hemen kalktım; hanımıma sordum; böyle bir şey var mı diye. Bilmiyorum dedi. Evlerine gittik. Kızı gördük. Kayın valideme sordum. O da: “Oğlum getirmiş ama bilmiyorum.” dedi. Kaynım da o sırada kaçtı. Çağırdım: “Getirmişsin artık, kimdir bu doğru söyle!” dedim. O da işte: “Ben talebeyken bir kızla anlaştık, çıktık geldik buraya.” dedi. “Peki, oğlum, gelmişsiniz ama Müslümanlığı kabul ediyor mu?” dedim. “Her şeyi kabul ediyor.” dedi. Kendilerine banyo yapmalarını söyledim. Yanıma geldiler ve Müslüman oldu elhamdülillâh... Nikâhları kıyıldı.

Şimdi bu hanımın annesi İstanbul’da; posta haneye gidiyor mektup atmaya... Bir dolmuşun altında kalıyor, dolmuş da onu aşağı-yukarı 50-60 m. sürüklüyor. Koma hâlinde hastaneye kaldırıyorlar. Akşamüstü hastaneden bana haber verdiler. Gittik. Orda kanlar içinde ve aynı zamanda koma hâlinde idi. O gece geldim. İkinci gece Timurtaş Hoca var, İstanbul vaizlerinden, şahit olarak onu gösteriyorum. O ve beş arkadaş vardı. Birinin ismi Celâl, diğerleri İsmet, Abdullah, Necmi. Bunlar hayattadırlar ve yaşıyorlar hepsi. Biri İstanbul’da diğerleri Malatya’da. Bunlar şahittirler bu olaya.

Timurtaş Hocaefendi’yle ilk defa vaizliğe bizim orada başladığında tanışmıştık. Benim de mobilya mağazam vardı. Ona mobilya vermiştik, tanışıyorduk yani. Geldi; “Sizin bir hastanız varmış, onu ziyaret etmek istiyorum.” dedi bana. Peki dedim ve hastaneye gittik. Öyle hasta koma hâlinde yatıyor, kendinden hiç haberi yok. Bir nefes alıp veriyor yalnızca. Orada bir somya var, herkes oturuyor. Timurtaş Hocaefendi de kaynıma soruyor; “Bunlar nasıl oldu?” Anlatıyor. Bunun üzerine Hoca; “Kazayı yapan kişiyi affedin!” diyor. O sırada Mürşidim Alâaddin Efendi Hazretleri, -hayattan gittikten 4-5 sene sonraydı- geldi ve koma hâlindeki o hastaya tecellî etti. “Oğlum onu çarpıp öldüren kişi Müslüman değildir. Gayrimüslimdir. Eğer Müslüman olsaydı affederdik ama affetmem. Sen davacı ol ve bu işi yürüt.” dedi. Ve o gitti

–çok kısa anlatıyorum-, O’nun üstâdı Şâh Ali Hüsâmeddin Hazretleri geldi: “Oğlum, ben evliyanın büyüğüyüm.” dedi. Orada bulunan herkes işitiyor... Ondan sonra Abdülkâdir Geylânî Hazretleri geldi: “Oğlum ben hepsinin büyüğüyüm.” dedi. Ve bütün insanlara söyle dedi: “Eğer kim darda kalır da beni çağırmazsa ben Allah’ın katında ondan davacı olurum...”

Buna altı kişi şahittir. Timurtaş da buna şahittir. Hz. Pîr: “Oğlum doktoru çağır da buna pansuman yapsın. Eğer üç günü geçerse Allah ona şifa verir.” dedi. Tabi biz ağlıyoruz. Kimisi bağırıyor-çağırıyor. Telefonla doktorları çağırıyoruz, gelmiyorlar. Mübarek dedi ki: “Oğlum, sen dur ben onları getiririm.” Biraz sonra doktorları, başhekimi hepsini getirdi. Onun doktoru da gayrimüslimdi. Herkesin önünde parmağını kaldırdı; “Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Rasûlullah!” diyerek Allah’ı tasdîk etti. Doktorlar korkmağa başladılar. Ve pansuman yapıp gittiler.

Bunun gibi çok olaya şahid olmuşumdur elhamdülillâh...
Hakîki mürşidse Allah onların ruhunu her yere götürebilir. Aslında Cenâb-ı Hakk bu işi idâre ediyor. Bu iş her ne kadar insanlar tarafından yapılıyor gibi görünse de böyledir. Mürşidler Cenâb-ı Allah’a açılar kapılardır. Meselâ benim haberim yok İstanbul olayından. Hanımım bana haber verdi. Kalktım gittim. Onlar beni mürşid kabul ediyorlar ya, Cenâb-ı Hakk o yüzden ya bir melek ya da benim suretimde başka bir veli gönderdi, onu orada ikaz etti.

Kur’ân-ı Kerîm’de de bu şekilde bir hâdise anlatılıyor. Yâkub Aleyhisselâm ile Yûsuf Aleyhisselâm arasında geçen olay... Ve babasının görünmesi meselâ... Gerçi Peygamberdir, ama Kur’ân’da bu olayların anlatılması boşuna değildir.

-Evet, bunlar doğrudur, biz de inanıyoruz.

-Zâten kaynaklarını göstererek konuşuyorum. Sırf burada kardeşlerime doğruları aktarmak için. Yanlış anlamasınlar diye. Yol bu yoldur elhamdülillâh. Kur’ân-Sünnet ve Peygamber Efendimizin çizdiği yoldan gitmelidir, başka yollar sapıklıktır.

-Peki Efendim, mürşidi ölmüş bir topluluğun, bir başka mürşide mi intisâb etmesi lâzım, yoksa vefât eden mürşidini vesîle edinerek, ona devâm edebilir mi?

-Allah râzı olsun. Bu soruyu İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’ne de sormuşlar; ben de O’nun verdiği cevabı veriyorum. Teberrüken Mektûbât’ta yazdıklarını size aktarayım inşâallah:

Mürşidleri ölen bir cemaatin eğer halifeleri belirlenmediyse, mürşidleri yerine bir halife bırakmadıysa, o cemaatin bazı kişileri bir araya gelerek aralarında bir kişiyi halîfe olarak tanımaları ya da birisinin çıkıp da; ‘Rüyamda bana halifelik verildi, Peygamberimiz tarafından bana halifelik verildi.’ diyerek halkı aldatması çok büyük bir günahtır ve nefsine en büyük zulmü yapmış olur. Bu şekilde davrananların kendilerini Peygamber vekili makamına yükselterek bu makamı hak etmemelerinden dolayı yalancı peygamberler gibi davranmış olurlar.”

Şimdi İmâm-ı Rabbânî Hazretleri diyor ki: Böyle bir cemaat, eğer onlar fenâ ve bekâ sırlarına vâkıf oldularsa, onlara artık mürşid lâzım değildir. Yâni fenâ ve bekâ sırlarına vâkıf olmak demek, Yani bir anda daldığı/murakabe yaptığı zamanda fenâ fi’ş-şeyhse; şeyhi, mürşidini görebiliyorsa veyahut da fenâ fi’r-Rasûl ise; Rasûlullah (s.a.v.)’i görebiliyorsa, fenâ fillâh ise; Cenâb-ı Hakk’tan emirler alabiliyorsa; o zaman bu fenâ ve bekâ sırlarına aşina olan insanlara lazım değildir. Kendi virdlerini yapar; eski mürşidi olur. Fakat fenâ ve bekâ sırlarına vakıf olmayanların hepsine birden yeniden mürşid lazımdır. Çünkü bu bir eğitim meselesidir. Yani nefsi eğitmek meselesidir. Burada, illâ da şu olsun demek değildir. Bir mürşid memurdur; Allah’ın bir memurudur. Ne yapıyor; kullarını terbiye ediyor, belli bir seviyeye getiriyor, Cenâb-ı Hakk’a teslim ediyor.

Şimdi bir kişi ölünce onda kulluk/abdiyet bitiyor. Daha onun kullar üzerinde bir işi kalmıyor. Cenâb-ı Hakk, o işi başka kişilere tevdi ediyor. Meselâ nasıl ki, bir insan memurdur; emekli olur, onun yerine başka bir memur tayin edilirse bu da öyledir. Şimdi bu bir terbiye metodudur. Eğer cehri yoldan gidiyorsa, nefs-i emmâresini terbiye edip Peygamber Efendimize ulaştırmasıdır. Eğer hafi yoldan gidiyorsa yine onun ruhunu tezkiye ederek Peygamber Efendimize ulaştırması söz konusudur. Mürşid-i kâmilin vazifesi buraya kadardır.

Ne alacaktır; o yolcuları oradan alacaktır, manevi olarak Rasûlullah’a teslim edecektir. Fakat ondaki kötü ahlâkları; yalan, şirk, hırsızlık, kibir, haset, cimrilik, şehvet, bu gibi sıfatlardan arındırıp tertemiz olarak Rasûlullah’a teslîm etmek... Bu bir metot, bir terbiye metodudur. Mutlaka bir mürşid-i kâmilin yapması lâzımdır bunu. Tabi öldükten sonra ondaki vazife biter. Onun için canlı, etli-kanlı biri lazımdır, diyor İmâm-ı Rabbânî Hazretleri... Eğer öyle olmasaydı, Rasûlullah’ın irtihalinden sonra hiç kimse Hazret-i Ebû Bekir’i seçmezdi; doğrudan doğruya Rasûlullah’tan alırlardı, O’nunla iktifa ederlerdi. Ama Sahabeler böyle yapmadılar; etli-kanlı, canlı bir insanı getirdiler; hem din işlerinde, hem dünya işlerinde yardımcı seçtiler Hazret-i Ebû Bekir’i...

Bunun için bu yol Hazret-i Ebû Bekir Efendimiz’in yolunu takip edecek, mürşidleri vefat edince öteki insanlara; yani fenâ ve bekâ sırlarına vâkıf olmayanlara yeniden bir mürşid-i kâmil lâzımdır. Bunu nasıl bulacaklar bunlar? İki rekât istihare namazı kılacaklar, Cenâb-ı Hakk’a; “Yâ Rabbi! Senin yolunda devam etmek istiyorum, nefsimin tezkiyesini istiyorum, bana bunda yardımcı ol!” derse ve birkaç kez istihare yaparsa Cenâb-ı Hakk kendisine gösterir.
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

  • ahmet korkmaz

    tek kelimeyle harıka ıstıfade edecegız ınsaallah

1 kişi yorum yazdı.