Receb ve şâban aylarından sonra ramazan gibi, rahmet kapılarının açıldığı kıymetli günlere kavuştuk. Rabbim nasip ederse yakında Mü’minlere bir hediye olarak bahşedilen bayrama da kavuşacağız. Cenâb-ı Hakk yaptığımız ibadetleri, sâlih amelleri ve teberruları en güzel şekilde kabul buyursun! Mutluluk ve huzur içinde bu günlerin tekrarını nasip etsin! İslâm ümmetini gerçek bayramların yaşanacağı günlere kavuştursun!
Bu günlerin ardından gelecek olan diğer zamanlar için unutmamamız gereken birkaç hususu bu bölümde sizlerle paylaşmak istiyorum.
Ramazan ayı boyunca kendimizi alıştırdığımız bazı ibadetlere bu ay bittikten sonra da devam etmemizin gerekliliğini unutmamalıyız. Çünkü İslâm mevsimlik yaşanan bir din değildir. İslâm’ın bazı mevsimlik veya dönemlik emirleri vardır; ama ’Müslüman’ kimliğimizi bir ömür boyu taşımalıyız. Dolayısıyla bu kimliğin bizden ne istediğine bakmamız ve hayatımızı ona göre şekillendirmemiz gerekir. Farz olan oruç dönemliktir. Senede bir ay, yani sadece ramazanda tutulması zorunludur. Diğer zamanlarda kazaya kalan oruçlarımız varsa onları ve sevaplarımızı artırma amacıyla nafile oruçları tutarız; ancak namaz günde beş vakit ve bir ömür boyu kılınması gerekir. Ramazan ayına özel değildir. Hele ramazan ayında kılınan teravih namazlarıyla bir yıllık namaz borcunun yerine getirilmiş olduğunu düşünenler büyük bir yanılgı ve gaflettedirler.
Bir başka husus ise, bu toplumun fertleri olarak her birimiz, öncelikle kendimiz için bir şeyler yapmalıyız. Herkes kendisi için bir şeyler yaparsa memleket için, din için, devlet için, ekonomi için, kısacası insanlık için aslında çok şey yapmış olacaktır. Hz. Ömer (r.a.) efendimize atfedilen bir söz vardır: “Bugün Allah için ne yaptın?” Üzerinde düşünüldüğünde gerçekten bu cümle ciddi bir mana içermektedir. Günümüzde ise bu sözün yanında şunu da söylemek lazım: “Kendin için ne yaptın?” Yani sen “yapan” bir adam mısın, yoksa haramlara göz yumarak sadece seyreden, ahkâm kesen, cahilâne fetvalar veren, kendini beğenen ve olur olmadık her şeyi eleştiren, doğru düzgün bir ameli olmadığı halde söz kalabalığı yapan bir kimse misin?
İnsan kendisi için bir şeyler yapamıyorsa, Allah’ın rızası uğruna işler yapması olanaksızdır. Yani, kendisi için bir şey yapmaktan aciz birinin başkası için bir şey yapabilmesine ihtimal var mıdır? Boğulmuş biri, boğulmakta olan başka birini kurtarabilir mi? Kişinin öncelikli vazifesi kendine yeterliliğidir. Etrafına yardım ise bir sonraki adımdır. Yük olmamak esastır. Biz nedense millet olarak genellikle, kendimiz ayakta duramadığımız halde başkalarını ayağa kaldırmaya çalışmak gibi abes gayretler içinde oluruz. Bunu biraz açacak olursak; mesela kendin için beş vakit namazı vaktinde kılabildin mi? İslâm’ın koyduğu şartlara riayet ederek, ticaretine yalan, hile, sahtekârlık karıştırmadan helal kazanç peşinde koştun mu? Kendin için kazancı çok daha fazla olan âhiret için ne kadar yatırım yaptın? Gönlünü nefsin emmâre sıfatlarından arındıracak hangi gayret ve çabaları gösterdin? Kendini geliştirecek bir okuma, düşünme, anlama, yorumlama faaliyetinde bulundun mu? Allah’a kulluk yönünden “düne göre bugün daha ilerdeyim!” diyebiliyor musun? Kendin için; “bugün öldüğümde arkamda kalacak” diyebileceğin hayırlı bir iz bırakabildin mi? Çevrendeki insanlara bugün daha güzel davrandın mı? Kötü alışkanlıklarından birini daha terk ettin mi? Kur’ân’ın öğretilerinden, Allah Rasûlü’nün ahlâklarından neler öğrendin ve O’na yakınlıkta ne kadar mesafe kat ettin? Tabi bu ve buna benzer soruların sayılarını herkes kendini düşünerek çoğaltabilmesi mümkün...
Şayet bizler bunun gibi bir iç muhasebe bile yapmıyor isek, bizler hiç kimsenin ve hiçbir şeyin işine yaramıyoruz demektir. Sadece nefsin arzularını tatmine çalışan, dünyanın geçiciliğine yenik düşen zavallılarızdır. Merhum Akif’in vasfettiği gibi, “elleri böğründe yatan miskin adam”ın yerinden kalkıp da insanlığa birkaç ölçek ziya halk etmezden evvel kendisi için bir şeyler yapmayı öğrenmesinin gerekli olduğu kanaatindeyim.
Ayrıca Müslümanların kendileri için güzel ameller yapabilmeleri için iç dünyalarında halletmeleri gereken pek sorun var. Bu sorunlar, Müslümanların ferdî yaşantılarından ziyade, sosyal hayatlarının şekillenmesinde de menfi sonuçlar ortaya çıkarmaktadır. Maalesef bu nefsî problemler, hayatın İslâmîleşmesine de ket vurmaktadır. Bunun için ‘‘Hayatım İslâm’dır’ demenin yeterli olmadığı bir gerçektir. ‘‘Hayatım İslâm’dır’ demek için öncelikle kalbin bu söylenene inanması, kabullenmesi gerekmektedir. Kalbin vereceği cevapla, diğer azalar tetikleneceği için, azaların da söylenenle uyum içerisinde olması gerekecektir. Bunun için Allah (c.c.); ‘‘Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz?”(1) sorusunu inananlara sormaktadır. Bu öyle bir sorudur ki, kalple birlikte, tüm azalara ‘‘kendine gel’ ihtarını yapmaktadır. Yapılmayacak bir şeyin söylenmesi, kişinin kendini avutmasıdır; ama hâşâ Allah’ı avutmak mümkün müdür? Unutmayalım ki, Allah (c.c.) gizli veya açık her şeyden haberdardır.(2) Acaba bizler söylediklerimizi yapabiliyor muyuz? Söylediklerimizle yaptıklarımız ne kadar uyumlu? O kadar çok konuşuyoruz ki! Ama konuştuklarımız, sadece ağzımızı yormakla kalıyor, bazen azalarımızı bile şaşırtıyoruz, “Az önce sahibim, benimle şu işi yapacağını söylemedi mi?” diye. Şahitlik edeceği kıyamet gününde kendisine söz verilen azalar dile geldiğinde ne hale geleceğiz, bunu hiç düşünmüyoruz. Diller konuşuyor, azalar susuyor. Ne oldu, verdiğin söz, yapacağım dediğin fiil? Bu bir hastalık değildir de nedir? Ânı kurtarmak hastalığı, kendini avutma hastalığı. Farz edelim ki o ânı kurtardın, ya öldükten sonrasındaki durumun?
Kur’ân’ın emrettiği üzere Rabbimize kullukta ihlâslı(3) olalım. Çünkü Allah’a kullukta ihlâsı yakalamış kullara şeytanın da bir tesirinin olamayacağını Kur’an’dan öğrenmekteyiz.(4) Unutmayalım ki, İslâm’ı yaşayışımızdaki her samimiyetsiz davranış ve ahlâklar şeytanın yanımızdan ayrılmamasına sebebiyet vermektedir. Bizdeki ihlâssızlık şeytanın musallatını kolaylaştırmaktadır. Mesela, namaza üşenerek kalkıyorsak, bu bir riyakârlıktır. Orucu “tutuyor desinler” diye tutuyorsak, hacca “gitti desinler” diye gidiyorsak, zekâtı “veriyor desinler” diye veriyorsak, daveti “ikram ediyor” desinler diye veriyorsak, bizim Allah’a verdiğimiz söz nerde kaldı? Hani söz vermiştik, “ibadeti yalnızca Sen’in rızan için yapacağız, Sen’den yardım isteyeceğiz” diye? Sözlerimiz, amel olmadan sadece bir sözden ibaret ise, bizim Müslümanlığımız nerde kaldı o zaman!
Kıyamet gününde gece boyu Kur’an okurdum, gündüzleri oruç tutardım, hayır hasenat yapardım, namaz kılardım, ağlardım dediğimizde, Allah (c.c.) ve melekler; ‘‘Yalan söylüyorsun! Sen Kur’an okuyor desinler diye okudun, namaz kılıyor desinler diye namaz kıldın, zekât veriyor desinler diye zekât verdin, ağlıyor desinler diye ağladın.’(5) derse şayet, ne yapacağız? Hüzün kuyusuna atılırsak halimiz nice olur. Efendimiz (s.a.v.) hüzün kuyusunun Cehennem’de bir vadi olduğunu, Cehennem’in o vadiden her gün yüz kere Allah’a sığındığını, bu kuyuya amellerinde riya yapanların gireceğini(6) ifade etmiştir. Öte dünyada yaptıklarımızın riya olduğunu görüp, ateşte bağırsakları dışarıda perişan vaziyette dolaşırken, bizi görenlerin ‘‘Yahu sen iyiliği emreder, kötülüğü yasaklardın. Senin bu halin de ne?’ dediklerinde, ‘‘Emrederdim; ama yapmazdım, nehyederdim; ama kendim yapardım.’(7) demekten Rabbim hepimizi muhafaza etsin!
Yapılmayacak şeylerin söylenmesi ve amellerdeki ihlâssızlık gibi Müslümanlarda olmaması gereken ahlâklar, her Müslüman tarafından bir an evvel farkına varılarak yok edilmesi gereken manevî hastalıklardandır. Zaten bu ve buna benzer hastalıklardan kurtulmadığı veya kurtulmak için bir gayret sarf edilmediği için ibadetlerde bir neşve yok, huzur yok. Şeytan bizi oyuncağı haline getiriyor. Nefsimiz bizi kendine esir ediyor. Namaz kılıyoruz, namaz bizi kötülüklerden alıkoymuyor. Oruç tutuyoruz, şeytanımız hapsolmuyor. Hacca gidiyoruz, hacdan sonra aynı hatalar ve günahlar devam ediyor. Zekât veriyoruz, yoksul doymuyor. Tevbe ediyoruz, günahta ısrar devam ediyor. Sohbet ediyoruz, sohbet, amel olmayınca tesir etmiyor. Zikrediyoruz, zikir amele yansımıyor.
Aslında insanlar samimiyetsizliğe ve boş konuşmaya, Allah’ın dinine kâmil manada gönül vermedikleri için tevessül ederler. Çünkü İslâm boş konuşmayı ve ikiyüzlülüğü yasaklar, başkası hoş görsün diye yapılan ameli boşuna yapılmış olarak kabul eder. Gerçek manada iman öyle bir haldir ki; Allah’ın varlığını her an gündemde tutmaktır. Allah’ın varlığını kalp ve azalara fark ettirmektir. Zaten bunun farkında olan kalp Allah’tan gayrisini düşünmez, fark eden dil olmayacak şeyi söyleyemez.
Rabbim bizleri kendisine gerçek manada kul olabilen sâlih insanlar arasına ilhak etsin! Âmin!
Kaynakça:
1. es-Saff, 61/2.
2. en-Nahl, 16/19.
3. el-A’râf, 7/29.
4. el-Hicr, 15/39-40.
5. Müslim, İmâret 152.
6. Tirmizî, Zühd 48.
7. Buhârî, Fiten 17.
Ramazanve Sonrasında Değişen Kulluk Anlayışı
Özlenen Rehber Dergisi 44. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.