Özlenen Rehber Dergisi

44.Sayı

Gavsu'l-â'zam İmâm-ı Sakaleyn Hz. Şah Abdulkâdir Geylânî (k.s.) - İ

Dr. Celal Emanet Özlenen Rehber Dergisi 44. Sayı
Doğumu, Zâhirî ve Bâtınî İlimlerdeki Mertebesi
Güney Azerbaycan’ın (bugün İran) Geylân şehrinde 1078 (H.471)’de doğdu. Künyesi Ebû Muhammed’dir. Muhyiddîn, Gavsu’l-Â’zam, Kutb-u Rabbânî, Sultânu’l-Evliyâ, Kutb-u Â’zam gibi lakapları vardır. Babası Ebû Sâlih bin Mûsâ Cengîdost’tur. Hz. Hasan’ın oğlu Hasan-ı Müsennâ’nın oğlu Abdullah’ın soyundandır. Annesinin ismi Fâtıma, lakabı Ümmü’l-Hayr olup seyyidedir. Bunun için Abdülkâdir Geylânî, hem seyyid, hem şerîfdir. Abdülkâdir Geylânî 1166 (H.561)’da Bağdat’ta vefat etti. Türbesi Bağdat’tadır. Fıkıh ve hadis ilimlerinde müçtehit idi. Kâdiriyye tarikatının kurucusudur. Orta boylu, zayıf bünyeli, geniş göğüslü, ilim için vefakârlıkta emsali az bulunur bir veli idi.

Abdülkâdir Geylânî (k.s.) daha doğmadan, ilerde büyük bir zat olacağına dair işaretler görülmüştü. Babası rüyasında Rasûlullah (s.a.v.) efendimizi, Ashâb-ı Kirâm’ı (r.anhüm) ve evliyayı gördü. Efendimiz (s.a.v.) kendisine; ’Ey Ebû Sâlih! Allah bu gece sana kâmil, olgun ve derecesi yüksek bir erkek evlat ihsan etti. O benim oğlum ve sevdiğimdir. Evliya arasında derecesi yüksek olacak.’ buyurdu. Doğduktan sonra da hâlleri ile dikkatleri çekti.

Abdülkâdir Geylânî (k.s.), on sekiz yaşında Bağdat’a geldi. Buradaki âlimlerden ders almak suretiyle hadis, fıkıh ve tasavvuf ilimlerinde yetişti. Fıkıh ilmini; Ebû Hattâb Mahfûz, Ebü’l-Vefâ Ali bin Ukayl, Ebû Hüseyin bin Kâdı, Ebû Ya’lâ gibi fıkıh âlimlerinden öğrendi. Hadis ilmini; Hasan-i Bâkıllânî, Ebû Saîd Muhammed bin Abdülkerîm, Ebû Gânim Muhammed bin Muhammed, Ebû Bekr Ahmed bin Muzaffer, Ebû Câfer, Ebû Kasım bin Ali, Ebû Tâlib Abdülkâdir, Ebû Bekr Hibetullah bin Mübârek, Ebü’l-İzz Muhammed bin Muhtar, Ebû Nasr Muhammed, Ebû Gâlib Ahmed, Ebû Abdullah Yahyâ gibi hadis âlimlerinden öğrendi. Tasavvuf ilmini ise; Şeyh Ebû Saîd Mahzûmî ile Hammâd-ı Debbâs’tan almıştır.

İlim tahsilini tamamlayıp yetiştikten sonra, vaaz ve ders vermeye başladı. Hocası Ebû Saîd Mahzûmî’nin medresesinde verdiği ders ve vaazlarına gelenler medreseye sığmaz, sokaklara taşardı. Bu sebeple, Bağdat halkının yardımlarıyla çevresinde bulunan evler de ilave edilmek suretiyle medrese genişletildi.
Abdülkâdir Geylânî, bir müddet ders verip insanları irşat ettikten, hak ve hakikati anlattıktan sonra, ders ve vaaz vermeyi bıraktı. İnzivaya çekilip, yalnızlığı seçti. Sonra sahralara çıktı. Bağdat’ın Kerh harabelerinde yaşamaya başladı. Bütün vaktini ibadet, riyazet ve mücahede ile nefsinin arzu ve isteklerini yapmamak, istemediklerini yapmakla geçirmeye başladı. Buyurdu ki:

’Irak’ın sahra ve harabelerinde 25 sene insanlardan uzak kaldım. Benim kimseden, kimsenin benden haberi yoktu. Bazen uzun müddet yemezdim ve ‘Açım! Açım!’ diye midemin feryadını duyardım. Bazen üzerime öyle ağırlıklar gelirdi. Bu sırada;

‘Muhakkak zorlukla beraber bir kolaylık vardır, şüphesiz zorlukla beraber kolaylık vardır.’ mealindeki İnşirâh sûresinin beşinci ve altıncı âyet-i kerîmelerini okuduğumda üzerimdeki ağırlıklar dağılıp giderdi.’

’Şeytanlar çeşitli kılık ve kıyafetlere bürünüp toplu hâlde yanıma gelir, beni yolumdan çevirmek için uğraşırlardı. Kalbimde büyük bir azim ve direnç hissederdim. İçimden bir ses; ‘Ey Abdülkâdir! Onlarla mücadele et, onlara galip geleceksin.’ derdi. İçlerinde bir şeytan durmadan bana gelir; ‘Buradan git, şöyle yaparım, böyle yaparım.’ diye beni tehdit ederdi. Cân-u gönülden, ‘Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billahi’l-aliyyi’l-azîm’ okuyunca, onun tamamen yandığını görürdüm.’

“Bir keresinde şöyle bir ses işittim: ‘Ey Abdülkâdir! Ben senin Rabbin’im! Sana haramları mubah, serbest kıldım. (Yani başkasına yasak olan şeyleri sana helâl kıldım.)’ diyordu. Bunun üzerine ‘eûzü besmele / kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım’ çektim ve ‘Sus ey melun!’ diye bağırdım. Bunun üzerine aynı ses; ‘Ey Abdülkâdir! Rabbin’in izni ile çeşitli yerlerde bana aldanmayarak şerrimden, kötülüğümden kurtuldun. Hâlbuki ben bu yolla yetmiş kişiyi yoldan çıkarmıştım.’ dedi.” Onun şeytan olduğunu nasıl anladığını sorduklarında Abdülkâdir Geylânî hazretleri; ’Sana haramları helâl ettim, sözünden anladım. Çünkü Allah böyle şeyleri emretmez.’ buyurdu.

“Şeytanı başımdan savdıktan sonra bana pek lezzetli süslü ve parlak şeyler göründü. ‘Bunlar nedir?’ dedim. ‘Dünya zevkleri ve ziynetleridir.’ denildi. Dünya ve onun göz kamaştırıcı lezzeti ve çabuk tükenen nimetleri kendine çekmek istedi; fakat Allah beni onlardan da korudu. Onlara hiç kıymet vermedim. Bunun için kaybolup gittiler. Sonra Allah’ın rızasına kavuşma yolunda insanın önüne çıkan mânileri, engelleri gördüm. ‘Bunlar nedir?’ dedim. ‘Senin içinde bulunan mânilerdir.’ denildi. Bunlara üstün gelebilmek için bir sene uğraştım.
Sonra içimi seyrettim. Kalbimin birçok şeylere bağlandığını, boş hayaller kurduğunu, kendini saraylarda sandığını gördüm. ‘Bunlar nedir?’ dedim. ‘Arzu ve isteklerindir.’ denildi. Tam bir yıl uğraştıktan sonra kalbimi onlardan temizleyebildim.

Yine nefsim kendi şeklinde bana gelir, kendine dost olmam için yalvarırdı. Yüz vermeyince zor kullanmak isterdi. Bir kere onu, bütün hastalıkları üzerinde, arzu ve istekleri dipdiri, şeytanları emrine hazır olarak gördüm. Bir sene mücadele ettim. Allah’ın izni ile hastalıklarını iyileştirdim, arzu ve isteklerini kırdım, şeytanlarını kovdum. Kısaca nefsimle tedricen, safha safha mücadele ettim.
Bütün bunlara rağmen, henüz matluba, maksada ve asıl istediğime varamamıştım. Bunun için, tevekkül, şükür ve zenginlik gibi kapıları denedim. Aradığımı fakirlik kapısında buldum. Burada büyük bir şerefe kavuştum, kulluk sırrına erdim, sonsuz hürriyete ulaştım. Bütün arzu ve isteklerim buz gibi eridi. Bütün beşerî sıfatlarım kayboldu. Gönülden Allah’tan başka her şeyi çıkarıp, hep O’nunla olmak olan ‘fakr’ mertebesine ulaştım.

Nihayet bütün varlıklardan yüz çevirdim. Her şeyim Allah için oldu. Sahralarda cezbe hâlinde kendimden geçmiş olarak dolaşırdım. Kendime geldiğimde kendimi bulunduğum yerlerden çok uzaklarda bulurdum. Bir gün bu halde bir saat kadar yürümüştüm. Sonra kendimi Bağdat’a on iki günlük uzaklıkta bir yerde buldum. Düşünceye daldığımda bir ses bana; ‘Sen ki Abdülkâdir’sin, buna hayret mi ediyorsun?’ dedi.

Sahralarda dolaşırken ‘Kün / Ol’ sözü ile ihsan olundum. Allah’ın izni ile istediğim olurdu. Bunun için çok şey buldum. Sonra böyle yapmaktan hayâ ettim. Allah’a karşı edebi gözeterek hepsini terk ettim.’

Abdülkâdir Geylânî bu uzun dolaşmalardan sonra Bağdat’a dönüyordu. Hızır (a.s.) önüne çıkıp, şehre girmesine mâni oldu. ’Emir var. Yedi sene Bağdat’a girmeyeceksin.’ dedi. Bu sebeple, Bağdat’ın kenarlarında yedi yıl, yerden biten mubah bakliyatı yiyerek bekledi. Bildirilen müddet bitince; “Ey Abdülkâdir! Bağdat’a gir, serbestsin.” diye bir ses duydu. Soğuk ve yağmurlu bir gecede Bağdat’a girdi. Doğru Şeyh Hammâd bin Müslim Debbâs’ın tekkesine geldi ve geceyi orada geçirdi. Sabahleyin Şeyh Hammâd Debbâs onu görünce ağlayarak;

“Oğlum Abdülkâdir! Bu devlet bugün bizim, yarın sizin olacaktır.” dedi.
Bir müddet Bağdat’ta bulunan Abdülkâdir Geylânî, fitne ve karışıklıklar çıkınca tekrar sahralara çıkmak istedi. Hibe kapısı denilen yere gelince; ’Nereye gidiyorsun? Dön, herkes senden faydalanacak.’ diyen bir ses işitti. ’Ben dinimi kurtarmak istiyorum.’ dediğinde; ’Korkma, dinine bir zarar gelmeyecek.’ denildi. Düşünmeye başladı ve bu işin hakikatini bildirmesi için Allah’a yalvardı. Bu esnada Muzafferiyye denilen yerden geçerken birisi kapıyı açıp; ’Ey Abdülkâdir! Buyurun.’ dedi. Yanına varınca; ’Söyle, dün Allah’tan ne istemiştin?’ dedi. Abdülkâdir Geylânî şaşırıp cevap veremedi. Bunun üzerine o zat kapıyı şiddetle yüzüne çarptı. Dün Allah’tan ne istediğini düşünerek yürümeye başladı. Biraz sonra o zatın Şeyh Hammâd Debbâs olduğunu hatırladı.

Bundan sonra onun sohbetlerine gider, halledemediği, çözemediği esrarı, gizli şeyleri ondan sorardı. O da ona bir bir açıklardı. Bazen ilim öğrenmek için başka taraflara gittiğinden onunla görüşemezdi. Dönünce hocası ona; ’Allah aşkına nerelere gidiyorsun? Bu civarda senden daha âlim birisi var mı?’ derdi. Şeyh Hammâd’ın müritleri ona bazen; ’Sen âlim birisin. Burada ne işin var, buradan gitsene.’ derler; Şeyh Hammâd da onlara; ’Utanmıyor musunuz? Onu buradan kovmak mı istiyorsunuz. İçinizde onun gibisi yok. Benim ona eziyet ettiğime bakmayın. Onu imtihan etmek, denemek, manen kemale ermesi, olgunlaşması için böyle yapıyorum, mana âleminde onu koca bir dağ gibi görüyorum.’ derdi.
Yine bir sohbet esnasında, Abdülkâdir Geylânî dışarı çıkmıştı. Şeyh Hammâd; ’Şu genci görüyor musunuz? Bir zaman gelecek ayağı bütün velilerin boynunda olacak, her veli ona itaat edecek.’ dedi.

Başka bir gün o gelince ayağa kalkıp; ’Hoş geldin Abdülkâdir! Sen âriflerin, Allah’ı tanıyanların seyyidi, efendisisin. Senin sancağın doğudan batıya kadar dalgalanacak. Bütün boyunların sana eğileceğini ve akranlarının üstünde bir dereceye ulaşacağını müjdelerim.’ dedi.

Zamanındaki diğer evliya da ileride onun derecesinin yüksek olacağını haber verdiler. Abdülkâdir Geylânî zaman zaman Şeyh Tacü’l-ârifîn Ebu’l-Vefâ hazretlerinin yanına giderdi. Ebu’l-Vefâ hazretleri, o gelince ayağa kalkar, yanındakilere; ’Ayağa kalkın, evliyâdan biri geliyor.’ derdi. Ona karşı bu şekilde iltifat etmesine hayret eden talebelerine; ’Henüz zamanı var. Vakti gelince, okumuş, cahil herkes bu gence muhtaç olacak, onun feyzinden, manevi ilminden faydalanacaktır!’ derdi. Bir defasında da; ’Ey Bağdatlılar! Allah’a yemin ederim ki, onun başında bir ucu doğuda bir ucu da batıda olan sancaklar dalgalanacaktır.’ dedi ve Abdülkâdir Geylânî ’ye dönüp; ’Bugün söz bizim; fakat ilerde senin olacak. O zaman bu ihtiyarı hatırlarsın.’ diye hitap etti.

Nihayet Abdülkâdir Geylânî (k.s.) Bağdat’ta insanları irşada, Allah’ın beğendiği yolda bulunmaya davete ve nasihat etmeye başladı. Bir gün kendini nurların kapladığını gördü. “Bu hâl nedir?” diye sorunca, “Rasûlullah efendimiz, Allah’ın sana verdiği yüksek dereceyi tebrik etmeye geliyor.” denildi. Nurun gitgide çoğaldığı bir anda Rasûlullah efendimiz (s.a.v.) görünerek bir elbise verdiler. Sonra; ’Bu, kutupluk denilen velilere ait evliyalık elbisesidir.’ buyurdular.
Rasûlullah efendimizden Hz. Ali vasıtasıyla gelen feyizler, manevi ilimler ondan sonra Hz. Hasan ile Hüseyin ve On İki İmam’dan diğerleri ile devam etti. Bunlardan sonra gelen evliyaya feyizler hep On İki İmam vasıtasıyla geldi.

Abdülkâdir Geylânî (k.s.) dünyaya gelip veli oluncaya kadar hep böyle idi. Fakat o, evliyalıkta yüksek dereceye kavuşunca, On İki İmam’dan gelen feyizler, ilimler, bereketler onun vasıtasıyla geldi. Başka hiç bir veli bu makama ulaşamadı. Bunun için; ’Önceki velilerin güneşi battı. Bizim güneşimiz ufuk üzerinde sonsuz kalacak, batmayacaktır.’ buyurdular. Kıyamete kadar, her veliye feyizler onun vasıtasıyla gelecektir. Bunun için kendisine ’Gavsu’l-A’zam (En büyük Gavs)’ denildi. İmâm-ı Rabbânî (k.s.) ise bu hususta onun vekilidir.

Yararlanılan Kaynaklar:
1. Menâkıb-ı Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî, Mûsâ bin Yünûnî.
2. Behcetü’l-Esrâr, Ali bin Yûsuf.
3. Kalâidü’l-Cevâhir fî Menâkıb-ı Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî.
4. Tefricü’l-Hâtır fî Menâkıb-ı Şeyh Abdülkâdir.
5. Tenşîtü’l-Hâtır fî Menâkıb-i Gavsü’l-A’zam.
6. Câmi-u Kerâmâti’l-Evliyâ, c.2, s.89.
7. Tabakâtü’l-Kübrâ, Şa’rânî, c.1, s.126.
8. Zeyl-i Tabakât-ı Hanâbile, c.1, s.290.
9. Nefehâtü’l-Üns.
10. Şezerâtü’z-Zeheb, c.1, s.198.
11. Hadîkatü’l-Evliyâ, 2’nci kısım, s.32.
12. el-A’lâm, c.1, s.17.
13. Mir’âtü’l-Haremeyn, c.3, s.139.
14. Nûrü’l-Ebsâr, s.224.
15. el-Bidâye ve’n-Nihâye, c.12, s.52.
16. Fevâtü’l-Vefeyât, c.2, s.2.
17. Ahbârü’l-Ahyâr.
18. Tabakâtü’l-Evliyâ, s.246.
19. Mu’cemü’l-Müellifîn, c.5, s.307.
20. Sefînetü’l-Evliyâ, c.1, s.58.
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

  • öğretmen

    EY NEFİS SEN Kİ SADECE KENDİNİ ISLAH EYLE YOKSA RABBİN NURUNDAN NE BİR PARÇA KOPARABİLİR NE DE ONA BİR PARÇA NUR EKLEYEBİLİRSİN.O DİLEMEDİKÇE SELAM ONA TABİ OLANLARA OLSUN AMİİN

1 kişi yorum yazdı.