Kâmil İnsan Hakk’a Vuslat
Allah Azîmüşşan Hazretleri, peygamberlerini kullarının arasından seçtiği gibi kendisine yakın ve dost kıldıklarını da bu yolla çekip almıştır. Aslolan şudur; yakınlık, kulun kesbi sebebiyle değil Allah’ın kuluna katından bir atasıdır. Bununla beraber bu yakınlığın kendisine lütfedildiği insanlar da hep büyük gayret sahipleri olmuşlardır. Bu bahtiyar insanlar, kendilerine bu nimeti ihsan eden Cenâb-ı Zülcelâl’e kemal-i ahlâk ile kulluklarını izhar eylemişlerdir. Ahlâklarındaki bu güzellik, Allah’ın onları bu yüksek dereceye yükseltmiş olmasındandır.
Bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buymaktadır: “Allah bir kulu hakkında hayır dilediğinde onu sâlih kimselere, iyi¬lik ve ihsan yapmaya sevk eder. Allah bir kul hakkında şer dilediğin¬de de kötü ve fâsık kimselere iyilik ve ihsan yapmaya sevk eder.” (Câmiu’s-Sağîr, 1/254, Hadis No:375) Cenâb-ı Hak, sâlih kulları vesilesiyle kendisine yakınlık yollarını ve ahlâklarını dilediği kullarına alıştırır. Sâlih insanlarla olan dostluk ve onların itaatlerindeki güzellik, ahlâklarındaki kemalât ve Yaratan’a olan teslimiyetlerindeki ihlâs, etrafındaki insanların kulluklarındaki noksanlıkları görmelerine, neticesinde ise büyük bir nedamet duygusunun meydana gelmesine vesile olur. Nihayetinde bu hâl nasûh tevbe ile perçinleşir. Kul, kendisinde Allah’a isyan olarak varlığını devam ettiren ahlâkların çirkinliğini ve ağırlığını ruhunda en derin bir şekilde yaşamaya ve bu ahlâklarla muttasıf bir şekilde geçirdiği ömrü için Allah’tan hayâ etmeye başlar. Bu andan itibaren Allah’ın yasak kıldığı fiillerden şiddetle uzaklaşmaya çalışır. Kendisini hayra kavuşturacak güzel ahlâkı elde etmek için varlığını oluşturan künhüyle kemalât yollarına sülük eder. Sâlihlerle dost olmanın gereği de budur. Bu dostluk bağını kuramayanlar veya koparanlar bu hayra açılan kapıyı kendilerine kapatmış olurlar.
Allah’ın rızasını kazanabilme hususunda salih kullarla birlikteliğin önemine dair Efendimiz (s.a.v.)’in vermiş olduğu şu misal ne güzeldir.
Ebû Said (r.a.) Peygamber (s.a.v.)’in şöyle buyurduğunu anlatıyor: “Sizden önce geçen ümmetler arasında bir adam doksan dokuz kişiyi öldürmüştü. Bu yaptıklarından dolayı tevbesinin mümkün olup olmadığını öğrenmek üzere, yeryüzünün en âliminin kim olduğunu sordu. Kendisine bir rahibin en çok bilgili olduğunu söylediler. O rahibin yanına gelip kendisinin doksan dokuz kişiyi öldürdüğünü ve kendisi için tevbe imkânı olup olmadığını sordu. Rahib:
‘Hayır, yoktur.’ diye cevap verdi. Bu defa, adam o rahibi de öldürdü. Böylece öldürdüklerinin sayısı yüze çıktı. Sonra yine yeryüzünün en âliminin kim olduğunu sordu. Kendisine âlim olan bir kimseyi haber verdiler. Buradan âlimin yanına geldi ve yüz kişiyi öldürdüğünü, kendisi için tevbe imkânı bulunup bulunmadığını sordu. Âlim adam:
‘Evet, vardır. Seninle tevben arasına bir şey giremez, tevben daima makbuldür. Ancak filan beldeye git, orada Allah’a ibadetle meşgul olan bir kısım insanlar vardır. Sen de onlarla beraber Allah’a ibadet etmeye başla ve tekrar kendi memleketine dönme. Zira orası kötü bir yerdir.’ dedi. Adam gitti. Yolun yarısına gelince ölüm karşısına çıktı ve orada ruhunu teslim etti. Bunun üzerine rahmet melekleri ile azap melekleri kendisini almak hususunda münakaşaya başladılar.
Rahmet melekleri: ‘Bu adam, tevbe etmiş ve Allah’a yönelmiş olarak geldi.’ Azap melekleri ise: ‘Bu kimse, ömründe hayır işlememiş birisidir.’ diye ısrar ettiler. Bu münakaşa devam ederken insan suretinde bir melek (Cebrail aleyhisselâm) geldi. Onu aralarında hakem olarak seçtiler. Hakem olan melek:
‘Adamın kendi memleketi ile gitmekte olduğu belde arasındaki mesafeyi ölçün. Şu anda bulunduğu yer, bu ikisinin hangisine daha yakın ise, bu o tarafa aittir.’ dedi. Melekler ölçtüler ve gitmekte olduğu kasabaya daha yakın olduğu tespit edildi. Bunun üzerine kendisini rahmet melekleri teslim aldılar.” (Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Tevbe 46, 47, 48)
“Allah bir kulu hakkında hayır dilediğinde, onu sâlih kimselere iyi¬lik ve ihsan yapmaya sevk eder...” hadis-i şerifinden mülhem olarak denebilir ki; bu hayrı murad edenler, sâlih kullara tutunsunlar. Bu hayır ile muttasıf olmayanlar ise sâlih kullardan uzak olanlardır.
“Ey iman edenler, Allah’a karşı gelmekten sakının ve sadıklarla (doğrularla) beraber olun.” (Tevbe sûresi, 9/119) âyet-i kerimesi bu manada ne güzel bir hüccettir. Cenâb-ı Hak (c.c.) bir âyet-i kerimesinde; “...Rabbimiz! Günahlarımızı bağışla. Kötülüklerimizi ört. Canımızı iyilerle (ebrâr) beraber al.” (Âl-i İmrân suresi, 3/193) buyurmaktadır. Burada ebrar yani iyiler; Peygamberler, sâlihler ve sünnetle amel eden kimselerdir. “Canımızı iyilerle (ebrâr) beraber al.” duası ise; onların amelleri gibi amele muvaffak olmak, onların dereceleri gibi dereceye nâil olmak, onların sohbetlerine devam etmek ve neticesinde onların ölümleri gibi ölmek manasına gelmektedir. (Hülâsatü’l-Beyân, c.1, s.814) Zira “Her insan yaşadığı hâl üzere ölür ve her kul öldüğü hâl üzere diriltilir.” (İbn-i Hacer el-Heytemî, ez Zevacir. Ayrıca bkz. İbn Hanbel, el-Müsned, 3/331; Müslim, Cennet 83).
Allah’ın razı olmadığı niyet ve ahlâklara sahip olan kimseler dünyada insanlar tarafından taltif edilseler bile onların akıbetlerinde cennetle müjdelenmek yerine azaba düçar olma sözkonusu olacaktır. İşte o gruba dahil edilen bazı kimseleri Efendimiz (s.a.v.) şu şekilde anlatmaktadır: “Kıyamet günü hesaba çekileceklerin ilki, savaşta öldürülen bir kimsedir. O, (hesap için ilâhî huzura) getirilir. Allah Teâlâ, ona dünyada verdiği nimetleri hatırlatır; o da hepsini tanıyıp itiraf eder. Allah Teâlâ: ‘Onlarla ne yaptın?’ diye sorar. Kul: ‘Senin yolunda savaştım, nihayet şehit düştüm.’ der. Allah Teâlâ: ‘Yalan söyledin. Sen benim rızam için değil, sana kahraman desinler diye savaştın; nitekim öyle de dendi.’ der ve sonra emredilir, yüzüstü sürünerek Cehennem’e atılır.
İlk hesaba çekileceklerden birisi de ilim öğrenen, onu başkalarına öğreten ve Kur’an okuyan kimsedir. Allah Teâlâ ona da verdiği nimetleri tek tek hatırlatır, o da hepsini kabul ve itiraf eder. Sonra: ‘O ilminle ne yaptın?’ diye sorar. Kul: ‘Senin için ilim öğrendim, onu başkalarına öğrettim ve senin rızan için Kur’an okudum.’ diye cevap verir. O zaman Allah Teâlâ: ‘Yalan söyledin. Sen, sana, ‘âlim’ densin diye ilim öğrendin, ‘iyi Kur’an okuyucudur’ desinler diye Kur’an okudun. Nitekim öyle de dendi.’ der. Sonra emredilir, yüzüstü sürünerek Cehennem’e atılır. Daha sonra Allah’ın mal mülk vererek zengin kıldığı kimse getirilir. Ona da verilen nimetler hatırlatılır. Adam da: ‘Yâ Rabbi! Senin rızan için malımı harcayıp infakta bulundum’ der. O zaman Allah Teâlâ: ‘Yalan söyledin. Bilakis sen ‘şu adam cömert’ desinler diye malını harcadın. Nitekim senin için öyle de söylendi. Sonra emredilir. Bu kişi de yüzüstü sürüklenerek Cehennem’e atılır.” (et-Terğîb ve’t-Terhîb, Riya, h.no: 1; Müslim; Nesâî) Hadisten de anlaşılacağı üzere, bu insanların ateşe atılmalarına sebeb olan unsur, aslında onların yaptıkları ameller değildir. Bu amelleri yaparken taşıdıkları niyetlerinin ahlâkî bakımdan riya olarak tezahür etmesinden dolayıdır.
Güzel ahlâkın dinin yayılmasında da çok büyük bir tesiri vardır. Bunun en güzel örneklerini, elbette ki ahlâkın en güzelini yaşayan Peygamber Efendimiz’de görmekteyiz. Rauf ve rahim olan, gönlü şefkat dolu Peygamber Efendimiz (s.a.v.), evvelde canına kast eden Mekke müşrikleri Mekke’nin fethinde haklarında ölüm fermanı beklerlerken onları affı ile taltif etmiş ve Allah’ın yardımıyla müşriklerin taştan daha katı kalpleri bir anda yumuşamış ve imana daveti kabul eder hâle gelmiştir. İşte Kainatın Efendisi’nin hayatından birkaç tabloyu sizinle paylaşmak istiyorum!
Ebû Mahzûre b. Mi’yer (r.a.)’ın terbiyesinde yetim olarak yetişen Abdullah b. Muhayrız’dan rivayet edildiğine göre: Ebû Mahzûre, kendisini Suriye’ye göndermek üzere hazırlarken, Abdullah, Ebû Mahzûre’ye şöyle dediğini anlatıyor: “Ey amcacığım! Ben Suriye’ye gidiyorum ve senin ezan okuyuşunun (hikayesini) soruyorum.”
Ravi, bunun üzerine Ebû Mahzûre’nin şunu anlattığını belirtir: “Ben bir grupla birlikte yola çıkmıştım. Epey bir yol almıştık. Rasûlullah (s.a.v.)’in müezzini onun yanında namaz için ezan okudu. Biz de müezzinin sesini Rasûlullah (s.a.v.)’e arkamız dönük olarak işittik.
Biz onun sesini alaylı alaylı tekrar edip yansıladık. (Bu yaptığımızı) Rasûlullah (s.a.v.) işitti. Bize bazı kimseler yollayarak yanına çağırttı, önüne oturttu ve: “Kulağıma kadar gelen ses hanginizin?” dedi. Arkadaşlarım beni işaretlediler. Doğru da söylediler. Rasûlullah, onları geri çevirdi, beni alıkoydu. Sonra bana: “Kalk ezan oku!” dedi. Doğruldum. (Ezanı bilmediğimden) öyle mahcup olmuştum ki, o anda nazarımda Rasûlullah’tan ve yapmamı emrettiği şeyden daha menfur bir şey yoktu. Rasûlullah (s.a.v.)’in önünde doğrulmuş, öyle kalmıştım. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.), ezanı kendisi bana okudu. Arkadan: “Haydi söyle!” dedi. Ben de ezanın sözlerini tekrar ettim.
Ezanı bitirince Rasûlullah (s.a.v.) beni çağırdı ve bana içerisinde gümüş para bulunan bir çıkın verdi. Sonra elini Ebû Mahzûre’nın alnına koydu, arkadan yüzüne kaydırdı, sonra göğsü üzerine götürdü, sonra ciğerinin üzerine kaydırdı. Sonra Rasûlullah (s.a.v.)’in mübarek eli, Ebû Mahzûre’nın göbeği üzerine ulaştı. Sonra: “Allah seni mübarek kılsın, Allah sana bereket yağdırsın.” dedi. Ben de:
“Ey Allah’ın Rasûlü! Bana Mekke’de ezan okumamı emir buyursanız?” dedim.
“Haydi emrettim!” buyurdular.
Derken içimde Rasûlullah’a karşı duyduğum bütün kötü hisler kayboldu. Yerine Rasûlullah (s.a.v.) sevgisi doldu. Hemen Rasûlullah’ın Mekke’deki valisi Attab b. Esid’in yanına geldim. Rasûlullah (s.a.v.)’in emri sebebiyle Attab’ın yanında namaz için ezanı ben okudum.” (İbn-i Mâce; Ahmed b. Hanbel)
Ayrıca Mikdad b. Amr şöyle anlatıyor: Ben Hakem b. Keysan’ı esir aldım. Komutanımız onu öldürmek istedi. Ben dedim ki:
“Onu öldürme! Rasûlullah’a götürelim”. Böylece onu Rasûlullah’a götürdük. Rasûlullah onu durmadan İslâm’a davet etti. Fakat bu durum biraz uzun sürdü. Bir türlü imana gelmiyordu. Hz. Ömer:
“Ey Allah’ın Rasûlü! Neye binaen bu adamla konuşuyorsun? Yemin olsun bu ebediyyen müslüman olmaz. Bana izin ver de bunun boynunu vurayım da cehennemi boylasın” dedi. Rasûl-i Ekrem, Hz. Ömer’in bu teklifini kabul etmedi ve ona cevap vermedi. Sabır gösterdi, Hakem de sonunda müslüman oldu. Hz. Ömer dedi ki:
“Bir de ne göreyim adam müslüman oldu. Böylece geçmiş ve gelecekte beni mahcup etti. Kendi kendime dedim ki “Rasûlullah’ın benden daha iyi bildiği bir hususta nasıl Rasûlullah’a muhalefet edebildim. Oysa maksadım Allah’a ve Rasûlü’ne hizmet etmekti”. Yine Hz. Ömer şöyle demiştir: “Hakem müslüman oldu. Andolsun onun İslâm’ı güzel oldu. Allah yolunda cihad etti. Ta ki Maûne Kuyusu’nda şehid edildi. Binaenaleyh Rasûlullah kendisinden razı olduğu hâlde şehid düştü ve cennete gitti.” (İbn-i Sa’d, Tabakât’ul-Kübra, 4/137)
Kur’an Ahlâkı ve Hz. Abdullah Farukî el-Müceddidî
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “İman bakımından Mü’minlerin en üstünü, ahlâkları en güzel olanlarıdır.” (Tirmizî, Radâ` 11) buyurmuşlardır. Güzel ahlâk imanın ve neticesinde de imana bağlı olarak insanî olgunluğun en yüksek mertebesini oluşturur. O yüzdendir ki Cenâb-ı Hakk’a dost olanlar hep güzel ahlâkın mümessilleri olmuşlardır. İşte mürşid-i kâmillerin hâlleri de bu istikamet üzeredir. Nice ahlâkî güzelliklerden uzak insanlar, onların sohbetlerinde irşat olmuş, birçok insan onların bu yüksek ahlâklarından istifade etmiştir. Vefatının sekizinci yılında rahmet ve şükranla yâd ettiğimiz değerli büyüğümüz Abdullah Farukî el-Mücediddî hazretleri, yaşadığı dönemde bu güzel ahlâkın mümessili olmuştur. Bırakmış olduğu düsturlarla da kendisinden sonraki insanlara güzel ahlâkın rehberliğine devam edegelmektedir.
Abdullah Farukî el-Mücediddî hazretlerinin hayatında güzel ahlâkın nezih ve berrak tesiri çok açık bir şekilde zahirdir. Burada şu hakikate dikkat etmek lazımdır ki; güzel ahlâkın karşılığı kâmil bir imandır.
Kendisiyle tanıştığımız dönemlerde bizleri hayrette bırakacak derecede sık sık güzel ahlâkın üzerinde duruyordu. İlgili âyet ve hadislerin şerhine, anlaşılmasına ve itaat olarak yaşanmasına ayrı bir ehemmiyet gösterirdi. Öyle ki güzel ahlâka dair verdiği bu büyük önem sebebiyle dinin güzelliklerini sadece güzel ahlâk çerçevesinde anlatması derin hayretlerimize mucip olmuştu. Fakat onun yüksek ilmi ve irfanı, bunun hakikatin ta kendisi olduğunu öğrenmemize vesile oldu. Zira Efendimiz (s.a.v.); “Din, güzel ahlâktır.” (Deylemî) buyurarak konunun önemini ortaya koymuştur. İşte Mübarek Efendimin de güzel ahlâktan maksadı, kişinin şahsına münhasır olan davranışlardan uzak, Kur’an ve Sünnet’in emriyle şekillenen ve karşılığı ancak din olan ahlâklardır. İşte bu Kur’anî ahlâkın Abdullah Farukî hazretlerinin hayatında kemal manada nasıl yaşandığını şu örnekte açık bir şekilde görmekteyiz.
Abdullah Farukî hazretleri, Âl-i İmrân sûresi 133–134; “Rabb’inizden bir mağfirete ve genişliği göklerle yer arası kadar olup, Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için hazırlanmış bulunan cennete koşun. Onlar bollukta ve darlıkta Allah yolunda harcayanlar, öfkelerini yenenler, insanları affedenlerdir. Allah iyilik edenleri sever.” âyet-i kerimelerini tefsir ediyorlardı. Âyetle alakalı olarak Hz. Hasan efendimizin başından geçen bir hadiseyi anlattı: “Hz. Hasan efendimiz bir keresinde misafirleriyle beraberler idi. Kölesi kendilerine sıcak yemek getirirken ayağı takılmış ve sıcak yemek yanlışlıkla Hz. Hasan efendimizin başına dökülmüştü. Köle çok zeki ve akıllı olacak ki, bu hadise karşısında Hz. Hasan efendimiz öfkelenip de kendisine kızacağı esnada bu âyet-i kerimenin ‘Öfkelerini yutarlar’ kısmını okudu ve Hz. Hasan efendimiz derhal öfkesini yuttu. Devamla köle âyetin ‘insanları affederler’ kısmını okudu. Hz. Hasan efendimiz köleye: “Seni affettim!” dedi. Köle âyetin, ‘Allah iyilikte bulunanları sever’ bölümünü okuyunca da Hz. Hasan efendimiz; “Seni azat ettim. Allah rızası için hürsün” dedi ve köle özgürlüğüne kavuştu.
(Rûhu’l-Beyân, Bursevî, Âl-i İmrân 134. âyetin tefsiri)
Bu esnada psikolojik problemleri olan bir hasta okutulmak üzere mescide getirilmişti. Bu hasta bir anda Efendi hazretlerine çirkin sözler sarfetmeye, hakaret etmeye başladı. Kendisine yapılan böyle bir davranış karşısında yanında bulunan kardeşlerin akıllarından o adamı hemen kapı dışarı edip tazir etme fikri geçti. Çünkü Efendi hazretlerine böyle bir şey yapılması karşısında oradakilerin sessiz kalması mümkün değildi. Kardeşlerin bu düşüncesini anlayan Efendi hazretleri onlara engel oldu ve “Siz ne yapıyorsunuz, kendinize gelin!” dedi. Mescide getirilen diğer hastalara okuduğu gibi bu adama da okudu ve “Cenâb-ı Hak şifa versin!” diyerek hüsn-ü muameleyle yolcu etti. Sonra yanındakilere dönerek; “Biz şu anda hangi âyet-i kerimeyi okuyoruz ve kimden örnek veriyoruz. Hz. Hasan efendimizden örnek veriyoruz. Biz bu âyeti kerimeyi okurken Cenâb-ı Hak bizi bu şekilde imtihan etti. Bizim öfkemizi ve ne yapacağımızı denedi. Eğer biz ona sert bir şekilde karşılık verseydik Hz. Hasan efendimiz gibi hareket etmemiş olup bu âyeti kerimede zikredilen ahlâkı yaşamamış olurduk.” dedi ve bu âyeti kerimeyi tefsir ederken Cenab-ı Hakk’ın kendisini bu şekilde imtihan etmesinden dolayı sevindi.
Aslında insanların yaşadıkları ahlâklar, kalplerinin sahip olduğunun tezahürleridir. Abdullah Farukî el-Müceddidî hazretlerinin yaşadığı bu hadise de kalbinde bulunan asıl ahlâkın her hâlükârda Allah’a tam bir itaat olarak tezahürünün güzel bir örneğidir. Kendisi, bu hakikati hayatında şu veciz sözüyle ifade etmişir: “Dil kalbin kepçesidir. Orda ne varsa onu dışarıya döker.”
Açıklama:
sevgili okurlarımız burdaki yazıları sistem otomatik karakter ve tek renk yapıyor...derginin orjinal yazıları derginin jpg lerinde mevcuttur.Bilgilerinize sunulur..Site yönetimi...
Kemal Üzere Ahlâk
Özlenen Rehber Dergisi 57. Sayı
allah razi olsun sizden efendim allah sizi basimizdan eksik etmesin
EFENDİM her zaman ki gibi çok faydalı bir konu olmuş Rabbim sizden sonsuz razı olsun ve sizi bütün kötülüklerden ve en önemlisi insanların iftirasından korusun