Allah’a imanın rükûnlarından en önemlisi peygamberlere imandır.
لَيْسَ الْبِرَّ اَنْ تُوَلُّوا وُجُوهَكُمْ قِبَلَ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ وَلٰكِنَّ الْبِرَّ مَنْ اٰمَنَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَالْمَلٰٓئِكَةِ وَالْكِتَابِ وَالنَّبِيّ۪نَۚ وَاٰتَى الْمَالَ عَلٰى حُبِّه۪ ذَوِي الْقُرْبٰى وَالْيَتَامٰى وَالْمَسَاك۪ينَ وَابْنَ السَّب۪يلِ وَالسَّٓائِل۪ينَ وَفِي الرِّقَابِۚ وَاَقَامَ الصَّلٰوةَ وَاٰتَى الزَّكٰوةَۚ وَالْمُوفُونَ بِعَهْدِهِمْ اِذَا عَاهَدُواۚ وَالصَّابِر۪ينَ فِي الْبَأْسَٓاءِ وَالضَّرَّٓاءِ وَح۪ينَ الْبَأْسِۜ اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ صَدَقُواۜ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُتَّقُونَ.
’Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz erdemlilik değildir. Asıl erdemli kişi Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman eden; sevdiği maldan yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, yardım isteyenlere ve özgürlüğünü kaybetmiş olanlara harcayan; namazı kılıp zekâtı verendir. Böyleleri anlaşma yaptıklarında sözlerini tutarlar; darlıkta, hastalıkta ve savaş zamanında sabrederler. İşte doğru olanlar bunlardır ve işte takvâ sahipleri bunlardır.’ (Bakara 2/177)
Bu ayeti kerime çok önemlidir. Allah (c.c) birtek ayette islamı,imanı ve ihsanı cem etmiştir. Bu ayet Kur’an-ı Kerimin icazına verilebilecek örneklerden biridir. Bu icaza hiçbir beşerin gücü yetmez. Hz. Allah (c.c) bu ayeti kerimede peygamberlere imanı, imanın rukunleri arasında zikretmiştir. Peygamberler kullar için vahyin vasıtalarıdır. Öyleyse vasıtaları kabul etmemiz gerekir. Zira yaratılanlar vasıtaya ihtiyaç duyar. Bununla beraber vasıtaları inkar edenlerde mevcuttur. Bunlar vasıtaları inkar etmekle sebepleride inkar etmişlerdir.Allah (c.c) ise vasıtalara muhtaç değildir.
Şu bilinirki kullar, arada vasıta olmaksızın direk muameleyi kaldıramazlar. Bundan dolayı Rabbimiz vasıtalarla muamele eder. Dolaysıyla mahlukatın kaldıracağı ölçüde vasıta ve perdeler olmak zorundadır. Vasıtalara, yaratılanlar muhtaçtır; Halık (c.c) ise vasıtalara asla muhtaç değildir. Herkim vasıtaları inkar ederse bu inkar onu, vahyin vasıtaları olan peygamberleri ve vahyi inkara götürür.
’Allah (c.c) vasıtalara muhtaç değildir’ hakikatını söyleyip arkasından ’sende vasıtalara muhtaç değilsin’ iddiasını cahiller ve fasit itikat sahipleri öne sürüyorlar. Onlar bu iddianın peşinden giderekaslında peygamberleri ve vahyi inkar ediyorlar. ÖrneğinAllah (c.c) şifayı ilaç ve tedavi vasıtasıyla veriyor. İnsanı erkek ve kadının evliliği vasıtasıyla yaratıyor. Evlilik olmadan ne insan neslinin çoğalması ne de hayatın devamlılığı olur. Sebepler olmazsa sebeplerin neticesi de olmaz. Evet, sebeplerin bizzat kendisi tesir edici değildir. Fakat Hz. Allah (c.c) ilaç ve tedaviyi şifaya, evliliğide insan neslini yaratmaya sebep ve alamet kılmıştır. Cenab-ı Hakk sebepsiz de yaratır. Dolayısıyla sebepler ancak birer perdedir. Onunla kullarından dilediğini perdeler. Kullarına hikmetini ve kudretini bu sebepler içerisinde gizlediğini bildirmiştir.Sebep ve hikmetlerin ceryan ettiği yer,bu dünya alemidir. Zaten dünya aleminin diğer bir ismi de hikmet alemidir. Rabbimize gaybi olarak iman etmemiz de Rabbimizin hikmetlerindendir. Ölümden sonra ise gayb müşahedeye dönüşecektir. Şayet gaybi şeyler müşahede edilseydi müminle kafirin arası ayırt edilemezdi. Zira herkes iman eder boyun bükerdi. Rabbimiz ise imtihan etmeyi dilemiştir. Bu sebepten mahlukat için gaybların olması ve bu gayblara delalet eden alametlerin olması gerekir. Bu alemetleri mahlukata ulaştırmaya vasıta olanlar, vahyi almaya kabiliyetli ve aldığı vahyi diğer mahlukata ulaştırmaya ehil olmalıdır. İşte peygamberler Allah’ın muratlarını mahlukata tebliğ etmedeki vasıtalarıdır. Dolayısıyla peygamberlerin varlığı zorunludur.
Akıl vahiy olmadan tek başına yeterli midir? Aklın bu husustaki yeri nedir?
Akıl, Allah’ın sıfatlarını, fiilerini ve muratlarınıbilmekten acizdir. Akıl, Cenab-ı Hakkın sevdiği-sevmediği,razı olduğu-olmadığı şeyleri bilmekten acizdir. Yine akıl niçin yaratıldığımızın neticesini/cevabını ve ölümden sonraki bizi bekleyen hadiseleri tek başına bilmekten acizdir. Akla sorulsa akıl tek başına bu sorulara cevap veremez.
Akıl ancak seni şuna ulaştırır:
Her hareketin bir faili/müsebbibi vardır.
Her varlık onu var edene delalet eder.
Bunlar; kainatta, gerek senin şahsında,gerekse etrafındaki düzeni ve bu düzeni koyanın varlığına delâlet eder. İlâhın olduğuna delâlet eder. İşte akıl buraya kadardır.
Peki bu İlâhın adı nedir? Sıfatları nedir? Benden muradı nedir? Beni niçin yarattı ve benden ne istiyor? Ölümden sonra ne var?
Bu soruların cevaplarını vahiy, peygamberler yolu ve vasıtasıyla verir. Öyleyse Allah’ı (marifeti) bilmek ancak peygamberlerin varlığına imanla mümkündür. Her kim اشهد ان لا اله الا الله der ve و اشهد ان محمدا عبده ورسوله demezse bu kişi mümin sayılmaz ve ahirettede kurtulamaz. Çünkü; Allah (c.c) kendisine imanı, marifetine vasıta kıldığı peygamberlere iman olmaksızın kabul etmez, etmiyorda. Dolayısıyla biz vasıtalara ve sebeplere muhtacız. Çünkü bizim Hz. Allah’tan direk almaya gücümüz yetmez, biz zayıfız. Allah (c.c) ayetinde buyurduğu gibi bizi zayıf ve muhtaç olarak yaratmıştır.
وَخُلِقَ الْاِنْسَانُ ضَع۪يفاً ’… çünkü insan zayıf yaratılmıştır.’ (Nisa 4/28)
İnsan kendi cinsinden olmayanlarla(meleklerle) doğrudan irtibata geçemez ve buna tahammülde edemez. İnsan dünyada melekut alemini göremez. Şayet bize dünyada iken meleküt alemi açılsa ve biz melekleri gökte ve yerde,cinleri de yeryüzünde dolaşırken görsek,cennet ve cehennemi temaşa etsekaklımız yerinde istikrarlı duramaz ve biz bu dünya hayatında yaşayamayız.Allah (c.c) biz dünyada yaşayabilelim diyebütün bunları bizden gizlemiştir. Çünkü Allah (c.c) dünyayı imar edelim diye bizi dünyada halife tayin etmiştir. (Bakara 2/30)Dünyada kendisine kulluk yapalım ve koymuş olduğusebepler vasıtasıyla kendisini bilelim istemiştir. Evet yine tekrar edelim Peygamberler olmazsa olmaz vasıtalardır. Her kim vasıtayı kabul ederse bu söz onu Allah’a imana ve Allah’ın kainattaki muratlarını bilmeye götürür.Büyük velilerden Abdüsselam Meşişi Hazretleri şöyle söylemişlerdir: ’Şayet vasıta olmasaydı vasıta olana ulaşılamazdı.’ İşte bu zatlar Hz. Allah’ın basiretlerini nurlandırdığı velilerdir. Her kim vasıtayı inkar ederse bu sözün sonu küfürdür. Çünkü peygamberlerin vasıtalığında şüpheye düşenler onların getirdikleri hususunda şüpheye düşmekten kendilerini kurtaramazlar.
Bu sebeplerden dolayı peygamberlerin mutlaka özel sıfatlarla sıfatlanmış olması gerekir. Bu özel sıfatlar onların zahirde beşer olmasını gerekli kılar. Böylece sen onlardan alabilesin. Çünkü aynı cinsten olmamak ayrışmaya, uzaklaşmaya götürür. Bundan dolayı peygamberlerin senin cinsinden yani beşer olası gerekir. Sen beşersin sana gönderilen peygamberde senin gibi beşer olur. Dolayısıyla onların zahirde beşer olmaları ve beşerin taşıdığı özellikleri taşımaları gerekir.
Örneğin ölüm ve hayat: Onların da başlangıcı ve sonu vardır, doğarlar ve ölürler. Diğer beşerler gibi acıkır, susar, su içer,yorulur,hasta olur,sevinir,üzülür,acı çeker,mutlu olur, ağlarve gülerler. Yani bütün beşeri sebepler onlarda da olur. Öyleyse Peygamberlere de sair beşerin başına gelenler gelebilir. Peygamberler de sair insanlar gibi hasta olurlar. Fakat, Allah (c.c) risaletlerini insanlara tebliğ etmelerine engel olacak hastalıklardan onları korumuştur. Çünkü bazı hastalıklar vardır ki hem çok eziyet verir, hemde insanları uzaklaştırır. Örneğin bulaşıcı hastalıklar gibi. Onlar bir başkasına bulaşabilecek bir hastalıkla hastalanmazlar. Çünkü peygamberlere yakın olmak berekettir. Şayet bulaşı hastalıklar olsa o zaman onlara yakınlık kerih şeylerden sayılırdı. Dolayısıyla onların bulaşıcı bir hastalığa düçar olmaları imkansızdır. Evet onlar insanları kendilerinde nefret etirici ve uzaklaştırıcı hastalıklardan korunmuşlardır.
Zira Allah (c.c) onları:
İnsanların kendisiyle ünsiyet etmesi ve,
Kendilerinden istifade edip almaları için yaratmıştır.
Bundan dolayı Allah (c.c) onları, insanları kendilerinden uzaklaştırıcı hastalıklardan korumuştur. Örneğin hastalıktan dolayı kötü kokmak, vücutlarından irin akması,şekillerinin bozulması ve bazı duyularının kaybına sebebiyet verecek hastalıklardan korunmuşlar ve bu gibi durumlardan münezzehtirler.
Evet onlar şu hastalıklar hariç normal hasta olabilirler:
• Bulaşıcı hastalıklar
• İnsanların kendilerinden uzaklaşacağı hastalıklar
• Vazifelerini yapmalarından aciz bırakan hastalıklar.
Diğer hastalıklarüzerlerinde vuku bulabilir. Zira Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: ’Ben hummanın elemini sizden normal iki adamın hissettiği acıdan iki katı hissediyorum.’
Bunun üstüne Enes b. Malik (r.a) şöyle dediler: ’Bu ecrinizin ziyadeleşmesi için değil mi?Ya Rasulallah.’
Efendimiz (s.a.s.) : ’o bunun içindir.’ buyurdu.(Buhari Bed’ul-Halk Hadis no:1911)
Şayet şiddetli bir hastalığa tutulursa sevabı daha çok veriliyor. Çünkü sabrı o ölçüde daha ziyade oluyor.Evet, Peygamberler bizler için Allah’ın kaza ve kaderinde örnek alacağımız imamlardır.
Peygamberler diğer insanların bazı özelliklerine sahip oldukları gibi birde meleki olan, onları sair beşerden ayrıcalıklı kılan bazı hususiyetlerle de muttasıftırlar. Asla nefisleri onlara masiyeti fısıldayamaz. Yani onların akıllarına masiyet düşüncesi bile gelmez. Niçin? Çünkü onların kelamı şeriattır,hareketleri ise ibadettir. Şayet bazı davranışlarda bulunup günah işleseler o zaman onların bu davranışları sünnet olurdu. Buise imkansız bir durumdur. Çünkü Peygamberlerin fiileri örnek alınması ve uyulması gereken sünnetlerdir. Kendisine uyulması için peygamber olarak gönderilen bu zat nasıl günah işler ve bu günah senin için nasıl sünnet olur. Küfrü ve günahı mahvetmek için gönderilen günaha nasıl örnek olur. Bu nedenlemasiyet onların hatırlarından bile geçmez ve azalarında da sudur etmez. İşte anlatılan bu manaya ismet sıfatı denir. Peygamberler masumdurlar. Onların masum olmaları mutlak zorunluluktur. Peygamberler bütün zemmedilen sıfatlardan ve layık olmayan bütün fiillerden masumdurlar.
İsmet sıfatı onlarda şunu gerekli kılar; Allah’ın emrettiklerini hiçbir şey gizlemeden tebliğ ederler. Çünkü Allah (c.c) onları tebliğ için göndermiştir. Bizlerin onlar hakkında Allah’ın emrettiği bazı şeyleri gizledikleri zannına kapılmamız imkansızdır. Şayet biz böyle zannedersek direk olarak onların vazifelerini taan etmiş oluruz. Dolayısıyla mübelliğ olmaları, emin olmaları zorunluluktur.Çünkü emanetin zıddı hiyanettir. Hiyanet ise zemmedilen bir ahlaktır. Bir Peygamberin hain olması ise imkansızdır. Peygamberler mutlaka emindirler. Aynı şekilde Peygamberler sözlerinde, fiilerinde, zahir ve batın hallerinde sadık ve doğrudurlar. Zira doğruluğun zıddı yalandır. Yalan ise bütün dinlerde ve bütün akıl sahiplerinin yanında zemmedilen bir ahlaktır.
İsmet sıfatının genel kapsamı şöyledir ;
Peygamberler haram olan fiileri ve layık olmayan şeyleride yapmazlar.
Onlar hakkında büyük günahlar caiz değildir.
Hatta ve hatta kalblerinden günahın havatırı dahi geçmez. Nefisleri onlara günah hususunda münazaha dahi edemez. Onlar bundan münezzehtir.
Örneğin sair beşerin kalbine gelen şehevani havatırlardan onlar münezzehtirler. Bizler hakkında şu mümkündür; Nefislerimize şehevi havatırlar gelebilir fakat bunu gerçekleştirmeye imanımız engel olur. Peygamberlere gelince asla ve kat’a bu havatırlar onların akıllarına dahi gelmez. Kaldı ki bu havatırlar azalarında zuhur etsin, mümkün değil. Evet,müslümanlar olarak bütün Peygamberlerin masum olduklarını idrak edip buna iman etmemiz gerekir.
Peki, bazı ayetlerin bu anlatılan manaların zıddına gibi görünmesini nasıl anlamalıyız?
Bizim bu gibi ayetleri Allah’ın muradı üzere anlayıp tevil etmemiz gerekir. Lugavi ihtimallere göre anlamaya kalkmak yanlıştır. Çünkü lugatte birçok vecihler vardır. Bunlara bazı örnekler verelim.
• Hz. Adem (a.s) :
Hz. Adem (a.s)’ı Allah (c.c) ilk insan olarak yarattı. O Peygamberdir. Rasulullah (s.a.s.) Efendimize Adem (a.s) peygamber miydi? diye soru soruldu.Efendimiz (s.a.s.) : ’Peygamberdir ve Allah’ın kendisiyle konuştuğu bir peygamberdir.’ buyurdu. (Ahmed İbn Hanbel, Müsned, V, 265)Evet Allah (c.c) Adem (a.s) ile konuşmuştur. Melekleri ona secde ettirmiştir. (Bakara 2/34)Peki bizler, masiyet onların akıllarına bile gelmez itikadına sahip olmamızla beraberAdem Adem (a.s)’ın nübüvvetini, yasaklanan ağaçtan yeme fiiliyle nasıl bağdaştıracağız?(Taha 20/121)Buna şöyle cevap veririz:
Hiç şüphesiz Allah celle celalühü Adem (a.s)’ı insan olarak yaratmıştır. İnsan ise unutabilen bir varlıktır. (Taha 20/115)Allah (c.c) kaderde Adem (a.s) ve eşinin cennette belirli bir dönem yaşamalarını takdir etmişti. Sonra Adem (a.s) zürriyetine, Allah’a karşı kusur işledikleri vakit nasıl haraket edeceklerini ve nasıl tövbe edeceklerini öğretmek için bir sebep mucibince cennetten çıkarıldı. Zira melekler masiyet nedir bilmediklerinden Allah’ın tevvab ve rahim olduğunuda bilmiyorlardı. Allah (c.c) Adem (a.s)’ı cennettten bir sebebe bağlı olarak çıkarmakla meleklerin çoğuna gizli kalan diğer ilahi sıfatlarını Adem (a.s) vasıtasıyla öğretmeyi diledi. Bundan dolayıda melekleri Adem (a.s)’a secde ettirdi. Onlara zatının diğer sıfatlarını öğretti. Çünkü melek günah işlemez ki istiğfar yapsın ve Allah’a tövbeyle dönsün. Melekler Allah’ın tevvab ve rahim olduğunu kendilerinde yaşamamışlardır. Melekler Allah (c.c) hakkında bütün kemal ve celal sıfatları bilirler. Fakat rahmet, ra’fet ve cemal sıfatları bilmezler. Evet Adem (a.s) ağaçtan yememe nehyini, unutarak yaptı. Bu manayı Rabbimiz ayette şöyle buyurdu:
وَلَقَدْ عَهِدْنَٓا اِلٰٓى اٰدَمَ مِنْ قَبْلُ فَنَسِيَ وَلَمْ نَجِدْ لَهُ عَزْماً۟ ’Biz daha önce Âdem’den söz almıştık, fakat o unuttu; biz onda yeterli bir kararlılık görmedik.’ (Taha 20/115) Bu ayeti kerimede Allah (c.c) Adem (a.s)’ın özrünü, önce zikretti. Yani o ağaçtan kasıt olmadan unutarak yedi ve O bunda mazurdur. Şuda bilinir ki masiyet kasıtla işlenir,unutmakla işlenmez. Fakat Allah (c.c)dilediklerinde latif olduğu ve hükümlerinde hesaba çekilemez olduğu için Adem (a.s)’ın şeriatında unutmayı cezalandırma mucibi kıldı. Dünyada ceza verip ahirette ceza verilmemesini takdir etti. Bizim şeriatımızda ise unutan kimse ne dünyada nede ahirette sorumlu değildir. Adem (a.s)’la başlayan - unutan kimsenin dünyada cezalandırılıp ahirette cezalandırılmaması- bu şer’i hükümbütün peygamberlerin şeriatında devam etti. Taki Rasulullah (s.a.s.) gelip şöyle buyuruncaya kadar: إِنَّ اللَّهَ تَجَاوَزَ لِي عَنْ أُمَّتِي الْخَطَأَ وَالنِّسْيَانَ وَمَا اسْتُكْرِهُوا عَلَيْهِ
’Allah, benim için, ümmetimin hata ile, unutarak veya baskı ve tehdit altında işlemiş olduğu günahları bağışlamıştır.’ (İbn Mace Talak 16)
Geçmiş ümmetler bunlardan sorumlu idi. Efendimiz (s.a.s.)’in hürmetine Allah (c.c) bunları bu ümmetten kaldırdı. Geçmiş ümmetlerde bunlardan dolayı dünyada sorumluluk var ahirete yok idi.Ümmet-i Muhammed için hem dünyada hemde ahirette sorumluluk kaldırıldı.
Allah (c.c) Adem babamızı insan suretinde yarattı. İnsan ise unutur. Allah (c.c) onun ağaçtan unutarak yemesini takdir etti ki böylece Adem (a.s) zahirde masiyet gibi görüken bu fiili işlerken bile masum olsun. Zahirde bu yasağı işlemiş gibi gözüksede hakikatte o âsi değildir. Neden? Çünkü onu unutarak yaptı. Allah (c.c) bu masiyeti Adem (a.s)’ın suretinde icra ettirmeyi diledi ki zürriyetinden gelenler günah işlediklerinde ne yapmaları gerektiğini bilsinler,öğrensinler. Böylelikle bir örneğin üzerinde yaşatarak öğretilmesi gerçekleşmiş oldu. Babamız Adem (a.s) -tabi meleklerde hayret içerisinde bekliyor – ağaçtan yedi,zahirde Rabbimizin emrini çiğnedi. Sonra istiğfar etti, tövbe etti. (Araf 7/23)Allah (c.c) onun tövbesini kabul etti. (Bakara 2/37)Bütün bunlarla kendisine secde etmelerindeki hikmeti öğretti. Adem (a.s)’ın meleklerin hocası ve öğretmeni olduğunu izhar etti. Dolayısıyla Adem (a.s)’ın kendisi, Allah’ın beşer için dilediği bir örnektir. O ağaçtan yediği halde bile masumdu. Çünkü unutarak yedi. Ez cümle Adem (a.s)’ın ağaçtan yemesi peygamberlerdeki masumluğu bulandıramaz. Bundan dolayı da Rabbimiz bu fiili bize anlatırken Adem (a.s)’ı savunarak anlatmıştır.(Bkz. Araf 7/20-23, Taha 20/115, 122-123)
Kur’an-ı Kerimde peygamber kıssaları anlatılırken Adem (a.s) kıssasında olduğu gibi, zahirde bazı ayetlerde onların günah işlediği gözümüze çarpar. Örneğin Musa (a.s):
Musa (a.s) hakkında Kasas suresi 15. Ayette zikredilen adam öldürmesi hususu anlatan ayeti celile gibi.
وَدَخَلَ الْمَد۪ينَةَ عَلٰى ح۪ينِ غَفْلَةٍ مِنْ اَهْلِهَا فَوَجَدَ ف۪يهَا رَجُلَيْنِ يَقْتَتِلَانِۘ هٰذَا مِنْ ش۪يعَتِه۪ وَهٰذَا مِنْ عَدُوِّه۪ۚ فَاسْتَغَاثَهُ الَّذ۪ي مِنْ ش۪يعَتِه۪ عَلَى الَّذ۪ي
مِنْ عَدُوِّه۪ۙ فَوَكَزَهُ مُوسٰى فَقَضٰى عَلَيْهِۘ قَالَ هٰذَا مِنْ عَمَلِ الشَّيْطَانِۜ اِنَّهُ عَدُوٌّ مُضِلٌّ مُب۪ينٌ
’Mûsâ, ahalisinin farkedemeyeceği bir vakitte şehre girdi. Orada, biri kendi halkından, diğeri düşman taraftan olan iki adamın birbirleriyle kavga ettiğini gördü. Kendi halkından olan kişi, düşman taraftan olana karşı ondan yardım istedi. Bunun üzerine Mûsâ ötekine bir yumruk vurup ölümüne sebep oldu; sonra şöyle dedi: "Bu şeytanın işidir; o gerçekten ayartıcı ve apaçık bir düşman!’ (Kasas 28/15)
Bu öldürme hata ile öldürmektir. Çünkü Musa (a.s) efendimiz onu asla öldürmeyi istemedi. Biz de biliyoruz ki masiyet kasten işlenir, hata ile değil. Musa (a.s) efendimiz kavga eden iki kişi arasına girip ayırmak istedi. O aynı zamanda güçlü kuvvetli bir kimseydi.Firavunun sarayında ve Mısır halkı arasında büyük bir devlet ricali olarak bilinip tanınıyordu. Firavun’un Musa a.s’ı sevdiğini, ve onun elinde yetişdiğini biliyorlardı. Bu kavgada Mısırlı kıpti bu vasıfların sahibi Musa (a.s)’ı karşısında görünce, korkudan titremeye başladı. Kalbi durdu ve öldü. Musa (a.s) ise onu öldürmeyi hiç kastetmemişti.
Öyleyse Musa (a.s)’ın Kıpti’yi öldürülmesi kasti bir adam öldürme ve cinayet değildir. Bu hata ile adam öldürmedir.Musa (a.s) kıptiyi bu kavgadan engellemeye çalışıyordu. Dolayısıyla Musa (a.s)’ın kavga esnasında itmesi bu adamın kalbinin durması anına muvafık geldi ve adam öldü. Bu hadise bi’setten önce gerçekleşmiştir. Bi’setten önce bile olması, bizim Musa (a.s) hakkında masum bir peygamber olduğu itikadımızı kesinlikle bulandırmamalıdır.
Mısır kanunlarında ister hata ister kasten olsun adam öldüren kimse öldürülürdü. Şayet öldüren kimse on yıl yakalanmazsa bu hüküm düşerdi. Allah (c.c)Musa (a.s)’ın Medyen’e gidip orada on yıl kalmasını takdir etti. (Taha 20/40, Kasas 28/21-22)Musa (a.s) Medyen’de on yılı tamamlayınca ailesini özleyip tekrar geri döndü.(Kasas 28/29-35)
Dolayısıyla Musa (a.s) Medyen’de kaldığı zamanlarda, Allah (c.c) O’nu korumuştu. Allah (c.c.) O (a.s.) na peygamberlik verdi. Daha sonra Musa (a.s.) Cenab- Hakkın emri ile Firavun’a tebliğe gitti.Musa (a.s) firavunla konuşunca Firavun şöyle dedi:
قَالَ اَلَمْ نُرَبِّكَ ف۪ينَا وَل۪يداً وَلَبِثْتَ ف۪ينَا مِنْ عُمُرِكَ سِن۪ينَ﴿١٨﴾وَفَعَلْتَ فَعْلَتَكَ الَّت۪ي فَعَلْتَ وَاَنْتَ مِنَ الْكَافِر۪ينَ
’(Makamına vardıklarında Mûsâ’ya) Firavun şöyle dedi: "Biz seni çocukken himayemize alıp büyütmedik mi? Hayatının nice yıllarını aramızda geçirmedin mi? Sonunda yapacağını yaptın. Sen nankörün birisin!’ (Şuara26/18-19)
Musa as da şöyle cevap verdi :
قَالَ فَعَلْتُـهَٓا اِذاً وَاَنَا۬ مِنَ الضَّٓالّ۪ينَۜ ﴿٢٠﴾ ’Mûsâ, "Ben" dedi, "O işi, (sonunun ölüme varacağını) bilmeden yaptım’(Şuara 26/20)
Burada ayetin içinde ’من الضالين’ geçiyor. Ayete bakıldığında dalaleti zahirde kendi nefsine nisbet ediyor. Hemen diyelim burada geçen ’الضال’ yoldan çıkma, azgınlık veya sapıklık manasında değildir. Çünkü Musa (a.s) peygamberdir. Buradaki manası hayret, şaşkınlık manasındadır.
Yani mana şudur :
’Ben beni israili, senin onları ezmanden, onları zelil kılmandan, kadınları bırakıp çocukları öldürmenden, bütün bu zulümlerinden onları nasıl kurtaracağım hususunda hayret ve şaşkınlık içindeyim. Allah (c.c.) bana peygamberlik ve rasullük verdi ve benimle konuştu, bana onları bu zulümden nasıl çıkarıp kurtaracağımı da öğretti.’
Bundan dolayı burada geçen ’dalalet’ kelimesi azgınlık, yoldan sapma ve sapkınlık manasında değildir.
Zira bu kelime peygamberlere nisbet edilmiştir ki Onlar da masumdur. Hiçkimse bu ayeti yanlış anlayarak peygamberlerin bi’setten önce masum olmadıklarına delil getirmeye kalkmasın!
Çünkü bu durumda insan bu ayetleri, siyaken gerektirdiği manasına göre değil de sadece lafzın zahirine göre anlamış olur. Mutlaka bu ayetlerin siyakını anlamada derin bir ilim sahibi olmakgerekir ki doğru anlaşılabilesin.Zira Kur’an arapçadır.
Peygamber Efendimiz (s.a.s.) hakkında Rabbimiz’in buyruğuna bir bakalım:
ووجدك ضالا فهدى(Rabbin) Seni dalatte bulupta doğru yola iletmedi mi (Duha 93/7)
Bu ayette Rabbimiz dalaleti Efendimiz (s.a.s.)’e nisbet etmiştir. Evet الضال"kelimesi arapçada birçok manaya gelir. Şayet bu kafire hitaben söylenmişse dalalet azgınlık,yoldan sapma ve sapkınlıkgibi Hak’tan uzaklık manasındadır. Şayet söz bir peygambere veya salih bir zata hitaben söylenmişse hayret ve şaşkınlık manasındadır.
O zaman ayetin manası şöyle olur : Sen kavmini putlara tapıyor olarak buldun, sen de onların putlara tapmalarını istemiyor ve kerih görüyordun. Onların nasıl hideyete, doğru yola erecekleri hususunda hayret ve şaşkınlık içindeydin. Allah (cc) da onlara hidayet etti.
Ayette Rabbimiz’ فهدى ’ buyuruyor , ’ فهداك’ ’seni hidayete erdirdi’buyurmuyor.Dalaletin kavmi ile alakalı olduğunu, Efendimiz (s.a.s.) ile alakalı olmadığını beyan etmek için böyle buyuruyor. Yani haktan çıkma, sapma manasında olan dalalet kavmi ile alakalıydı. Allah (c.c.) da Peygamber Efendimiz (s.a.s.) ile onlara yol gösterdi, hidayet etti.
Arapçada dalalet kelimesi karışma, iç içe geçme masında da gelir. Örneğin şöyle denir : ’ ضل الماء في اللبن ’yani su sütün içine karıştı. Süte biraz su koysan suyun eserini sütte bulamazsın, karışır.
Bu manaya göre ise: ’Rasulullah Efendimiz (s.a.s.) bir erkek zat olarak Kureyş’in erkekleri arasında onlarla karışmış yaşıyordu. Efendimiz (sa.s.)’in ayrılacağını bilmiyorlardı. Mevla ise Efendimiz (s.a.s.) in faziletini, kendi katındaki yüceliğini vahiyle izhar etti. Efendimiz (s.a.s.) i onlardan temayüz ettirdi ve ayırdı. O’nu ayrıcalıklı kıldı. Onlarla iç içe yaşamandan dolayı onlar Efendimiz (s.a.s.) in kıymetini bilmiyorlardı. Üstünlüğünü vahiyle onlara izhar etti’ demektir.
Arapçada dalalet kelimesi sevgi manasına da gelir.
اِذْ قَالُوا لَيُوسُفُ وَاَخُوهُ اَحَبُّ اِلٰٓى اَب۪ينَا مِنَّا وَنَحْنُ عُصْبَةٌۜ اِنَّ اَبَانَا لَف۪ي ضَلَالٍ مُب۪ينٍۚ
’Hani kardeşleri demişlerdi ki: "Yûsuf ile öz kardeşi babamızın gözünde bizden daha değerli. Halbuki bizim sayımız daha çok. Şüphesiz ki babamız apaçık bir yanılgı içinde!’ (Yusuf 12/8)Yani babamız Yusuf’a karşı şiddetli bir sevgi içinde.
Zira onlar babaları Yakup (a.s.) ın peygamber olduğunu biliyorlardı. Dolayısıyla küfür, Haktan sapma manasında dalaleti babalarına nispet etmeleri imkansızdır. O zaman mana;’babamız şiddetli bir sevgi içindedir’ demektir.
Şu da malumdur ki : Bir kimse mahbubunu şiddetle severse, mahbubuyla sevginin şiddetiyle meşguliyetinden hayrete düşer. Bundan dolayı aşık ve şiddetli seven kimseye Arapçada ’ الضال ’ denir.
Yusuf suresindeki kıssada kadınlar şöyle dediler:
وَقَالَ نِسْوَةٌ فِي الْمَد۪ينَةِ امْرَاَتُ الْعَز۪يزِ تُرَاوِدُ فَتٰيهَا عَنْ نَفْسِه۪ۚ قَدْ شَغَفَهَا حُباًّۜ اِنَّا لَنَرٰيهَا ف۪ي ضَلَالٍ مُب۪ينٍ
’Şehirdeki bazı kadınlar, "Aziz’in karısı, hizmetindeki genç ile beraber olmak istiyormuş; (Yûsuf’un) sevdası kalbine işlemiş! Biz onu gerçekten açık bir sapkınlık içinde görüyoruz" dediler. ’… yani biz onu Yusuf’a karşı şiddetli bir sevgi/aşk içinde görüyoruz.’(Yusuf12/30)
Evet, görüldüğü gibi dalalet kullarda ’sevgi’, ’aşk’ manasında kullanılmıştır.
Buna göre : (ووجدك ضالا فهدى) Yani seni Hakk’ı şiddetli seviyor olarak buldu. Dolayısıyla Mevlân senin vasıtan ile mahlukatı Hakk’a hidayet etti. Seni mahlukata faydalı olmayı seviyor olarak buldu. Zira sen rahmet ile boyandın. Sen rahmetsin. Mevlan senin ellerinin üzerine rahmeti akıttı, icra etti.
Arapçada dalalet kelimesi kaybolmak manasına da gelir.
Örneğin şöyle denir ’ ضل الغلام في الطريق ’Çocuk yolda kayboldu’. Efendimiz (s.a.s.) birgün çocukluk döneminde dedesi ile çölde iken kayboldu. Cebrail (a.s.) bir adam suretinde gelerek elinden tuttu ve dedesine teslim etti.
Evet şu da malumdur ki çölde kaybolan ölür. Zira çöl deniz gibidir. Orada bir insan kaybolursa ölür. Açlık ve suzuzluktan ölür. Veya vahşi hayvanlara yem olur. Dolayısıyla Rabbimiz Efendimiz (sav)’e olan lutfunu zikrederek, küçükken kaybolduğunda , Cebrail (a.s)ı göndererek O’nu (s.a.s.) dedesine kavuşturduğunu anlatıyor. ’Sen küçükken kaybolmuştun biz de seni dedene tekrar teslim ettik, büyüdün ve 40 yaşında da sana vahyettik.’ buyuruyor.
Evet kaide şudur : Şayet dalalet kelimesi bir peygambere nisbet edilirse, mutlak onu masumluğuna layık mana ile anlaman gerekir, bu vazgeçemeyeceğin bir zorunluluktur.
Sakın ! Kur’an da geçen dalalet kelimesini Peygamberler hakkında haktan sapma veya azgınlık manasında anlamayalım. Ayrıca peygamberler, peygamber olarak gönderilmeden önce sapkınlık ve azgınlık içindeydi, sonra Allah (c.c.) onlara hidayet etti şeklinde yanlış bir inanca da düşmemek gerek. Böyle inanılırsa peygamberler hakkındaki itikad bozulmuş olur. Peygamberlere itikadın bozulması ise, imanın bozulmasına götürür. İmanın bozulması ise İslam’ın amelle yükselmemesine ve ilerlememesine sebep olur.
Evet bir başka ayetin izahına gelelim:
اِنَّا فَتَحْنَا لَكَ فَتْحاً مُب۪يناًۙ ﴿١﴾لِيَغْفِرَ لَكَ اللّٰهُ مَا تَقَدَّمَ مِنْ ذَنْبِكَ وَمَا تَاَخَّرَ وَيُتِمَّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكَ وَيَهْدِيَكَ صِرَاطاً مُسْتَق۪يماًۙ ﴿٢﴾
’Senin geçmiş gelecek bütün günahını Allah’ın bağışlaması, sana nimetini eksiksiz vermesi, seni dosdoğru yolda yürütmesi için sana apaçık bir fetih ihsan ettik.’(Fetih 48/1-2)
Ayetin zahirinde günah kelimesi Efendimiz (s.a.s.)’e nisbet edilmiş. Peki soru şu :
Rasulullah (s.a.s.) Efendimiz nasıl günah işler ?
Cevap : Evet, Arapça lügatı idrak edilirse kâful hitab -muhatab kef’i- bazen mastara muzaf edilir ve bundan mefulün bih kast edilir, fail değil. O zaman ayette vakî olan günah kelimesinin manası doğru anlaşılır. ’ ذنبك ’ yani kef ’zenb’e izafe edilmiştir. Yani ’senin hakkında’, ’sana karşı işlenilen günah’ demektir. Senden sadır olan günah manasında değildir. Zira insan,kendisine dünyada zulmeden birini, Allah’ın (c.c.) bir hastalık veya bir ceza ile cezalandırdığını gördüğünde ’benim günahım’–ذنبي - der. Yani bunun başına gelen musibet bana yaptığı zulmün günahı sebebiyledir diye düşünür.Burada günah o kimseden sana vaki olmuştur. Yani sen, hakkında zulüm edilerek, günah işlenensin, karşı tarafta günah işleyen failidir.
Arapça lügatında mastarın failine izafe edildiği gibi, çokça da mefulüne izafe/nispet edilir. Bundan dolayı bu ayette mastar olan günah kelimesini mefulüne nispet etmemiz gerekir. Çünkü buradaki karine, yani muhatap kendisinden asla günahın sadır olmayacağı masum Peygamber Efendimiz (s.a.s.) dir.
Mana şöyledir: Seni hicret etmeye mecbur bırakan, hicretten önce senin hakkında kavmin tarafından işlenilen günahı ve hicretinden sonra Bedir’de, Uhut’ta ve Hendek’te seni öldürmeye kast ederek savaşmaları sebebiyle vaki olan günahı bağışlamak için...!
Allah (c.c.), kavminin günahlarını Efendimiz (s.a.s.) in kavmine yaptığı duanın bereketiyle bağışladı. Zira Efendimiz (s.a.s.) şöyle dua ediyordu:
اللهم اهد قومى فإنهم لا يعلمون ’Ya Rabbi ! Kavmime hidayet et çünkü onlar bilmiyorlar.’ (Buhari Enbiya 54; Müslim Cihad 104) .
Rabbimiz (c.c.) de Efendimizin (s.a.s.) duasını kabul eyleyip, onlara hidayet etti. Efendimize (s.a.s.) karşı düşman bir asker ve ordu iken, Efendimiz (s.a.s.)’in emrine giren asker ve ordu oldular. İşte bu günahlarının bağışlanması, Efendimiz (s.a.s.)’ın duasının bereketiyledir.
Bu yüzden ayetin başında ’اِنَّا فَتَحْنَا لَكَ فَتْحاً مُب۪يناً’ buyuruluyor. Ayette geçen Fethu’l mübin nedir?Efendimiz (s.a.s.)’e karşı kapalı olan kalplerin açılması demektir. İşte apaçık fetih budur. Kur’an’da geçen bazı ayetlerin zahirinde, peygamberler hakkında bir noksanlık varmış gibi gözükse bile, mutlaka onların masumluğuna göre anlaşılması gereken sahih mana/manalar vardır. Fakat bunu anlamak, ilme ve araştırmaya ihtiyaç duyar.
Musa (a.s.) hakkında başka bir ayet :
وَاَلْقِ عَصَاكَۜ فَلَمَّا رَاٰهَا تَهْتَزُّ كَاَنَّهَا جَٓانٌّ وَلّٰى مُدْبِراً وَلَمْ يُعَقِّبْۜ يَا مُوسٰى لَا تَخَفْ اِنّ۪ي لَا يَخَافُ لَدَيَّ الْمُرْسَلُونَۗ ﴿١٠﴾ اِلَّا مَنْ ظَلَمَ ثُمَّ بَدَّلَ حُسْناً بَعْدَ سُٓوءٍ فَاِنّ۪ي غَفُورٌ رَح۪يمٌ ﴿١١﴾
Asânı yere at!" Mûsâ atıp da onu yılan gibi kımıldanır görünce arkasına bakmadan dönüp kaçtı. (Allah buyurdu ki:) "Ey Mûsâ! Korkma, benim huzurumda peygamberler korkmaz; Ancak haksızlığa sapan korkar; o da işlediği bir kötülük yerine bir iyilik ederse bilsin ki ben çok bağışlayıcıyım, çok merhametliyim. (Neml 27/10-11)
Allah (c.c.) Musa (a.s.) ile konuştuğu zaman elinde asa vardı. Asasını yere attı ve asa hızlıca hareket eden bir yılana dönüştü. Böyle hızlı hareket ettiğini görünce ve aniden yılana dönüşünce beşer olarak korktu ve kaçtı. Cenab-ı Hak’ta ’ Ey Musa korkma! Benim huzurumda peygamberler korkmaz, ancak zulmeden hariç, buyurdu. Diğer ayetle bu ayetin zahirine bakarsak, bazıları peygamberlerin de zulmedeceğini iddia ettiklerini görüyoruz. Fakat hakikat asla böyle değildir. Mümine vecibe olan bu ve buna benzer ayetleri sahih bir şekilde anlamaktır. Ayetteki mana şudur : Fakat onlara tabi olan ümmetlerinden zulmedenler hariç demektedir.
Ayette geçen (الا) istisna çeşitlerinden, munkatı istisnadır. Munkatı istisna müstesna minhunun cinsinden olmaz. Böyle olursa ayeti peygamberlerin masumluğuna uygun ve layık bir şekilde anlaşılır. Aksi takdirde peygamberlerden de zulmedenlerin olduğu, ayetteki (الا) istisnası muttasıl istisna olursa, o zaman müstesna minhu ile aynı cinsten olur ki işte o zaman peygamberler hakkında fasit bir itikada düşülür. Ancak, buradaki istisna çeşidi munkatıdır. Yani (الا) nın manası, ’şu varki’ , ’fakat’ demektir. Müstesna minhu müstesnanın cinsinden değildir.
Evet bundan dolayı, Ey Müslüman! Senin, Arapça dilini sarf, nahiv, belagat ile iyi bilmen gerekir. Bunula birlikte Arapça’yı iyi bilen kimselerden öğrenmelisin ki, Allah (c.c.)’ın ayetlerini okurken bu yanlış anlayışlara kapılıp dalalete düşmeyesin. Zira sen Kur’an’ı okuduğunda karşına çıkan bu ayetleri sahih manalarla anlamazsan o zaman peygamberler hakkında ’zulmün’ mümkün olduğu zannına kapılırsın. O zaman da okuduğun Kur’an senin lehine değil bilakis aleyhine huccet olur.
Bundan dolayı efendimiz sav şöyle buyurmuştur :
رُبّ قارئِ للقرآنِ والقرآن يلعنهُ
’Nice Kuran okuyan vardır ki Kuran ona lanet eder’(Gazali, İhya I, 281)Evet böyle fasit bir inancın sahibi zalim olur.
اَلَا لَعْنَةُ اللّٰهِ عَلَى الظَّالِم۪ينَۙ - ’Allah’ın lâneti zalimlerin üzerine olacaktır!’(Hud 11/18 )Kuran’ı okumaya oturduğunda bu ayeti okuduğunda kendisi de bu lanetin içine girer. Çünkü zalimdir. Dolayısıyla bu gibi ayetleri peygamberlerin masumluğuna layık ve uygun bir şekilde anlamak gerekir. Böylece ibadetin Allah (c.c.) için halis olsun ve ibadetin terakki ibadeti olabilsin. İtikadını temiz ve pak yapmayanların ibadetleri tenkit ve adete dönüşür. İbadetlerinde terakki kalplerinde parlayan nurlar olmaz. Bugün müslümanların çoğu hep bu sorundan, sıkıntıdan şikayet ediyor ve şöyle diyorlar: ’Ben 40 yıldır namaz kılıyorum, oruç tutuyorum ibadetlerimi yapıyorum fakat bana anlatılan, evliya, arifler ve salihlerin yaşadığı tadı, aldığı lezzeti ve nurları alamıyorum, hissetmiyorum bile.
Onların kalplerine gelen marifet neden benim kalbime gelmiyor ?’
Cevap çok basit : Sen onlar gibi itikadını tertemiz, pak ve safi kılmadın, kılmamışsın. Çünkü sen Kuran’ı okuyor fakat yanlış anlıyorsun. Peygamberlere, evliyalara su-i zan yapıyorsun. Sakın ha! İnsan itikadını tertemiz ve pak eylemeli. Bundan sonra az bir amel dahi işlese kalbine nurların doğduğunu görür ve hisseder.
Rabbimiz bir ayette şöyle buyurmuştur :
يا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا تَأْكُلُٓوا اَمْوَالَكُمْ بَيْنَكُمْ بِالْبَاطِلِ اِلَّٓا اَنْ تَكُونَ تِجَارَةً عَنْ تَرَاضٍ مِنْكُمْ وَلَا تَقْتُلُٓوا اَنْفُسَكُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ بِكُمْ رَح۪يماً
’Ey iman edenler! Karşılıklı rızâya dayanan ticaret dışında mallarınızı aranızda haksızlıkla yemeyin. Ve kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah size karşı çok merhametlidir.’(Nisa 4/29)
Bu ayetteki istisna edatı munkatıdır ve ’lakin’ demektir. Aksi takdirde ticarette insanların mallarının batıl yolla yemenin içine girmiş olur. Zira ticaret, batıl olarak yeme cinsinden değildir, ayrıdır. Evet istisnanın çeşitlerinden biri de munkatıdır. Manası dediğimiz gibi ’lakin’ ve ’şu varki’ demektir. Çünkü, sahih anlayışlar ve basit, kolay kaideler kişinin peygamberlere karşı olan sorumluluğunu, zimmetini temiz ve doğru kılar. İşte bunlara benzer birçok ayeti de sahih şekilde anlamak gerekir.
Bu gibi ayetleri anlatacağız ki peygamberlere karşı olan itikadımız tertemiz ve pak olsun. Böylece organlarımızdan sadır olan namaz, oruç vs. gibi amellerimiz ve zikrimiz salih olsun. Terakki edebilelim, kalplerimiz nurlansın. Allah (c.c.) kalplerimizi nurlandırırsa o zaman İslam harici bir inanışla ölmekten emniyette oluruz. Zira biz geçmişte de güzümüzde de şunu görüyoruz: ’Kişi Müslüman olarak hayatına başlıyor, hatta Kur’an’ı dahi ezberlemiş oluyor, lakin sonunda İslam dışı bir inanışla ölüyor’ biz bunu çok görüyoruz.
Rabbimiz ne buyuruyor : وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ ’…ve ancak müslüman olarak can verin.’ (Ali imran 3/102 )Dolayısıyla İslam’ını ölünceye kadar korumasıMümin üzerine farzdır. Bunu da ancak itikadı temiz ve pak olanlar koruyabilir. Şeytan insana bu gibi şüpheler kapısından girer ve insanı ancak Allah’ın (c.c.) bileceği dalalet kapılarına sürükler ve hatta o kapılardan girdirir. Rabbimizden selamet niyaz ediyoruz. Amin
Bu gibi ayetleri, yanlış ve hatalı anlamaktan dolayı bazı Mutezileler, İbn Teymiye gibiler ve Vahhabiler peygamberlerin bi’setten önce masum olmadıkları görüşüne gittiler. Bunların sebebi ise bu ayetleri doğru ve sahih mana ile anlamamalarıdır. Bu ayetleri delil göstererek peygamberlerden günahın sadır olmasını mümkün gördürler. Hatta dalaletin ve masiyetlerin onlar hakkında mümkün olduğu görüşünü öne sürdüler. Haşa !!!
İşte bu gibi ayetleri derinlemesine değil de sadece zahirine göre anlama hatalarından dolayı Onlar bu bozuk itikadın sahibi oldular. Dolayısıyla İbn Teymiye’nin peşinden giden günümüz Vahhabilerinin paygamberler hakkındaki itikadları fasiddir. Zira onlar peygamberlerin bi’setten önce değil sonra masum olduğunu zannediyorlar ve bu ayetlerin bi’setten önce masum olmadıklarına delil olduğu zannına düşüyorlar. Örneğin Vahhabiler Şuayb (a.s.) hakkında inen ayeti delil getiriyorlar :
قَالَ الْمَلَأُ الَّذ۪ينَ اسْتَكْبَرُوا مِنْ قَوْمِه۪ لَنُخْرِجَنَّكَ يَا شُعَيْبُ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مَعَكَ مِنْ قَرْيَتِنَٓا اَوْ لَتَعُودُنَّ ف۪ي مِلَّتِنَاۜ قَالَ اَوَلَوْ كُنَّا كَارِه۪ينَ ﴿٨٨﴾
قَدِ افْتَرَيْنَا عَلَى اللّٰهِ كَذِباً اِنْ عُدْنَا ف۪ي مِلَّتِكُمْ بَعْدَ اِذْ نَجّٰينَا اللّٰهُ مِنْهَاۜ وَمَا يَكُونُ لَـنَٓا اَنْ نَعُودَ ف۪يهَٓا اِلَّٓا اَنْ يَشَٓاءَ اللّٰهُ رَبُّنَاۜ وَسِعَ رَبُّنَا كُلَّ شَيْءٍ عِلْماًۜ عَلَى اللّٰهِ تَوَكَّلْنَاۜ رَبَّـنَا افْتَحْ بَيْنَنَا وَبَيْنَ قَوْمِنَا بِالْحَقِّ وَاَنْتَ خَيْرُ الْفَاتِح۪ينَ ﴿٨٩﴾
Kavminden büyüklük taslayan önderler kesimi şöyle dediler: "Ey Şuayb! Ya seni ve seninle beraber inananları kesinlikle şehrimizden çıkaracağız veya mutlaka dinimize döneceksiniz!" Şuayb dedi ki: ’İstemesek de mi?"Doğrusu Allah bizi ondan kurtardıktan sonra tekrar sizin dininize dönersek Allah hakkında yalan uydurmuş oluruz. Rabbimiz Allah dilemedikçe sizin dininize dönmemiz bizim için olacak şey değildir! Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz sadece Allah’a dayanırız. Ey rabbimiz! Kavmimizle bizim aramızda adaletli hükmünü ver. Sen hüküm verenlerin en hayırlısısın.’(Araf 7/88-89)
Vahabiler bu ayetteki نعود فيها delil alarak haşa Şuayb (a.s.) bi’setten önce küfürde idi diyorlar. Bakın şu yanlış ve sakat itikada! Bunlar hakikatle Arapçayı dahi güzel bilmiyorlar, Çünkü نعود فيها و نعود اليها arasında fark var. Aynı manada değiller.(نعود اليها ) manası : yani ’birşeyin içinde’ idi sonra ’onu terketti’ ve sonra da ’o terkettiği şeye geri dönmek’ demektir. Ayette geçen نعود فيها gelince, ’zaten içinde asla olmadığı birşeye dönmek ve girmek’ manasına gelir. Buna göre Şuayb (a.s.) onlara diyor ki: ’Biz zaten içinde olmadığımız, girmediğimiz, beri olduğumuz sizin küfür dininize asla dönecek değiliz.’
İşte bakın bunlar müteaddi harflerin arasındaki farkı bile bilmiyorlar. الى ile في arasındaki farkı dahi bilmiyorlar. Bundan dolayı Kur’an’ın kendisinde, Kur’an’da asla eğrilik olmayan bir Arapça olduğu vurgulanmıştır.(Zümer 39/28)Bunun manası şudur : Arapçayı iyi öğren ki Kur’an’ı anlayabilesin. Şayet Arapçayı incelikleri ile dikkat ederek öğrenmezsen Kur’an’ı anlayamazsın. İşte bundan dolayı Cenab-ı Hak hakkında ki birçok ayetleride teşbih ve temsil manalarına hamlederek yanlış anladılar. Zira onlar mecazın manasını dahi anlamadılar ve şöyle batıl inanışa girdiler :
Allah arşa oturuyor, ağırlığı var. Haşa! Allah’ı (c.c.) şanına layık olmayan vasıflar ile vasfettiler. Allah’ın (c.c.) organları var dediler. Haşa! Bütün bunlar Vahhabilerin kitaplarında yazılı ve mevcuttur. Bastıkları bu kitapları insanlara ’Ehl-i Sünnet inancı’ diyerek bedava olarak dağıtıyorlar. Halbuki bu itikat bozuk ve mücessimelerin itikadıdır. Ehl-i Sünnet itikadı değildir. İşte bunun sebibi Arapça lügatını yanlış ve kötü anlamalarıdır. Mecazı bilmiyorlar, müteaddi olan harflarin teaddi durumuna göre değiştiklerini dahi bilmiyorlar. Bundan dolayı ayette geçen نعود فيها onlara göre نعود اليها demektir. Bu büyük bir hatadır.
Evet نعود اليها demek; Küfürde idi, bıraktı ve tekrar ona geri dönmeyi istiyor demektir. Örneğin şöyle dersin : أعود الى البيت Bu şu demektir : sen evde idin, evden çıktın sonra oraya geri döndün. Bu manayı ifade etmek için şöyle diyemezsin. أعود في البيتBu manayı ifade etmek için Arapça bu cümle kullanılmaz. Yoktur. Bakın Rabbimiz insana ince olarak Şuayb (a.s.) kıssasında نعود فيها zikrediyor. Şayet Kur’an bir şeyin telifi olsaydı نعود اليها derdi. Çünkü insanların yani Arapların adeti bu şekildedir. İşte bakın Kur’an’ın inceliğine, öyle bir harf zikrediyor ki bir peygamberin ismetini/ismet sahasını koruyor ve asla küfürde olmadığını, bundan beri olduğunu في harfiyle açıkca beyan ediyor.
’نعود فيها’yani biz zaten asla içinde olmadığımız sizin küfrünüze dönmeyiz demektir. Dolayısıyla peygamberlerin bi’setten önce de masumluğunu kabul etmeyenlerin getirdikleri deliller ve ayetler doğru/sahih bir yolla anlaşıldığında, onların aleyhine delil olur.
Onların bu yanlışa düşmelerinin sebepleri de şöyledir :
• Arapçayı iyi bilmemeleri
• Cehaletleri
• Felsefecilerden etkilenmeleri
• Kendi alimlerinin yanlışlarından etkilenmiş olmaları ve onları yanlışlarında taklit edip peşlerinden gitmeleri
Dolayısıyla Ey Müslüman !
Nefsine sahip çık. Kendini kaybetme. İtikadını gözden geçir. Allah’ın (c.c.)ve peygamberlerin huzuruna çıkmadan önce acele et. Zira kalbinde onlara karşı bozuk itikadla huzurlarına çıktığını görürlerse seni levmederler/azarlarlar. Mutlaka kalbinden bütün peygamberler hakkında ve haassaten de onların de seyyidi olan Rasulullah (s.a.s.)Efendimiz hakkında şüphelerini izale edip temizle.
Evet biz şunu gayet iyi görüyoruz : Biz fitne zamanında yaşıyoruz. Bizim peygamberimiz (s.a.s.) hakkında mucizeleri, ahlakı, şeriatı, sünneti hakkında bizleri şüpheye düşürmeye çalışıyorlar.
Peki, gayeleri nedir ?
Gayeleri bizim en değerli şeyimiz olan islamımızı ve imanımızı elimizden, kalbimizden söküp almaktır.
Zaten mallarımızı servetlerimizi elimizden alıp sömürdüler. Bununla da yetinmeyip en kıymetli şeyimiz olan imanımızı da kalplerimizden söküp almak istiyorlar. Buna son derece dikkat edelim ve uyanık olalım. Zira dinimiz bizim kanımız ve etimizdir.
’ولا تموتن الا وانتم مسلمون ’ Rabbimizden İslam ve iman üzere sebat nimetine şükür ve güzel bir kulluk,sadık bir lisan, selim bir kalp ihsan etmesini istiyoruz.
PEYGAMBERLERDE İSMET SIFATI
Özlenen Rehber Dergisi 171. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.