Özlenen Rehber Dergisi

44.Sayı

Âh Osmanlı!

Ferhat ÇETİN Özlenen Rehber Dergisi 44. Sayı
Hiç özlemediniz mi o günleri? Bir âh çekip içinizden, ’hey gidi günler hey!’ demediniz mi hiç?
Övünmediniz mi hiç o tarihle?
Hiç özlenmez mi o günler?
Erdemliydik, fazilet sahibiydik, dürüsttük, itibarlıydık, dindardık, hayırseverdik, hoşgörülüydük, dosdoğruyduk, Kur’an ve Sünnet ışığında cihana örnek bir millettik biz.

Kimsenin canında, malında, namusunda gözümüz olmazdı. Medeniyet, şefkat, edep deyince akla hep Müslüman Türk gelirdi. Gelirdi diyorum ne yazık ki! Çünkü şu an Türk deyince akla başka şeyler de geliyor maalesef...

Peki, bize ne oldu da ben ’gelir’ demek varken ’gelirdi’ demek zorunda kaldım? Ne oldu bize? Ne değişti, neye sahip çıkamadık? Üç şeye sahip çıkamadık biz; Allah’ın kelâmı Kur’ân’a, Rasûlullah (s.a.v.)’in sünnetine ve kendi öz kültürümüze.
Değinmek istediğim konuya girmeden evvel size ufak bir kıssa anlatmak istiyorum.
İstanbul’un fethinden sonra Bizans İmparatoru’nun sarayını gezen Fatih Sultan Mehmet Han, bir ara mahzene iner. Mahzende iniltiler duyunca ne olduğunu anlamak ister. Kapıları bir bir yoklar. Nihayet küçük, taş bir odada zayıf, yaşlı bir papazla karşılaşıp sorar:

- ’Bu ne haldir, sizi niye hapsettiler?’ Papaz cevap verir:

- ’Şevketlü Padişah, arz edeyim! Muhasara başlayınca, İmparator Konstantin Dragazes, bendenizi huzuruna çağırdı. Şehrin Osmanlılar tarafından alınıp alınamayacağını sordu. Şimdiye kadar okuduklarıma, öğrendiklerime ve Bizans’ta yaşananlara dayanarak bu kuşatmanın son olduğunu, şehrin elimizden çıkacağını ifade ettim. Çok kızdı, beni hem dövdürdü, hem de buraya kapattırdı. O günden beri zindanda yaşamaktayım.’ Fatih, bir an düşündükten sonra sorar:

- ’Peki, bu şehr-i İstanbul gün olur bizim de elimizden çıkar mı?’ Cevap son derece düşündürücüdür:

- “Vakta ki içinizde fesat arta, insanınız kendi menfaatine ram ola, malını yabancılara satan çoğala ve yabancıdan medet umanlar ziyade ola, şehir sizden çıka.’ Fatih oracıkta diz çöküp ellerini açar:

- “Yâ Rabb! Dilerim böyleleri kahrına ve gazabına uğrasın!’

Fatih’in duasının kabul olması ve Allah’ın zalimlere fırsat vermemesi temennisiyle asıl konuya geçiyorum.

Tarihimizi bilmediğimiz bir gerçek. Bildiğimiz tarih ise safiyetiyle bizim değil. Yani bizlere tarih kitabı diye okutulan safsata (kepazelik), tamamıyla kültürümüzden, bizi biz yapan değerlerden ve objektif bakış açısından arındırılmıştır. Bize, bizim tarihimiz olarak yutturulmaya çalışılan bir kaç hadiseyi örnek veriyim:
Bir kitap, İstanbul Matbaası’nda, 1933’te basılmış. Yani bu resmî bir yayın! Bir sayfa açıyorum. Bu sayfada Sultan 2. Abdülhamid ile Sultan Mehmed Vahidüddin’in fotoğrafları yer alıyor. Sultan Abdülhamid’in fotoğrafının alt kısmında şöyle yazıyor:

’Uyanık gençliği boğan, zindanlarda çürüten yıldız baykuşu Kızıl Sultan Abdülhamid!’

Sultan Vahidüddün’in fotoğrafının altındaki yazı ise şöyle:
’Tahtını kurtarmak için memleketini satan Sevr simsarı, vatan haini Vahdettin!’
O Abdülhamid ki, abdestsiz adım attığı görülmemiş, hatta yatağının başucunda hususi bir tuğla bulundururmuş hep, Kerbela toprağından mamul! Abdestsiz yatağa girmediği yetmezmiş gibi, sabah kalktığı vakit ilk işi; abdestsiz yere basmamak için o tuğla ile teyemmüm edip sonra lavaboya gitmekmiş!
O Abdülhamid ki; günde 15-16 saat çalıştığı biliniyor. Bu bizim normalde 8 saat çalışan (o da şüpheli) bürokratlarımız için fazladır.

O Abdülhamid ki, satmamıştır Yahudi’ye Osmanlı toprağını kilo kilo altına!
Sultan Mehmet Vahidüddin ise, Anadolu’nun kurtuluşunu sağlayabilmek için şahsî servetini Mustafa Kemal’e verecek kadar büyük bir vatansever. (Sevr’e gelince; bütünüyle çareler tükendiğinde imzalamak zorunda kalıyor.)
Bahis konusu kitabın aynı sayfasında bir de hüküm yer alıyor, deniyor ki:

’Sultanlar, sarayların dört duvarı içinde soysuzlaşmış zulüm ve sefahat mirasyedileridir.’

Sultanların arasında hiçbir ayrım yapılmadığına göre, Yıldırım Bayezid’i, Murat Hüdavendigar’ı, Fatih Sultan Mehmed’i, Yavuz Sultan Selim’i, Kanuni Sultan Süleyman’ıyla bütün Osmanlı padişahları bu ilimsiz, hayâsız ve bir o kadar da vicdansız hükmün içine giriyor demektir.

Sarayın dört duvarı arasında ömür tüketen mirasyediler, nasıl olmuş da Varna’da, Ridaniye’de, Niğbolu’da, Mohaç’ta zafer üstüne zafer kazanabilmişlerdir?
Nasıl olmuş da Sina Çölü’nü aşıp Mısır’ı fethedebilmişlerdir?

Nasıl olmuş da, alınamaz denilen Konstantiniyye’yi (İstanbul’u) alabilmişlerdir?
Gelin hep birlikte, o unuttuğumuz, sahip çıkamadığımız, göğsümüzü gere gere “işte biziz!” deyip övündüğümüz; fakat hakkında hiç bir şey bilmediğimiz tarihimize sahip çıkalım ve ben bu yazıyı yeniden yazma ihtiyacı hissedeyim. Medeniyet, şefkat, edep deyince yine akla Müslüman Türk gelsin!

Kaynaklar:
1. BAHADIROĞLU Yavuz, Biz Osmanlıyız.
2. ARMAĞAN Mustafa, Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı.
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.