Özlenen Rehber Dergisi

131.Sayı

Kitap, Hikmet ve Gizli İlimler

Bakara sûresi Ledünnî Tefsiri 151. âyet
Biz bu yazımızda Bakara sûresi 151. âyet-i kerimesinin ledünnî tefsirini yapacağız. Cenâb-ı Hak, bu âyet-i kerimede şöyle buyurmaktadır:
’Nitekim kendi aranızdan, size âyetlerimizi okuyan, sizi her kötülükten arındıran, size kitap ve hik-meti öğreten, ayrıca bilmediklerinizi de öğreten bir rasûl gönderdik.’ (Bakara sûresi, 2/151)
Bu âyet-i kerimede üç temel kavram karşımıza çıkmaktadır:
1- Kitap 2- Hikmet 3- ’Bilmedikleriniz’ tabiriyle anlatılan ’gizli ilimler.’
Kitap:

’Kitap’ açıkça bilindiği üzere Kur’ân-ı Kerim’dir. ’Kitap’ın, Kur’ân-ı Mübîn anlamına geldiğini belirten bir çok âyet-i kerime mevcuttur. Dolayısıyla ’Kitap’tan murat ’Kur’ân-ı Hakîm’dir.
Hikmet ve Sünnet:

’Hikmet’ ise geniş anlamları olan bir kelimedir. Bize göre bu âyet-i kerimedeki ’Hikmet’, ’Sünnet’ an-lamına gelir. Kur’ân-ı Hakîm’de ’Hikmet’, Lokman sûresi 12. âyetinde olduğu gibi ’ilhama dayalı güzel söz’ mânâsına da gelir. Kamer sûresi 5. âyetinde olduğu gibi bazı yerlerde de ’kıyametle ilgili haberler’ anlamında kullanılmıştır. Birkaç âyet-i kerimede ise; ’diğer peygamberlere âit sünnetler, onlara verilen lütuf ve ihsânlar’ anlamında kullanılmıştır.
Tefsirini yaptığımız Bakara sûresi 151. âyette ise ’Sünnet’ anlamındadır. Şimdi Bakara 151. âyette yer alan ’Hikmet’ kavramını açıklayalım:
’Hikmet’in Kur’ân-ı Hakîm’de ’Sünnet’ anlamında kullanıldığı âyet-i kerimelerden biri de İsrâ sûresi-nin 39. âyetidir. Bu âyet-i kerimede şöyle buyrulmaktadır: ’İşte bunlar, Rabb’inin sana vahyettiği hik-metlerdir.’ (İsrâ sûresi, 17/39)
Bu âyetin öncesine baktığımızda Rasûlullah’ın (s.a.v.) ahlâk-ı hamîdesinin unsurlarından bahsedildi-ğini görüyoruz. Ana-babaya iyi davranmak, akrabaya, yolcuya, yoksula yardım etmek, israftan kaçın-mak, eli sıkı olmamak, geçim endişesiyle çocukların canına kıymamak, zinadan uzak durmak, haklı bir sebep olmadıkça cana kıymamak, yetimin malına göz dikmemek, verdiği sözü yerine getirmek, ölçü tartıda hile yapmamak gibi hususları Allah Teâlâ; ’İşte bunlar, Rabb’inin sana vahyettiği hikmetlerdir.’ şeklinde tavsif buyuruyor. Bunlara baktığımızda, hepsinin Rasûl-i Ekrem’in (s.a.v.) sünnetleri olduğunu görüyoruz. Bunlar aynı zamanda yapılması farz olan davranışlardır. Bu âyetlerdeki emirler her ne ka-dar Peygamber Efendimize ise de, bu emirler asıl olarak Ashâb-ı Güzîn ve ümmetedir. Yani nüzulü Rasûlullah’a, şümulü ümmetedir. Bunlar hep Rasûl-i Kibriyâ’nın ahlâklarıdır. Bize de bu ahlâklarla ahlâklanmamız emrediliyor. Bizim bu âyetin tefsirinde özellikle üzerinde durmak istediğimiz konu; ’sünnet anlayışı’dır.
Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır:
’Dikkat edin! Bana Kitap (yani Kur’an) ve onunla beraber onun gibisi verildi.’ (Ebû Dâvûd, Sünen 6) ’Dikkat edin! Kendisine benden bir hadis ulaşacak ve koltuğuna yaslanmış olduğu halde; ’Bizimle sizin aranız-da Allah’ın Kitabı vardır. Onda neyi helâl bulursak onu helal sayar ve neyi haram bulursak onu da ha-ram kılarız.’ diyecek bir adam çıkacak mı? Hâlbuki Allah’ın Rasûlü (s.a.v.)’in haram kıldığı şey Allah’ın haram kıldığı şey gibidir.’ (Tirmizî, İlim 10)
Bu hadisten anlaşıldığı üzere, hem Kur’ân’ın hem de Sünnet’in kaynağı vahiydir. Kaynağının vahiy oluşu itibariyle Kur’ân’a uymak nasıl farz ise, Hz. Peygamber’in sünnetine uymak da farzdır. Öncelikle şunu belirtmek isteriz ki; Efendimiz (s.a.v.) bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: ’Sizden birisi koltuğuna dayanmış bir halde, Allah bu Kur’ân’dakinden başka bir şey haram kılmadı mı zannediyor? Dikkat edin! Allah’a yemin olsun ki, ben vaaz ettim, emrettim ve birçok şeylerden nehyettim. Onlar Kur’an kadar ya da daha da çoktur…’ (Ebû Dâvûd, Harâc 33)
Rasûl-i Kibriyâ’nın sözleri belâgat, fesâhat ve îcâz bakımından ve daha birçok yönden tıpkı Kur’an gibidir. Meselâ; Kur’ân-ı Kerim’de Rûm sûresinde, Rumların galip geleceğinin bildirilip de gerçekleşmesi gibi Allah Rasûlü (s.a.v.)’in de İstanbul’un fethine dair hadisi vardır. Kur’ân-ı Hakîm’de bir mûsikî ve ahenk olduğu gibi, bu mûsikî ve ahenk, hadîs-i şeriflerde de söz konusudur. Kur’ân-ı Mecîd’de nasıl ki az kelimeyle çok derin mânâlar ifade edilmiş ise hadislerde de böyledir. Bununla beraber nasıl ki Kur’an âyetleri hüküm bildiriyorsa, hadîs-i şeriflerin bir kısmı da hüküm koymaktadır. Aslında Kur’ân-ı Mecîd’deki bütün âyetler farz mesabesinde hükümler koymaz. Âyet-i kerimelerden bir kısmı farz, bir kısmı vacip, bir kısmı da sünnet (nafile) niteliğinde hükümler koyar. Meselâ; Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Ke-rim’de; ’Namaz kılın, zekât verin…’, ’Haccedin…’ buyuruyor. Bunlar kesin emirler olup, delili ve sübu-tu katî (kesin) olduğu için farzdır.
Lakin kurban kesmek hakkında âyet-i kerime; ’O halde, Rabb’in için namaz kıl, kurban kes.’ (Kevser sûresi, 108/2) olduğu hâlde, delil veya sübût yönünden birisi eksik olduğu için, emir olduğu halde farz değil, ümmete ’vacip’ olmuştur. Kurban, Hanefîlere göre vacip, Şâfiîlere göre ise sünnettir. Yine Kur’ân-ı Azîmüşşân’da Cenâb-ı Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: ’Ey Âdemoğulları! Her mescitte ziynetinizi takının (güzel ve temiz giyinin).’ (A’râf sûresi, 7/31) Bu âyet de sünnet mesabesindedir. Eğer bu âyet, sünnet mesabe-sinde olmasaydı hiç kimse iş elbisesiyle namaz kılamazdı. Bu âyetlerden de anlıyoruz ki Kur’ân-ı Ke-rim’de yer alan âyetlerin hepsi farz derecesinde değildir. Bazısı farz, bazısı vacip, bazısı da sünnet (nafi-le)tir.
İşte Rasûl-i Kibriyâ Efendimiz (s.a.v.)’in sünnetleri bu yönden de tıpkı Kur’ân-ı Hakîm gibidir. Sün-netler sadece, yapıldığında sevap kazanılan, terk edildiğinde günah olmayan davranışlar değildir. Sün-netlerin tıpkı Kur’ân’da olduğu gibi bir kısmı ’farz’, bir kısmı ’vacip, bir kısmı ise ’nafile’ derecesindedir. Bu bölümün daha iyi anlaşılabilmesi için örneklerle izah edelim. Zira biz Rasûl-i Kibriyâ’ya, aldığımız hava gibi hatta ondan daha ziyade, her ânımızda ve her ibadetimizde muhtacız.
Farz Anlamına Gelen ’Sünnet’

Bilindiği üzere namaz kılmakla ilgili birçok âyet-i kerime vardır. Kur’ân-ı Kerim’deki ’salât’ kelimesi sadece namaz anlamına gelmez. Aslında ’salât’ kelimesinin Türkçe karşılığı ’dua ve sena’dır. Fakat ’salât’ın ’namaz’ anlamına geldiğini Rasûl-i Kibriyâ’dan öğreniyoruz. Eğer biz Rasûlullah Efendimizin namaz içinde yaptığı farz ve vacip mesabesindeki sünnetleri kaldırırsak sadece ’dua’ kalır. Hâlbuki Rasûlullah Efendimiz’in hadîs-i şeriflerinden anlamaktayız ki; Cebrâil (a.s.) bizzat Kâbe’de Efendimiz’e (s.a.v.) gelerek namazı tarif ve talim etmiştir. Efendimiz (s.a.v.) de kendisine tarif edilen şekilde namazı kılmıştır. Cebrâil (a.s.)’ın getirip tarif ettiği namazın kılınış şekilleri bir vahiy neticesidir. (Buhârî, Mevâkitu’s-Salât 1; Nesâî, Mevâkît 10; Ebû Dâvûd, Salât 2)
Ebû Hureyre (r.a.)’dan rivayet edildiğine göre; (bir keresinde) Rasûlullah (s.a.v.) mescide girdi. (Akabinde) bir kimse de girdi ve namaz kıldı. Ve (sonra) Nebi (s.a.v.)’e selam verdi. (Rasûlullah selamı) aldı ve: ’Dön, (yeniden) namaz kıl. Zira sen namaz kılmış olmadın.’ buyurdu. O döndü, kıldığı gibi tek-rar namaz kıldı. Sonra geldi ve Nebi (s.a.v.)’e selam verdi. (Rasûlullah yine): ’Dön, (yeniden) namaz kıl. Zira sen namaz kılmış olmadın.’ buyurdu. (Bu da) üç defa (oldu). (Nihayet o kimse): ’Seni hak ile (Pey-gamber olarak) gönderen (Allah’a) yemin olsun ki, bundan başka iyisini bilmiyorum; bana (doğrusunu) öğret.’ dedi. Bunun üzerine (Rasûlullah) şöyle buyurdu: ’Namaza durduğun zaman tekbir getir (’Allâhu Ekber’ de). Sonra ne kadar kolayına gelirse o kadar Kur’an oku. Sonra rükûa var, beden uzuvların ya-tışmış oluncaya kadar (rükûda) dur. Sonra başını kaldırıp ayakta büsbütün doğruluncaya kadar dur. Sonra secdeye var, ta mutmain oluncaya kadar (secdede) kal. Sonra başını kaldır. Ta mutmain oluncaya kadar otur. Bunu namazın bütününde yap.’ (Buhârî, Ezân 95) Allah Rasûlü şöyle buyurdu: ’Beni namaz kılar-ken nasıl gördüyseniz, siz de öyle kılın.’ (Buhârî, Ezân 18)
Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) bu hadisiyle de namazın sadece ’dua’ manasına gelmediğini, fiilî tatbikatının gerektiğini bildirmektedir.
Namaz nasıl âyetle farz ise, namazın farzları olan kıyam, kıraât, rükû ve sücûd hakkında da âyet-i kerimeler vardır. Ancak bu âyetler kıyamın, kıraatin, secdenin nasıl yapılacağını bize bildirmemektedir. Biz bu farzların nasıl yapılacağını sadece Rasûl-i Kibriyâ’nın hayat-ı şahanesinden ve dolayısıyla sünnet-lerinden öğrenebiliriz. Bir kimse kıyamı Allah Rasûlü’nün yaptığı gibi yapmazsa, secdeyi onun tarif etti-ği minval üzere gerçekleştirmezse farzı yapmış olmaz. Dolayısıyla da namaz sahih olmaz. İşte namaz-daki farzların Allah ve Rasûl’ünün tarif ettiği gibi yapılması da ’farz’dır. Eğer kişi: ’Rasûl-i Kibriyâ’nın sünnetleri yapılmasa da olur.’ derse iman dairesinden çıkar. Burada namaz ile ilgili sünnetler; farz, va-cip ve nafile gibi şekiller alır.
İmam Şâfiî Hazretleri; ’O hevâdan konuşmaz. O(nun konuştuğu) ancak kendisine bildirilen bir va-hiydir.’ (Necm sûresi, 53/3-4) âyet-i kerimelerini kaynak göstererek, sünnetlerin de tıpkı Kur’an gibi vahiyle geldiğini söylemiştir. Bu durumda sünnetlerin de kaynağının vahiy olduğu aşikârdır. Nitekim Rasûlullah (s.a.v.) bir hadîs-i şeriflerinde: ’Ben yedi âzâ üzerine secde etmekle emrolundum.’ (Buhârî, Ezân 134) buyur-maktadır.
Hadîs-i şerifte kast edilen âzâlar şunlardır:
1- Alın: Alnın yere değmesidir ki; farzdır,
2- Burun: Burnun yere değmesidir ki; vaciptir,
3- Eller: İki elin yere değmesidir ki; sünnettir,
4- Dizler: İki dizin yere değmesidir ki; sünnettir,
5- Ayaklar: Bir ayağın üç parmağının kıbleye doğru kıvrılmasıdır ki; bu da farzdır.

Hadîs-i şerifte geçen yedi âzâ (1 yüz (alın ve burun), 2 el, 2 diz ve 2 ayaktaki üç parmak)’nın secdesi bu şekilde gerçekleşmiş olur. İşte namazda yapılması gereken bu hükümleri bırakan Rasûlullah (s.a.v.)’dir. Dikkat edilecek olursa; daha önce verilen Necm sûresi 3-4. âyetler ile bu hadîs-i şerifte geçen ’Emrolundum’ ifadesi birbiriyle bağlantılı olup Rasûlullah’ın (s.a.v.) koyduğu hükümlerin hevâsı ile de-ğil de vahiy ile konulduğu anlaşılmış olur.
Sünnetlerin farz mesabesinde oluşu sadece namaz için değil hac, zekât gibi farz olan diğer ibadetler için de geçerlidir. Zira Allah Teâlâ’nın bu emirleri çerçeve şeklindedir. Bu ibadetlerin nasıl yapılacağını biz Habîb-i Müctebâ’dan öğreniyoruz. Nasıl ki o ibadet farzsa, yapılış şekli de farzdır. Bir kimse Allah’ın emirlerini Efendimiz’in tarifi dışında yaparsa kendi kafasına göre bir icat yapmış olur. Bu da bidattir. Bidat de insanı ateşe götürür. Yine zekât da âyetle sabittir ve farzdır; ama zekâtın hangi mallardan ne kadar verileceği Kur’ân-ı Kerim’de bildirilmemektedir. Biz bunu da Rasûlullah Efendimiz’den öğreniyo-ruz. Burada da Allah Rasûlü’nün bu sünnetleri farz derecesindedir. Zira bu sünnetlere uyulmazsa verilen zekât geçerli değildir.
Yine Kur’ân-ı Kerim’de Cenâb-ı Hak: ’Hırsız erkek ile hırsız kadının ellerini kesin.’ (Mâide sûresi, 5/38) buyu-ruyor. Cenâb-ı Hak bu âyet-i kerimede kesin hüküm koymuş; ama hükmün teferruatına girmemiştir. Yani hırsızın elinin neye göre, ne şekilde, nereden ve nasıl kesileceğine dair hükümleri Rasûlullah (s.a.v.) belirlemiştir. Hac da âyetle sabittir; ama haccın nasıl yapılacağını Cenâb-ı Hak tafsilatlı bir şekil-de Kur’ân’da bildirmemiştir.
Lakin Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz: ’(Hac) menâsiklerinizi benden alınız.’ (Nesâî, Menâsiku’l-Hac 220), ’Hac, Arafat(’ta vakfe)dir.’ (Nesâî, Menâsiku’l-Hac 203) buyurarak, Arafat’ta vakfenin farz olduğu hükmünü koymuştur. Ayrıca Beytullah’ı yedi şavt ile tavafın, Arafat’ta vakfeden sonra Hacc’ın ikinci farzı olduğunu ve niyetle ihramın da haccın üçüncü farzı olduğunu hüküm olarak Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz koymuştur. Bu sünnetler de yine farz derecesindedir. Allah Rasûlü’ne tabi olmadan bir kimsenin hac yapması mümkün değildir. Artık buradaki sünnetler sadece yapılırsa sevap alınıp, yapılmazsa günah olmayacak ibadetler değil, yapılması zaruri farzlardır. Hatta Server-i Kâinat bazı yerlerde Kur’ân’da bulunmayan hususlara dair de hükümler koymuştur. Meselâ; hakkında âyet olmadığı halde bizzat kendisi hüküm koyarak ’Mut’a nikahı’nı nehyetmiştir. Bir kimse burada Rasûlullah’a tabi olmazsa günah işlemiş olur. Bu nehyi inkâr ederse, yani Rasûlullah’a uymasam da olur, o da nihayet bir beşer idi, diye düşünürse kâfir olur.
Allah Rasûlü’nün bizzat hüküm koyduğuna dair en güzel örnek Sahâbe’den İmrân b. Husayn’ın ba-şından geçen şu hâdisedir:
Habîb b. Ebî Fadâle el-Mekkî’den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
Bu mescid (yani) Mescidu’l-Câmi’ yapıldığında İmrân b. Husayn oturuyordu. Yanında şefaati zikret-tiler. Topluluktan bir kimse dedi ki: ’Ey Ebâ Nuceyd! Siz bizlere (bir takım) hadisler naklediyorsunuz. Ama biz Kur’ân’da onlara dair bir asıl bulamıyoruz.’ İmran b. Husayn kızdı ve adama şöyle dedi: ’Sen Kur’an okudun mu?’ (Adam): ’Evet.’ dedi. ’Onda akşam namazının üç, yatsı namazının dört, sabah namazının iki, öğlenin dört, ikindinin de dört (rekât) olduğunu buldun mu?’ dedi. (Adam): ’Hayır.’ de-di. ’O halde bu durumu kimden aldınız? Bizden almadınız mı? Biz de Rasûlullah (s.a.v.)’den almadık mı? (Zekât olarak) her kırk dirhemde bir dirhem, her şu kadarda bir koyun, her şu kadar devede şu kadar deve (verileceğini) buldunuz mu, Kur’ân’da buldunuz mu?’ dedi. (Adam): ’Hayır.’ dedi. ’O halde bunu kimden aldınız? Biz Rasûlullah (s.a.v.)’den aldık, siz de bizden aldınız!’ dedi. ’Kur’ân’da; ’Beyt-i Atîk’i (Kâbe’yi) tavaf etsinler.’ (Hac sûresi, 22/29) (âyetini) buldunuz mu? Bunu (Kâbe’yi) yedi defa tavaf edin, ma-kamın arkasında iki rekât namaz kılın’ (diye) buldunuz. Bunu Kur’ân’da buldunuz mu? Bizden almadı-nız mı? Biz de Rasûlullah (s.a.v.)’den almadık mı? Kur’ân’da: ’İslâm’da ne (zekâtı) ayağa getirme, ne (zekât için) uzağa gitme, ne de şiğar (mehre bedel nikâhlama) vardır.’ buldunuz mu?’ (Adam): ’Hayır!’ dedi. ’Muhakkak ben, Rasûlullah (s.a.v.)’i şöyle buyururken işittim: ’İslâm’da ne (zekâtı) ayağa getirme, ne (zekât için) uzağa gitme, ne de şiğar (mehre bedel nikâhlama) vardır.’ İşittiniz mi, Allah kitabında bazı topluluklar için şöyle buyuruyor: ’Sizi Sekar’a (cehenneme) ne soktu? Onlar şöyle derler: ’Biz na-maz kılanlardan değildik.’ Miskini yedirmezdik. Bâtıla dalanlarla birlikte biz de dalardık. Ceza gününü de yalanlıyorduk. Nihayet ölüm bize gelip çattı.’ Artık şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez.’ (Muddessir sûresi, 74/42-48) ’ (İmrân) bu âyete kadar (okudu). Habîb dedi ki: ’Ben (onu), ’şefaati’ söylerken işittim.’ (Ta-berânî, c.7, s.306, h.no: 14950. Ayrıca bkz. Ebû Dâvûd, Zekât 2)
Bu husustaki diğer bir rivayette ise, Abdullah b. Mes’ûd (r.a.) Rasûlullah (s.a.v.)’den şöyle nakleder: ’Allah, bedenlerine dövme yapan, yaptıran, yüzünün tüylerini yolan, güzel görünmek için dişleri¬nin arasını yontan, Allah’ın yarattığını değiştiren kadınlara lanet etti (veya etsin).’ Abdullah’ın bu hadisi Esed oğullarından Ümmü Ya’kûb denilen bir kadına ulaştı. He¬men geldi ve: ’Senin şöyle şöyle (kadınla-ra) lanet ettiğin haberi bana ulaştı.’ dedi. (İbn-i Mes’ûd): ’Ben Rasûlullah (s.a.v.)’in lanet ettiği ve Al-lah’ın Kitâbı’nda var olan kimselere niye lanet etme¬yeyim?’ dedi. (Kadın): ’Andolsun ki, ben Mushaf’ın iki kabı arasında ne varsa oku¬dum; fakat senin söylediğin şeyi onda bulamadım.’ dedi. (İbn-i Mes’ûd): ’Eğer sen onu okumuş olsaydın, elbette onu bulurdun. ’Rasûl size neyi verdiyse onu alın, size neyi yasak ettiyse ondan da sakının.’ (Haşr sûresi, 59/7) (âyetini) okumadın mı?’ dedi. (Kadın): ’Evet.’ dedi. (İbn-i Mes’ûd): ’Şüphesiz ki, (Rasûlullah) ondan nehyetti.’ dedi. (Kadın): ’Ben senin ailenin bu¬nu yapmakta olduğunu görüyorum.’ dedi. (İbn-i Mes’ûd): ’Git ve bak.’ dedi. (Kadın) gitti, baktı, (düşünmüş olduğu) hacetinden bir şey görmedi. (İbn-i Mes’ûd): ’Eğer (eşim) böyle yapmış olaydı, o bizimle arkadaşlık et-mezdi.’ dedi. (Buhârî, Tefsir, Haşr Sûresi Tefsiri)
İşte bu örneklerde zikredildiği üzere Sahâbe-i Güzîn efendilerimiz; ’Bizler, sizin bilmediğiniz birçok şeyi Rasûlullah’tan aldık, şu halde rivâyet ettiğimiz hadislere uyunuz, aksi hâlde saparsınız’ tembihinde bulunmaktadırlar.
Vacip ve Sünnet Anlamlarına Gelen ’Sünnet’

Sünnetlerin bir kısmı da vacip derecesindedir. Meselâ; Cenâb-ı Allah Kevser sûresinde ’Kurban kes!’ buyuruyor. Bilindiği üzere kurban kesmek bir anlayışa göre vacip, bir anlayışa göre sünnettir. Fakat yi-ne Allah Teâlâ Kur’ân-ı Hakîm’de kurbanın hangi hayvanlardan ve nasıl kesileceğinden tafsilatlı olarak bahsetmemiştir. Bize bunu bizzat Efendimiz (s.a.v.) sünnetleriyle göstermiştir. Bir kimsenin kurbanı Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizin belirttiği hayvanlardan, onun tarif ettiği şekilde kesmesi vaciptir. Yani burada sünnet vacip mesabesindedir.
Hacda kesilen kurban bir görüşe göre vacip, bir görüşe göre sünnettir. Burada Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.)’in sünnetinden hem vacip hem de sünnet hükümleri çıkmıştır. Bir de nafile derecesinde sünnet-ler vardır. Örneğin; misvak kullanmak, tırnak kesmek ve güzel koku sürünmek gibi.
* * *
Kur’ân-ı Kerim’deki ’Hikmet’ kavramının sünnet demek olduğunu İmam Şâfiî, İmam Suyûtî, Beyhâkî, İmam Gazâlî gibi daha birçok müçtehit âlimler de kabul ederek sünnetle ilgili nice nice eserler yazmışlardır. İmam Şâfiî Risâle’sinde, İmam Gazâlî İhyâ’sında, Beyhakî Medhal’inde, İmam Suyûtî Miftâhü’l-Cenne Fi’l-İhticâci Bi’s-Sünne adlı kitabında, İbn-i Hazm el-İhkâm’ında ’sünnet’ kavramını çok geniş şekilde anlatmaktadır.
İmam Gazâlî (rh.a.): ’Nasıl, su; hidrojen ve oksijen adlı iki elementten meydana gelmişse, bu güzel İslâm dini de iki esastan oluşmuştur. Allah’ın Kitab’ı Kur’an ve Rasûl-i Kibriyâ (s.a.v.)’in sünnetleri.’ de-miştir. Cenâb-ı Hakk’ın âyetleri ile Efendimiz’in hayatı birbirinden ayrılmaz iki parçadır. Zaten Rasûlul-lah (s.a.v.) Efendimiz de Veda Haccı’nda: ’İçinizde iki şey bırakıyorum. O ikisine (sımsıkı) sarıldığınız takdirde asla dalalete düşmezsiniz: Allah’ın Kitabı ve Nebisinin sünneti.’ (Muvattâ, Kader 1) buyurmuştur.
Tevhîd; ’Lâ İlâhe İllallâh’ ve ’Muhammedun Rasûlullah’ sözünden ibarettir. Tevhidde bu iki ifade birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Ayrılırsa, yani sadece ’Lâ İlâhe İllallâh’ veya yalnız ’Muham-medun Rasûlullah’ denilirse bu, tevhîdi ifade etmez. Nasıl ki bir kişi ’Lâ İlâhe İllallâh’ sözüne ’Mu-hammedun Rasûlullah’ sözünü eklemediği müddetçe îman dairesine giremezse, Kur’ân’daki emirler de Rasûlullah (s.a.v.)’in sünnetiyle birleşmediği müddetçe İslâm dini oluşmaz. İşte Rasûlullah (s.a.v.) Al-lah’ın emir ve nehiylerini bizatihi kendi sünnetleriyle de tatbik etmiş ve İslâm dinini oluşturmuştur. Gö-rüldüğü gibi, nasıl ki kelime-i tevhîdin iki parçası birbirinden ayrılmıyorsa, İslâm dîni de Kur’an ve Sün-net’le ayrılmaz bir yapı ortaya koymuştur.
* * *
Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizin üç ana görevi vardır:
1) Tebliğ, 2) Âyetlerin izahı, 3) Kur’ân’daki emirlerin bizatihi tatbiki. Buradaki emirlerin tatbikini ümmet, Allah Rasûlü gibi (O’nun yaptığı şekilde) yapmazsa din meydana gelmez.
Cenâb-ı Hak, Habîb’inin boş konuşmadığını; ’O hevâdan konuşmaz. O(nun konuştuğu) ancak kendi-sine bildirilen bir vahiydir.’ âyet-i kerimesinde bildirmiştir. (Necm sûresi, 53/3-4) Efendimiz (s.a.v.)’e ittibayı da yine Cenâb-ı Allah bize bizzat mecbur kılmış, bu mânâda, şu âyeti buyurmuştur: ’(Ey Rasûlüm!) De ki: Eğer siz Allah’ı seviyorsanız bana tabi olun ki, Allah da sizi sevsin ve sizin için günahlarınızı bağışla-sın.’ (Âli İmran sûresi, 3/31) Haşr sûresinde ise; ’O, neyi getirirse alın, neyi nehyederse de ondan sakının.’ (Haşr sûresi, 59/7) buyurmuştur.
Sözün özü, bir Müslüman her hâlükârda Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizin getirdiklerine muhtaçtır. Onun sünnetlerine ittiba olmadan ne farzları ne de vacipleri yapabilir; ne Allah’ı sevebilir ne de Allah’a itaat edebilir. Dolayısıyla anlaşılıyor ki bu âyette ’Hikmet’ten murat ’Sünnet’tir.
’Bilmedikleriniz…’ ifadesi ve ledünnî ilimler

Bakara sûresinin 151. âyetinde yer alan üçüncü kavram; ’Bilmedikleriniz’dir. Bunu açıklayacak olursak; bu tabirin Kitâb ve hikmet (sünnet)’ten farklı olarak, herkese bahşedilmeyen ’gizli ilimler’ ol-duğunu söyleyebiliriz. Nitekim Allah Teâlâ’nın Lokman (a.s.)’a bitkilerin dilinden anlamayı ve onların ilaç olarak kullanılmasını öğretmesi, ona gizli ilim vermesidir. Bu da gizli ilimler kapsamındadır. Kur’ân’da bildirilen ilim de ’gizli ilim’dir. Hz. Hızır (a.s.)’la Hz. Mûsâ (a.s.) arasında geçen ve Kehf sûre-sinde bildirilen hadisede Hz. Hızır (a.s.)’ın sahip olduğu ilim de gizli ilimdir. Zira Cenâb-ı Hak: ’Kendisine katımızdan bir ilim öğretmiştik.’ (Kehf sûresi, 18/65) buyuruyor. Buradaki ilim Bakara Sûresi 151. âyetinde işaret edilen gizli ilimdir. Nitekim Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)’e de Allah Teâlâ gizli ilimler öğretmiştir. Rasûl-i Ekrem de bunlardan bir kısmını sahabesinden bazılarına öğretmiştir. Bu meyanda Ebû Hureyre (r.a.) şöyle buyurmuştur:
’Rasûlullah (s.a.v.)’den iki kap (çeşit) ilim belledim. Birini yaydım. Diğerine gelince onu yayacak ol-sam, bu boğazım kesilirdi.’ (Buhârî, İlim 42)
Bu ifadeden anlaşılıyor ki Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Allah Teâlâ’nın lütfettiği bu gizli ilmi bir kısım sahâbesine tâlim buyurmuştur.
* * *
Özetleyecek olursak; ledünnî tefsirini yaptığımız Bakara sûresi’nin 151. âyetinde üç temel kavram zikredilmektedir. Bu kavramlardan ’Kitap’la kastedilen; Kur’ân-ı Kerim’dir. ’Hikmet’le kastedilen ise Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)’in Sünnet-i Seniyyesi’dir. ’Bilmedikleriniz’ tabirinden kasıt da gizli ilimlerdir.
Güzellikler Rabb’imizden, hata ve kusurlar ise nefsimizdendir.
Vallâhu a’lemu bi murâdihî.Ve’s-selâmu alâ men ittebea’l-Hüdâ.
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.