Hac İbadeti ve Kazandırdıkları
Ebû Hüreyre (r.a.)’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: ’Umre ibadeti, daha sonraki bir umreye kadar işlenecek günahlara kefârettir. Mebrûr haccın karşılığı ise, ancak cennettir.” (Buhârî, Umre 1; Müslim, Hac 437.)
İbadet, en geniş anlamıyla mü’minin bütün hayatını, Allah’ın arzu ettiği şekilde tanzim etmesi iken, dar anlamıyla da namaz, oruç, zekât, hac ve kurban gibi çeşitli şekillerde Yüce Allah’a yöneliştir. İbadetler, Allah nasıl emretti ve elçisi nasıl gösterdiyse öyle yapılır. Peygamber Efendimiz “Ben nasıl namaz kılıyorsam, siz de öyle kılın!” (Buharî, Edep, 27); “Haccın yapılışına ilişkin uygulama, fiil ve davranışlarını benden alın!” (Nesâî, Menâsik 220) buyurmuştur.
Hac ibadeti için yol bulabilme:
Hac ibadetine çağırmakla emrolunan ilk Peygamber Hz. İbrahim (a.s.)’dır. Çağrılacak davetliler bütün insanlar, davete icabet edenler ise teslim olanlardır. Allah Teâlâ, Hz. İbrahim (a.s.)’a Kâbe’yi inşa ettirdikten sonra insanları hacca davet etmesini emretmiştir. Son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.) ise bu İbrahimî çağrıyı yenilemiş ve ebedîleştirmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de: “İnsanları hacca çağır ki, yürüyerek veya uzak yollardan gelen yorgun develer üstünde sana gelsinler...” (Hac, 27) buyrularak insanların, birtakım faydalara tanık olmaları ve Allah’ın kendilerine verdiği hayvanları Allah’ın adıyla kurban etmeleri, etlerinden muhtaçlara yedirmeleri, günah kirlerinden arınmaları, adaklarını yerine getirmeleri, Kâbe’yi tavaf etmeleri vb. bazı hikmetler için çağırmaktadır. Kısaca bu çağrı, Allah’ı anmaya, tevhide ve takvaya bir çağrıdır. Şayet bir Müslüman hacca gidebilecek güç ve imkanı bulabiliyorsa, o bu çağrının doğrudan muhatabıdır ve fazla gecikmeden bu daveti kabul etmelidir. Nitekim Yüce Allah, “Yoluna gücü yetenlerin Beyt’i haccetmeleri, insanlar üzerinde Allah’ın bir hakkıdır” (Âl-i İmran, 97) buyurmuştur. Bu İbrahimî çağrıyı duymak istemeyenler, davetin kimden geldiğini, davetçinin kim olduğunu ve davette neler kazanacaklarını dikkate almalıdırlar. Her yıl tekrarlanan bu çağrıyı “lebbeyk!” diyerek kabul etme bahtiyarlığına eren Müslüman da, bunun herhangi bir ülkeye sıradan yapılmış bir seyahat davetiyesi olmadığını bilmelidir. Bunun çok özel bir çağrı olduğunu, kendisinin de Allah’ın seçkin davetlileri arasına girdiğini ve O’nun huzuruna hangi ruh hali ile gideceğini idrak etmelidir.
Yolculuk:
Hac ibadetini yapabilmemiz için yolculuğa çıkmamız gerekecektir. Mekke dışından gelenler için hac, -yakın olsun, uzak olsun- neticede bir yolculuktur. Hangi vasıtayla yapılırsa yapılsın, her yolculuğun belli bir heyecanı, stresi ve çilesi vardır. Yolculuk, belki de hac esnasında gerekli olan sabrın ilk tüketileceği, ilk sınavın verileceği kısımdır. Her yolculuk için belli bir hazırlık yapıldığı gibi, bu kutsal yol için de çok yönlü hazırlıklar yapılmalıdır. Bu çerçevede hacca gidenler, kul haklarını öder, çevresindeki kardeşleriyle helalleşir, bütün günahlarına samimi bir şekilde tövbe eder, gözü arkada kalmayacak şekilde dua ve niyazlarla Allah’a tevekkül ederek evinden ayrılır. Allah’a yapılan bir yolculuk olduğunun bilinciyle, gideceği yere hangi azıkla ve hazırlıkla ulaşabileceğini, oraya neler götüreceğini iyi bilmelidir. Hac yolcusu, aynı zamanda Hak yolcusu olduğunu anlamak durumundadır. Hac yolculuğunun heyecan veren başka bir tarafı da, onun bir taraftan âdeta Hz. İbrahim (a.s.)’ın asrına veya Hz. Peygamber (s.a.v.) ve Sahabesi (r.anhüm) dönemine, diğer taraftan da hac sonrasında kazandıklarıyla geleceğe yapılan bir yolculuk olmasıdır. Nihayet bu yolculukta, ömür boyu her namazda yöneldiği kıblesi olan Kâbe’yle arasındaki binlerce kilometrelik mesafe kalkacak, yıllarca hasretini çektiği Allah’ın evini birkaç metreden dünya gözüyle doya doya seyrederek namaz kılacaktır.
İhram:
İhram, aslında yapılması caiz olan bazı söz, fiil ve davranışların, hac ve umre yapacak kişiler için belli bir süre Allah ve Rasûlü’nün getirdiği yasaklar çerçevesinde haram kılınması demektir. Söz konusu yasaklar, hac veya umre için niyet edip ihrama girmekle başlar. Hacca gelenler, sosyal ve ekonomik statülerini gösteren dünyevî elbiselerini, makam ve mevkilerini ortaya koyan üniformalarını, zevklerini, kültürlerini ve karakterlerini yansıtan her türlü göstergeleri bırakıp, Allah önünde herkesin eşit olduğunu sembolize eden iki basit giysiye bürünmüş olurlar. Diğer bir ifade ile kişilikleri çoğu zaman örten, şahsiyetleri gizleyen süslü elbiseler atılmış, “takva elbisesi” esas alınmıştır. Burada örtülen iki parça da sadece eşitliği sağlamak ve avret yerlerini örtmeye yöneliktir. Başı açık, yalın ayak, aç ve muhtaç, yokluk ve yoksulluk görüntüsü içinde, sonsuz güç ve kudret sahibinin karşısında kendi güç, kudret, makam, mevki ve varlığının bir anlam ifade etmeyeceğini ortaya koymuş bir vaziyette harem bölgesine girer. Elbiselerini çıkarıp beyaz iki parça beze bürünürken o güne kadar ruhuna sıkıntı veren, gönlünü rahatsız eden kalbine ağırlık veren ne varsa hepsinden soyunmalı ve haccın kutsal iklimine öylece girmelidir.
İhrama girildiği andan itibaren ihramdan çıkıncaya kadar “ihram yasakları” olarak ifade edilen bir dizi fiil ve davranıştan uzak durulması gerekmektedir. Haccı, sırf ibadet kastıyla, helal ve mübah olan bazı şeyleri ihram ile kendisine yasak etmektedir. Namaza başlarken alınan iftitah tekbiri nasıl kişiye namaz içinde bazı davranışları yapmasını yasaklıyorsa, oruca başlayan kişi nasıl imsak ile yemeyi içmeyi kendisine yasaklıyorsa, ihram ile birlikte hac da önceden mübah olan bazı şeyleri kendisine yasaklamaktadır. Kur’ân-ı Kerim’de: “Hacda kötü söz, çirkin davranış, günaha sapma ve kavga yoktur.” (Bakara, 197) buyrularak bu konuda üç türlü yasaktan söz etmektedir:
“Rafes” kapsamı içine girecek cinsel arzularla ilgili konuşma dâhil, her türlü şehevî yasaklar,
“Fısk ve fusûk” kapsamı içine girecek her türlü günah, kötülük ve masiyetler,
“Cidal” kapsamına girecek başkalarıyla kavga, kapışma, tartışma, sövüşme, dövüşme vb. bütün olumsuz davranışlar.
Dikkat edilirse bu üç çeşit yasaktan ilki, kişiyi şehvetine, ikincisi nefsine, üçüncüsü de başkalarına karşı korumayı amaçlamaktadır. Bunun anlamı kişi, hac esnasında ne şehvetiyle, ne nefsiyle, ne de kardeşleriyle en küçük bir problem yaşamamalı, barış içinde olmalıdır. İnsanların genellikle birçok günaha girmelerine sebep olan bu üç davranıştır. Bunlardan darbe almamalıdır. Hac süresince kazandığı bu deneyimle hac sonrasında da, kendini bunlara karşı korumalıdır. İşte Hz. Peygamber, bu yasaklara riayet ederek hac yapabilen kimsenin annesinden doğduğu günkü haline döneceğini müjdelemektedir. (Buharî, Hac, 4)
Kâbe:
Kâbe, Hac ibadetinin yapıldığı mekânların merkezidir. Allah için herhangi bir mekân söz konusu olmadığı halde, Kâbe hakkında “Evim” buyurmak suretiyle orayı şereflendirmiş, çevresini de çeşitli yasakların geçerli olduğu bir “Harem” bölge ilan etmiştir. Kâbe, yeryüzündeki ilk ibadet yeri olmasının yanı sıra, özellikle namaz ve hac ile ilgili belirli şartların yerine getirilmesi bakımından da ayrı bir öneme sahiptir. Kâbe’nin bulunduğu yöne, kıbleye doğru yönelmek namazın şartlarından olduğu gibi, hac ve umre ibadetinin rükünlerinden biri olan tavaf da Kâbe’nin etrafında yapılır. Ayrıca Kâbe’nin, bütün Müslümanları bir noktada toplayan, her birinin ortak istikameti olma gibi birleştirici, bütünleştirici bir anlamı da bulunmaktadır.
Hacı, Kâbe’yi gördüğünde, âdeta Kâbe’nin Rabbini görüyormuşçasına tazim etmelidir. Peygamber Efendimizin “ihsan” derecesinden söz ederken buyurduğu gibi “Sen O’nu göremesen de O seni görür.” (Buharî, İman, 38) İşte bu bilinç içerisinde, kendisine dünya gözüyle Kâbe’yi gösteren Allah’a şükredip, ahirette de cemalini göstermesi için dua etmelidir. Kulun Kâbe’ye kavuşması, Rabbine kavuşmasını hatırlatır. Kâbe’ye her gidişte abdestli bulunmak, sükûnet ve huşû içerisinde Kur’an tilaveti, dua, istiğfar, tesbih, tehlil ve tekbirle meşgul olmak, mümkün mertebe konuşmamak, başkalarını rahatsız etmemek, geçiş yerlerinde oturarak veya namaz kılarak izdihama sebep olmamak, Kâbe’yi doya doya gözyaşları içerisinde temaşa etmek tavsiye edilen âdâb arasındadır. Hacılar, ‘Rahman’ın misafirleri’dir. Dolayısıyla bu kıymetli zamanını kendisinin bir misafir olduğu, hem de Rabbine misafir olduğu bilinci içerisinde geçirmeli. Ayrıca gerek hane sahibine karşı, gerekse O’nun diğer misafirlerine karşı saygı ve hürmette kusur etmemelidir. Hacı, nerede olursa olsun yüzünü Kâbe’ye çevirirken gönlünü de Allah’tan başka her şeyden çevirme bilincine ulaşabilmelidir. Müslüman, af için Rabbine nihaî başvurusunu burada yapar. Burası, affedilmeden ayrılmama noktasıdır. Onun için daha ötesi düşünülemeyecek bir rahmet ortamında eller açılır Rahmetin sahibine ve her şey O’ndan istenir.
Arafat:
Kelime olarak Arafat, “bilme, anlama, tanıma” ve “güzel koku” gibi manalara gelen bir kökten gelmiştir. Dünyanın her tarafından gelen insanların bu yerde birbirleriyle görüşüp tanışmaları veya günahlarını itiraf ederek Allah’tan af dilemeleri, affedilmelerinden sonra günah kirlerinden temizlenip Allah katında güzel bir kokuya sahip olmaları sebebiyle bu ad verildiği ileri sürülmüştür. ”Hac nasıl (olmalı)dır?” diye sorduklarında Allah Rasûlü (s.a.v.): “Hac, Arafat’(ta olmak)tır” (İbn Mâce, Menasik 57) buyurmuştur. Arefe günü hac ihramıyla Arafat’ta bulunmak, bir Müslüman için en büyük nasiplerden biridir. Çünkü bu kutsal yerde ve bu mübarek zaman diliminde yapılan dua ve ibadetler geri çevrilmez. Bu itibarla Müslüman Arafat’ta gönlünü her türlü dünyevî düşüncelerden arındırarak, bütün samimiyetiyle Allah’a yönelmeli, el açıp yalvarmalı, içine düştüğü günahları hatırlayıp gözyaşları içinde tövbe etmeli, af ve mağfiret dilemeli, kendisi, anne-babası, ailesi, yakınları ve tüm Müslümanlar için içtenlikle dua etmelidir.
Allah Rasûlü, Arafat’a varınca meşhur Veda Hutbesi’ni burada okumuştur. Allah Rasûlü vakfesini, Arafat’ta öğle ile ikindi namazlarını Mescid-i Nemire’de öğle vaktinde birleştirerek kıldıktan sonra, Rahmet Tepesi’ne gitmiş, kıbleye yönelerek tam güneşin batışına kadar dua ve niyaz ederek yapmıştır.
Tavaf:
“Sonra manevi kirlerini gidersinler, adaklarını yerine getirsinler ve Beyt-i Atîk’i (Kâbe’yi) tavaf etsinler!” (Hac, 29)
Tavaf, sözlükte bir şeyin etrafında dönmek ve dolanmak demektir. Kâbe etrafında dönerek gerçekleştirilen tavaf, kâinatın ve yaratılışın özeti, teslimiyetin ve ilahî takdire boyun eğişin sembolü sayılır.
Erkeklerin tavafın ilk üç şavtında daha heybetli yürümelerine Remel, tavafta ihramlıyken sağ omuzlarını açık bulundurmalarına Iztıba adı verilir. Mekkeli Müslümanlar Medine’ye hicret ettikten sonra farklı sebeplerden ötürü biraz zayıf düşmüşlerdi. Aradan yedi yıl geçtikten sonra üç günlüğüne geldikleri umre ziyaretinde Mekkeliler tarafından bu durumları dile getirilince Hz. Peygamber (s.a.v.), ashabına, o müşriklere karşı güçlü görünmelerini, onların oturduğu tarafa dolandıklarında daha çalımlı ve güçlü görünmelerini emretmiş ve onlar da bunu yapmıştı. Şüphesiz o gün için onların bu hareketi güçlü olduklarını ifade etmeye yetmekteydi. Ya bugün hacılar kendilerinin, Müslümanların güçlü olduğunu nasıl gösterebilecekler? Hiç şüphesiz hac yaparken bunu da düşünmeliyiz.
Tavafa, Kâbe sola alınarak başlanır. Nazargâh-ı ilâhî olan insanın kalbi, ‘Beytullah’ ile yani Allah’ın eviyle karşı karşıya gelir tavafta. Allah (c.c.), insanın şekline, kalıbına, malına mülküne değil, kalbine bakar. Bu yönüyle Kâbe ile insan kalbi arasında dikkat çekici bir ilgi vardır. Bu sebeple tavafta kişinin kalbi Kâbe tarafında yer alır. Bunda aynı zamanda tavafın ne kadar kalpten ve gönülden yapılması gerektiğine de bir işaret vardır. Birisinin etrafında dönmek, âdeta onun etrafında pervane kesilmek, sembolik olarak yürekten bağlılığı ve onun için her şeyini feda edebileceğini gösteren bir harekettir. Bu bakımdan Kâbe’yi tavaf, yalnızca Yüce Yaratıcı’ya yönelmenin ve yalnızca onun huzurunda eğilmenin ve ondan başkasına ibadet etmemenin fiilî bir göstergesidir. Tavafta hacı, Allah’ın huzurunda olduğunun bilinciyle, O’na yaraşan bir ta’zim ve hürmet, korku ile ümit arası bir muhabbet içerisinde olmalıdır. Tavaf ederken, Hz. İbrahim oğlu İsmail ile Allah’ın evini nasıl döne döne inşa ettilerse, hacı da aynı şekilde döne döne iman evini, gönül evini yani kalbini yeniden inşa etmelidir. Kâbe Allah’ın evi, kalpler de O’nun nazargâhıdır.
Medine:
Medine’ye giderken hacı, âdeta kendisinin de hicret etmekte olduğunu düşünmelidir. Buradaki hicret, hakiki bir hicret değil, mecazi bir hicrettir. Öncelikle Hz. Peygamber (s.a.v.)’in bir hadisinde buyurduğu gibi, “Allah’ın yasaklarını terk etme” (Buharî, İman, 4) anlamında bir hicrettir. Yani hacı bu hicretiyle, Allah’ın kendisine haram kıldığı yasakları terk etmektedir. İkinci olarak hacı ruhen ve zihnen Asr-ı Saadet’e hicret etmektedir. Birkaç günlüğüne de olsa, Medine’ye, Allah Rasûlü’ne ve Ensar’a misafir olmaktadır. Aslında, İslâm’ın yayıldığı ve yaşandığı iklimde, İslâm Tarihini, Hz. Peygamber’in hayatını, sahabeyi yeniden okuma, yerinde anlama ve tanıma imkânı vereceği için Medine ziyaretinin önemi büyüktür. Hz. Peygamber’in yaşadığı, dolaştığı, namaz kıldığı mekânlarda bulunmak, O’nun teneffüs ettiği aynı atmosferi teneffüs etmiş olmak elbette bir ayrıcalık ve bahtiyarlıktır. Orada nice vahiylerin öğretildiğini, nice hutbelerin okunduğunu, Sahabe-i Kiram’ın orada yetiştiğini, kısacası Medine’deki medeniyetin orada tesis edildiğini hatırlar. Medine toplumunun kalbi olan bu mescidin, İslâm medeniyetine nasıl merkezlik yaptığını düşünür. O anda kendisinin konumunu, durumunu gözden geçirir içinden. Bugünkü haliyle, o gün Rasûl-ü Ekrem’in çevresinde olsaydı, acaba Hz. Peygamber ile ilişkileri nasıl olurdu? Acaba Allah ve Rasûlullah sevgisi ağır basan, Allah yolunda, din uğrunda her türlü fedakârlığa koşan Ensar veya Muhacirler arasına girebilir miydi?
Yoksa dünya, ganimet, mevki makam hırsı ağır basanlar arasına mı düşerdi?
Hacı, Allah Rasûlü’nün dönemine yetişememişse de, O’nun mekânına ulaştığını, O’nun civarında bulunduğunu, O’na birkaç günlüğüne de olsa komşu olduğunun bilinciyle yaşar Medine’yi. Bunun ne büyük bahtiyarlık olduğunu anlayarak O’nun civarında takınılması gereken edebi, olgunluğu, ahlâk-ı Muhammediyye’yi elde etmeye çalışır.
Hz. Ebû Bekir (r.a.)’den teslimiyeti ve tasdik etmeyi, Hz. Ömer (r.a.)’den adaleti ve medenî cesareti, Hz. Osman (r.a.)’den edeb ve hayâyı, Hz. Ali (k.v.)’den ilim ve şecaati, Hz. Talha ve Abdurrahman b. Avf’tan cömertliği, Hz. Ebû Zerr ve Ebu’d-Derda’dan açık sözlülüğü ve zahidliği, Hz. Bilal-i Habeşî ve Ammar b. Yâsir’den sabretmeyi, Hz. Abdullah b. Ömer’den Hz. Peygamber’i nasıl izleyeceğini, Hz. İbn Abbas ve Hz. Âişe validemizden (Allah hepsinden sonsuz razı olsun) O’nu nasıl anlayacağını iyice öğrenir. Ruhuyla ve bedeniyle Allah Rasûlü’nün huzuruna varır ve samimiyetle salât ve selâm eder. Orada onun civarında olmanın ötesinde, huzurunda olduğunu idrak eder. Onu hakkıyla ve yakından tanıyamamanın eksikliği, sünnetlerini yeterince yaşayamamanın ezikliği ve her şeyden önemlisi ona layık bir ümmet olamamanın verdiği mahcubiyetle varır huzura. Ona inanmak, ümmeti olmak, civarında olmak, huzurunda olmak ve nihayet izinde olmak ne anlama gelmektedir ve nasıl gerçekleştirilecektir diye düşünür. Bu duygu ve düşüncelerle, kendi durumunun bir muhasebesini yaptıktan sonra söz verir kendi kendisine, âdeta Allah Rasûlü’nün mübarek elinden tutarak bey’at edercesine: “Hiçbir şeyi Allah ve Rasûlü’nün önüne geçirmeyeceğine” (Hucurat, 1), “Allah ve Rasûlü’ne itaat edeceğine”, bundan böyle bütün hayatında “Rasûl ile birlikte yol tutacağına” (Furkân, 27), O’nu kendisine “güzel bir örnek edineceğine” (Ahzab, 21) dair söz verir.
Medine’de kaldığı süre içinde, her namazını Mescid-i Nebevî’de kılmaya, fırsat buldukça Ravza’yı ziyaret etmeye, Hadis-i şerifte cennet bahçelerinden bir bahçe olarak nitelendirdiği Hz. Peygamber’in evi ile minberi arasında –izdihama yol açmamak, huzurunda olmanın edebini ihlal etmemek şartıyla- iki rekât da olsa nafile namaz kılmaya çalışır. Hz. Peygamber’in dünyada en yakın dostları olduğu gibi, ebedî istirahatgâhında da yanı başında bulunan Hz. Ebû Bekir (r.a.) ile Hz. Ömer (r.a.)’e de selâm verir ve dua eder. Gerek Hz. Peygamber’in hayatında, gerekse halifelikleri esnasında bu iki büyük sahabenin, İslâm’a ne büyük hizmetlerde bulunduğu bir şerit gibi geçer gözlerinin önünden.
Yine fırsat bulduğunda aralarında Hz. Osman, Hz. Abbas, Hz. Âişe, Hz. Fâtıma, Hz. Hasan gibi ileri gelen sahabelerin de bulunduğu Baki’ Mezarlığını, orada medfun olan yaklaşık on bin sahabeyi ziyaret eder, onlara da selâm verir ve dua eder; zira Hz. Peygamber (s.a.v.) de zaman zaman bu mezarlığa gider ve orada yatan müminler için dua ederdi.
Medine’de ziyaret edilecek en önemli yerlerden biri de Medine’nin 5 km. kuzeyinde yer alan Uhud’dur. Bedir Savaşı’ndan sonra sahabenin yaptıkları ikinci büyük savaş burada vuku bulmuştur. Hz. Peygamber bu savaşta yaralanmış, mübarek dişi kırılmıştı. Amcası Hz. Hamza, Mus’ab b. Umeyr ve birçok sahabe burada şehit olmuşlardır.
Dönüş:
Şeytanı dize getiremeden, nefsini dizginleyemeden, yeterince arınamadan, manevi dirilişi tam olarak gerçekleştiremeden, diğer ülkelerde yaşayan kardeşleriyle bile tanışamadan, konuşamadan, birbirlerinin dertlerini dinlemeden, hallerini sormadan, sorunlarını halletmeden ayrılık insan için zor bir ayrılık olacaktır. Bu şekilde bedeni o kutsal iklimden ayrılmak zorunda olan hacı, kalbini Kâbe’de bırakamayacağı için, Kâbe’yi yükler yüreğine. Allah’ın evi olan Kâbe ile Allah’ın nazargâhı olan kalbini birleştirir. Yüklendiği sadece Kâbe değildir aslında. Her ne kadar bir şeyler yapamadım kalbimi temizlenenler cümlesine katamadım diye üzülse de Allah aşkı, Allah sevgisi, Peygamber ve Sahabe sevgisi, Müslüman kardeşlerine karşı sevgi, saygı, kardeşlik duyguları onun kalbini istila edecektir. Çünkü Rabbimiz kendine gelen kullarını asla boş göndermeyecektir, biz öyle inanıyoruz.
Hacı, evine dönünce iki rekât namaz kılarak önemli bir ibadeti eda etmeyi nasip ettiğinden dolayı Cenâb-ı Hakk’a şükreder. Hacı, kendisini ziyarete gelenlere hacda şahit olduğu güzellikleri anlatır. Bu mübarek zaman ve mekânda yaşadığı birçok feyzi, bereketi ve muazzam sahneleri onlarla paylaşır. Milyonların bir arada bulunduğu bir yoğunlukta birtakım rahatsızlıklar, olumsuzluklar müşahede etse de, Kutsal İklim’e vefanın gereği, edeben bu tür anekdotları anlatmaz. Orada şahit olduğu birtakım olumsuzlukların nasıl bertaraf edilebileceği üzerinde İslâm toplumunun bir parçası olarak kafa yorar. Müslüman olmak kadar Müslüman ölmek nasıl şart ise, hac yapmak kadar hacdan döndükten sonra, orada kazanılan güzel hasletlerin korunması da o kadar önem taşır. Kıyamete kadar insanlığın yoluna ışık saçacak aydınlığın ilk çıktığı kutsal mekânlarda hac yaparak günahlarından arındıktan sonra bu arınmışlığın korunması, sürdürülmesi ve geliştirilmesi için gereken gayreti göstermek hacının en başta gelen görevi olmalıdır.
Mebrur bir hac bütün Müslümanların idealidir. Rabbim tüm Mü’minlere nasip eylesin.
Hadis & Yorum
Özlenen Rehber Dergisi 57. Sayı
Allah razı olsun sizden.