Hace Yusuf Hemedanî (kuddise Sırruhû) -III (Silsile-i Fârûkiye)
Özlenen Rehber Dergisi 78. Sayı
Tesiri ve NüfuzuÖzellikle Türkistan diyarına İslâm’ın sesini, tasavvufun nefesini duyuran Yusuf Hemedânî (k.s.)’dir. Pek çok müridi ve halifesi vardı; ama tarikatın pîr ve üstadı olmuş dört tanesi meşhurdur. Başlıca Halifeleri olan Abdullah Berkî, Hasan Endâkî, Ahmed Yesevî ve Abdulhâlık Gücdevânî (k.s.) onun açtığı çığırı asırlar boyu sürdürerek tasavvuf ışığını günümüze kadar taşımışlardır. Ahmed Yesevî’ye nisbet edilen, Yesevîyye tarikatı ve Abdulhâlık Gücdevânî’den itibaren ’Hacegân’ yolu ve sonraki ismi ile Nakşbendiyye tarikatı takipçisi milyonlarca mü’min Yusuf Hemedanî hazretlerinin himmet dairesindedir.Daha hayatında Abdulhalık Gücdevânî ondan halîfelerini sormuş ve şu cevabı almıştı:“Benim halîfem Hoca Abdullah Berkî olacak, ondan sonra Hoca Hasan Antakî, ondan sonra da Ahmed Yesevî olacaktır. Hilâfet nevbeti Ahmed Yesevî’ye erişince, Türkistan Vilâyeti’ne sefer edecek ve halîfe sen olacaksın!’ Hakikaten de söylediği gibi olmuştur.11 Ramazan 504 (25 Mart 1110) Çarşamba günü Sultan Sencer Semerkand’da bulunan Kasım Cogî’ye bir mektup göndererek Şeyh Yusuf Hemedânî hakkında ta’zim ve tekrimlerini bildirir, tekkenin dervişleri için 50.000 atın gönderir ve “Rasûlullah (s.a.v.) ve Ashâb-ı Kirâm’ın yollarından ayrılmayan bu büyük Şeyh’in hayat tarzını bildirmelerini ve Şeyh’den kendisi için Fatiha niyaz etmelerini” ilâve ediyordu. Yusuf Hemedânî hazretleri bu esnada müridleriyle görüşmek üzere Hoca Abdullah Berkî’nin hücresine gelmişti. Hoca Hasan Antakî, Ahmed Yesevî, Abdulhalık Gücdevânî ve daha başkaları hep orada hazırdılar. Müridler, Sultan Sencer’in nezrini bildirdiler; o da, onun işi için bir Fatiha okudu. Sonra Sencer’e gönderecek sehv ve hatâdan başka bir fiili olmadığını söyledi; dervişlerin ricası üzerine: “Şer’i Nebevî’ye uygun bizde ne gördünüzse yazınız!” dedi. Bu müsâdeye dayanarak, dervişler onun sîretini yazıp gönderdiler.Semâ Hakkındaki GörüşüHemedânî, selefleri gibi semâ ile ilgilenen ve bu konuda söz söyleyenlerdendi. Ona göre semâ, Hakk’a sefer, Hakk’tan bir elçi, Hakk’ın latifeleriydi. Gayb âleminden faydalar sağlayan vâridâttı. Ruhlara kuvvet, kalıplara gıda, kalplere hayat, sırlara bekâ aşılardı. Semâ, perdelerin yırtılması, sırların açılmasıdır. Semâ çakan bir şimşek, doğan bir güneştir. Semâ anında ruhlar, kalp kulağıyla dinler, orada nefse yer yoktur. Çünkü semâ’ya nefis girince, semâ olmaktan çıkar, gınâ olur. Hikmetli Sözleri“Nefs ve kalbe gelen düşünceleri (havâtırı) tanımaya çalışın” der ve eklerdi: “Ey Abdulhâlik! Havâtırı tanıma işi sana havâle edilmiştir. Zâhirinizi dağınıklıktan kurtarın. Zâhiri dağınık olanın bâtını ve gönlü daha da dağınık olur” derdi.“Cin, insan ve şeytan düşmanlarına karşı müridlerini ikâz eder: “Bu düşmanlar sürekli abdest ve daimi kalp zikri ile defedilebilir” derdi. Allah Teâlâ’yı anmadan yemek yemez ve şöyle buyururdu: “Lokma yemek, tohum atmaktır. Tohumu bilinçli ve uyanık atmak gerekir ki gıda itaat olsun.”“Yusuf Hemedanî hazretleri hiç bir zaman Rasûlullah (s.a.s.)’in sünnet ve ahlâklarına muhâlefet etmemişlerdir. Sahâbe, tâbiûn, tebe-i tâbiûn ve selef-i sâlihîne uyarak yaşamışlardır. Hemedân şehrinde ve bulundukları diğer yerlerde dâimâ şu mübârek sözü söylerdi: “Doğru yol, Allah Rasûlü Hz. Muhammed’in yoludur. Çünkü âlemlerin Efendisi şöyle buyurmuşlardır: “Ey Ebû Hüreyre! İnsanlara benim yolumu (sünnetimi) öğret ve sen de amel et ki kıyâmet gününde ışık verecek bir nûra kavuşasın.” Bu yol, Hz. Ebû Bekir Sıddîk (r.a.)’ın yoludur. Asır be-asır bize ulaşmıştır ve tâ kıyâmete dek devâm edecektir. Bu yüzden tüm mü’minler ve sâlikler bu seçkin yola tâbi olmalı, bu hânedân ile sohbet etmeli, onların yoluna sülûk edip onlarla bulunmaktan ve ünsiyetten uzak kalmamalıdırlar.”Şâhzâde Kusem b. Abbâs’ın makâmında (kabrinde) de şöyle buyurdular:“Kim ki bu yol üzere amel eder ve ona sarılırsa, şüphesiz tüm karanlıklardan emîn olur ve bid’at denizinin dalgasından kurtulur.” Sonra şöyle buyurdular: “Ey Abdulhâlik! Bilesin ki, Hak yolunun yolculuğu yani sülûk iki kısımdır: Sülûk-i zâhir ve sülûk-i bâtın. Sülûk-i zâhir, dâimâ ilâhî emir ve yasaklara riâyet etmek, imkân ölçüsünde dînî ölçüleri muhâfaza etmek ve nefsin arzularından kaçınmaktır. İkinci kısım olan sülûk-i bâtın ise, kalbi temizlemeye çalışmak ve nefsânî kötü sıfatları yok etmek için gayret sarf etmektir. Bâtın temizliği dedikleri işte budur. Kalp zikrinde sınırsız bir çaba ve azim gerekir ki, kalp Hak Teâlâ’yı zikreder hâle gelsin. Bu zikir telkîni önce Hz. Ebû Bekir (r.a.)’ın kalbine, ondan Selmân Fârisî’ye, ondan Ca’fer-i Sâdık’a, ondan Sultân Beyâzîd’e, ondan Şeyh Ebu’l-Hasan Harakânî’ye, ondan büyük şeyh Ebû Ali Fârmedî Tûsî’ye ve ondan da bize ulaşmıştır.”Bunu söylediler ve mübârek başlarını öne eğip öğle ezanına kadar böyle durdular. Öğle namazını kılınca şöyle buyurdular: “Ey dervişler! Bu silsilede her ne kadar bu efendilerden başka aziz insanlar var idiyse de, özellikle bunların seçilmesinin sebebi, onların mükâşefe ve müşâhede de bu silsilenin önde gelen şahsiyetleri olmalarındandır.” Yararlanılan KaynaklarAbdurrahman Câmî, Nefahâtü’l-Üns.İmam Şa’rânî, Tabakatü’l-Kübrâ.İslâm Âlimleri Ansiklopedisi.Rehber Ansiklopedisi.Ord. Prof. Dr. Fuad Köprülü, Türk Edebiyâtında İlk Mutasavvıfar.Ez-Zehebi, el-İber fî Haberî Men Gaber, II/448.İbn-i Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, XII/217.İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, IV/74.
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.