Yıllardır yazılıyor, çiziliyor, tartışılıyor ve kınanıyor...
Filistin ve İsrail’den bahsediyorum. Yazdıklarımın bunca yazılan içerisindeki yeri nedir bilmiyorum; ama ne yazdığımı ve niçin yazdığımı çok iyi biliyorum. Yazmamın tek amacı milyonların zihninde sıradan bir olay olarak canlanmaya başlayan fakat hiç de göründüğü gibi olmayan insanlık dışı hadiseleri farklı bir bakış açısıyla gözler önüne sermek...
Geçmiş günden bahsetmek lezzetsiz, farkındayım; ama vicdanlara seslenmenin bundan başka yolu da yok maalesef.
Medeniyet dedikleri tek kişi kalmış, gözünü kan bürümüş, his ve fikir yoksunu batılının Filistin üzerine olan saldırıları aralıksız devam ediyor. Her geçen gün yeni saldırılar, yeni şehitler ve yeni yetimler. İnsanlık ayıbı çarpıcı görüntülerle göz önünde, lakin görebilene...
Şairlerin eserlerinde kaleme adını sayıklattığı, Resûl-u Kibriya Efendimizin miraca yükselip Rabbiyle buluştuğu, Selahaddin Eyyübi’nin on binlerce askerine kefen olan kutsal Kudüs’e yapılan hain saldırılara ne şekilde müdahale ediyoruz bunu da bilmiyorum... Bu konuda bildiğim tek faaliyetimiz; yapılan saldırıları kınamaktan ileri gitmiyor. Milyonların başına yönetici sıfatıyla geçen devlet başkanlarının yaptığı tek iş! Aslında bunu yapmak için devlet erkanından herhangi biri olmaya da gerek yok. İnanın öğrenci olmak bile yetiyor, ben kendimden biliyorum. Oturduğum yerden bende saldırıları kınayabiliyorum. İsterseniz yapayım; kın kın kın...
Bizlerin, savaşı, mazluma yapılan bu haksız saldırıyı bırakın anlaması, hayal etmesi bile mümkün değil! Çünkü biz tanklar karşısına taşla sopayla çıkmak nedir bilmiyoruz. Savaşı; gözleri ateşte donmuş, duyguları kan ve öfkeyle yoğrulmuş Filistinlilere, acının çocuklarına sormak lazım. Ne demişler? Çekene sor, çekene zor...
Çekene sorulan bir sorunun cevabını aşağıda aynen sizlerle paylaşıyorum.
Ümmü Halil anlatıyor;
“O pazartesi günü, ben griptim, beni hastaneye götürmek istiyordu; ama ben kabul etmedim. O günden beri, eğer onu dinleyip hastaneye gitseydim, oğlum o gün gösterilere katılmaz ve ölmezdi diye düşünmekten kendimi alamıyorum... Sonra babasının ne zaman geleceğini sordu, çünkü dışarı çıkmak istiyordu. Yine taş etmeye gideceğini biliyordum. Ona akıl versin diye kocama telefon ettim: ”Sen ağabeysin, kardeşlerine göz kulak olmalısın.” dedi babası. O da “tamam baba”, dedi. Sonra duş aldı, saat üçte, dışarı çıkarken bana “Anne, bakkala yetmiş şekel borcumuz var, onu ödememiz gerek.” dedi. O bir şey hissetmiş miydi? Benim, iki gündür kalbim nasıl sıkışıyordu anlatamam, kötü bir şeyler olacağını hissediyordum.
“Yarım saat sonra bulaşık yıkarken bir tabak ellerimin arasında iki parçaya ayrıldı. Tam o sırada kapı çalındı. Halil’in arkadaşlarıydı gelen. Bana: ”Halil merdivenden düştü, bir bacağı kırıldı, çabuk gelin” dediler. Beni arabaya bindirip götürdüler, çevremden ayrılmıyorlardı. Hastaneye geldiğimizde, ailemin bana doğru geldiğini gördüm ve o zaman her şeyi anladım. ”Halil öldü” diye bağırıp bayılmışım. Kendime geldiğimde hemşireler onu görmeme izin vermedi, ben çırpınıyordum, bana sakinleştirici bir iğne yaptılar ve oğlumu eve getireceklerine söz verdiler; ama bunu yapmadılar. Oğlumu ancak mezarlıkta görebildim. Daha doğrusu gördüğüm tek şey kanlı bir çarşafa sarılmış bir cesetti.” (Kadın hıçkırıklara boğuluyor, ağlayarak anlatmaya devam ediyor.)
“Ne olup bittiğini arkadaşları daha sonra anlattı. Taşları attıktan sonra, askerlerden kaçmak için koşmaya başlamışlar ve saklanmak için bir binaya girip yukarı çıkmaya çalışmışlar. İsrail askerleri oğlumu bacağından yaralamış. Buna rağmen, o en üst kata kadar çıkabilmiş. Son katta onu yakalamışlar. Bina henüz inşaat halindeymiş. Askerler onu yakaladıktan sonra asansör boşluğuna atmış, sonra da... Üstüne de bir çimento torbası atmışlar.” (Halil’in annesi sözünü bitiriyor.)
Gazeteci, Halil’in babasına:
“İntihar saldırıları hakkında ne düşünüyorsunuz?”diye soruyor.
Halil’in babası:
“Hayatım boyunca sivillere yönelik şiddete karşı oldum, ama oğlumun ölümünden sonra düşüncem değişti. İsrailliler evimize kadar gelip karılarımızı, çocuklarımızı, yakınlarımızı öldürüyor, biz neden tereddüt edelim? İsrailli bir çocuğun yaşamı neden Filistinli bir çocuğun yaşamından daha değerli olsun?”
Ümmü Halil’in annesi sözü tekrar alıyor:
“Çocuklarımızın, okula gitmesi gerekiyor, onu her zaman gidip okuldan alamıyorum ve onlar da okul çıkışı gidiyorlar barikatlara. Burada oyun alanları yok, sadece sokak var. Dolayısıyla askerlere meydan okumak, onlar için bir oyun gibi, ölümün ne olduğunu bilmiyorlar, onlar mermilerden daha hızlı koştuklarını sanıyorlar, Filistin’i taşlarla kurtaracaklarına inanıyorlar. Onlara akıl vermeye çalışıyoruz; ama bu hiçbir işe yaramıyor. Kapıyı kilitlesek, pencereden kaçıyorlar!”
Benim daha doğrusu bizlerin bunu anlaması mümkün değil. Anladığım tek şey, taşlarla ülkelerinin, bağımsızlığını kazanmak isteyen çocukların geceleri çok rahat uyudukları. Görevlerini yapmış olma duygusunun vermiş olduğu mutlulukla...
Savaş nedir, diye mi merak ediyorsunuz?
Pipo kültürüne hakim sözde aydınların! Köşe yazıları değil, devlet başkanlarının kınamaları değil, diplomatların sunilik kokan görüşmeleri değil. Televizyonlar karşısında savaşa gözünden yaşlar boşaltmak hiç değil...
Savaş ne, biliyor musunuz?
Daha on beşinde evladını toprağa veren bir annenin yürek yakan feryadı, alnından vurulmuş uzanmış yatan şehidin şehadeti ya da ille de Kudüs diyen bir Filistinli... İşte savaş bu!
Televizyonlar karşısında izlediğiniz, tanklara taş atan Filistinli çocuklara bakın, onların sadece ve sadece gözlerine bakın. O bakışlar sizinkiler gibi değil, o bakışlar; acıyı bilen cesur çocukların ciddi bakışı...
Kaynakça:
Kenize Mourad, Toprağımızın Kokusu Filistin ve İsrail’in Sesleri...
Niçin Filistin?
Özlenen Rehber Dergisi 57. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.