Günden güne kararan dünyanın, solmayan taptaze gülleri. Öyle bilindik güllerden de değil, rahmanın cennet bahçelerinden koparıp her ana-babaya verdiği müjdesi. Her biri kutsal bir emanet, ikinci bir Asr-ı Saadete dair toprağa ekilen umut fideleri.
Anlamak da zordur onları, anlamlandırmak da. Kimi sarışın kimi esmer kimi siyahi… kiminin gözleri ela kimininki mavi. Yüreklerinde melekleri kıskandıran bir masumiyet, yüzlerinde her daim hali hazırda bir tebessüm. Tamamen bakıma muhtaç ve bir o kadar da savunmasız eşsiz derya incileri.
Hiç fark ettiniz mi bilmem; ama her sübyanın gözlerinde parıldayan esrarlı bir ışıltı vardır. Ta derinlerden gelen, kaynağı ancak nur-u ilâhi olabilecek kadar parlak bir ışıltı. Ve bu ışıltı ancak sübyanlara mahsustur. Bir yetişkinin gözlerinde huzur, mutluluk, dert, tasa, endişe ve kaygı gibi birçok duygusal yansımalar görmeniz mümkündü; ama masum bir yavrunun gözlerine has bu ışıltıyı görmenizin mümkünatı yoktur.
Herhangi bir parkın herhangi bir bankına oturun mesela. Ya da herhangi bir okulun herhangi bir köşesine geçin. Ve dikkatlice izleyin onları. Sanki dünya bu kadar acımasız değilmişçesine ya da insanlar bu denli vahşi değilmişcesine umursamadan, umarsızca koşturup oynarlar. Kahkahaları, çığlıkları birbirine karışıp gider. Kimi zaman bir annenin kucağında gördüğünüz bebeği, ya da emekleyen bir insan yavrusunu öpüp ısırmak istersiniz. Kimi zaman da camide babasıyla beraber vakit namazına gelen kısa pantolonlu küçük adamı bir hamlede yutasınız gelir. Hele bir de anne babaysanız, yeter ki onlar rahat etsin diye bütün imkânlarınızı seferber edersiniz. Hasta olduklarında sabahlara kadar yanı başında gözünüzü kırpmadan beklersiniz. Kendi ellerinizle yedirir, ayakkabısına kadar bağlarsınız. Ne bir ihtiyacını eksik edersiniz ne de onlar için dualarınızı. Az bir maaşla çok ağır işlerde bile çalışsanız, çocuklarınızı kimseye muhtaç etmemek sizin için haklı bir gururdur. Üstelik bedeninizin yorgunluğu ya da moralinizin bozukluğu da kapıda evladınızın sesini duyana kadardır. Hatta bazen yemeğinin hepsini bitirmesi bile sizin mutlu olmanız için gayet geçerli bir sebeptir. Candır onlar, canınızdır. Uğruna canınızdan geçebileceğiniz en tatlı dünya fitneleridir. El-Vedud olan Cenâb-ı Hak bu sevgiyi koymuştur bir kere gönlünüze. Sırf bu emanete sahip çıkasınız ve tertemiz bir ümmet yetiştiresiniz diye.
Peki, bizim evlatlarımız türlü nimetler içerisindeyken, kardeşlerimizin masum yavrularının maruz kaldığı vahşete ne demeli. Hem hiçbir vahşeti kaldırmaya da müsait değil yüreğimiz. Ne Doğu Türkistan’da, ne Arakan’da, ne Mısır’da, ne Filistin’de ne de Suriye’de. Üstelik ciğerimizin kavrulması için illaki Müslüman olmaları da gerekmiyor mazlumların. Ama mevzu bahis ümmet-i Muhammed olunca, ister istemez ateş ocağımıza düşmüş oluyor. Vahşet dozunu artırdıkça daha da büyüyor yürek yangınımız. Hele bir de bu vahşete çocuklar maruz kalınca, iste tam da bu noktada sözler boğazımıza diziliyor. Ne söylenecek bir söz kalıyor geriye, ne de Müslümanım demeye bir yüz.
Varil bombalarının altında alev alev yanan küçük bedenler, kimyasal silahlara yenik düşüp ışıltısı sönen gözler, donarak kaskatı kesilen cansız yavrular, birbirlerine bağlanıp nehirlere atılan masumlar. Üstelik bütün bunlar olurken bizler Müslüman tribünlerindeki seyircileriz sadece. Hatta seyretmeye bile tahammülümüz olmuyor kimi zaman. Haberlerde gördüğümüzde dahi kanal değiştiriyoruz. Çünkü içimiz kararıyor ve hassas yüreğimiz kaldırmıyor bu türden haberleri. Ve hemen eğlenceli bir şeyler arama telaşına giriyoruz televizyonda. Gerçi hepimiz öyle değiliz. Kimimiz gayet duyarlı yaklaşabiliyor olup bitene. Birleşmiş Milletler nerede, NATO niçin seyirci kalıyor diye naralar atıyoruz. Müslüman katline dur demesini hristiyanlardan, budistlerden ve yahudilerden bekliyoruz. Üstelik bu beklentiye girerken bunca zulmün mimarı sanki onlar değilmiş gibi safı oynuyoruz. Onlar için bırakın çırpınmayı, gözlerimizden iki damla yaş bile akıtamıyoruz. Katledilen yavrunun anne/babasının yerine kendimizi koymaktan ibaret aslında bütün mesele. Kendi evladımızın ayağına diken batmasına dahi gönlümüz razı olmazken, kardeşlerimizin yavrularının canice öldürülmesi bizi çok da rahatsız etmiyor.
Ah çocuklar, çocuklarımız... Ümmet-i Muhammed’in göz nurları. Neden bize kıyıyorsunuz, ya da ey Ümmet-i Muhammed neden bizlere sahip çıkmıyorsunuz diye sormayın. Zira sebepler suskun, nedenler ise anlayamayacağınız kadar sahte. Sizler vahşice katledilirken bizim payımıza düşen sadece susmak oldu. Elimizden ne gelir ki, cürmümüz ne kadar ki deyip acılarınıza sırtımızı dönmek oldu. Oysa dertlenebilseydik dertlerinizle, kahrolabilseydik maruz kaldığınız vahşete ve aynı yürek yangınıyla açsaydık sizin için avuçlarımızı semaya, o zaman görürdü zalimler elimizden nelerin geldiğini. Biliyorum bizlere dargınsınız, kırgınsınız. Kim bilir belki de davacısınız. Üstelik siz davacı olmasanız bile Hak divanında verilecek bir hesabımız var. Oysa bizim ne Rabbimize karşı bir sözümüz, ne de başımızı kaldırıp sizlere bakacak bir yüzümüz var.
’Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir’ (Tevbe, 9/128)
Olmadı ya Rasûlallah! Sen bizlere bu kadar düşkünken, dünya ve ahirette bizlere ümit olurken, biz sana sadece ızdırap olduk. Ne bir olabildik ne de birlik olabildik. Emanetine sahip çıkmak şöyle dursun, zalimin zulmü altında tarumar olduk. Adına bahar dedikleri karakışa mahkûm olduk. Asr-ı saadetteki yanan kalpler gibi birimiz yüzlercesine bedel olamadık. Bizler bir Ömer’in, bir Ali’n, bir Hamza’n olup da gösteremedik imanımızın kuvvetini. Ebubekir efendimizin sana yaren olduğu gibi, birbirimize yaren olamadık. Biz yine senin gönlüne dert, gözlerine yaş olduk ya Rasûlallah.
Beceremedik ya Rabbi! 1.5 milyar ümmet bir olup da kafire, zalime dur diyemedik. İslam coğrafyasına verdiğin türlü nimetlere göz diktiler. Bizler birbirimizi kırıp geçirirken, onlar petrolü, altını alıp götürdüler. Varlığımıza bile tahammül edemeyip, çocuklarımıza kadar katlettiler. Dünyanın dört bir yanında zulmettiler katlettiler de biz birlik olup cihanı onlara dar edemedik. Bizden birbirimize hayır yok Allah’ım. Sen yetiş imdadımıza, sen kol kanat ger evlatlarımıza. Bu yavruların emanetçileri bizleriz ama hakikatte onların sahipleri sensin, merhametin kaynağı sensin, koruyup gözeten sensin. Kuyudan çıkarttığın Yusuf gibi, çölde imdadına yetiştiğin İsmail gibi yetiş bizim yavrularımızın imdadına da.
’O gün onlar (kabirlerinden) meydana çıkarlar. Onların hiçbir şeyi Allah’a gizli kalmaz. Bugün hükümranlık kimindir? Kahhâr olan tek Allah’ındır.’ (Mü’min, 40/16)
’O gün arz (yeryüzü) ve semalar, başka bir hale döndürülür. Ve onlar, Vahid ve Kahhar olan Allah’ın huzuruna çıkmış olurlar.’ (İbrahim, 14/48)
Ey mazlumların sığınağı, kimsesizlerin sahibi!
Bugün bizim çığlıklarımız, feryatlarımız, dualarımız el-Kahhar isminedir. Sen ki nicelerini taşlaştırdın, nicelerini yerin dibine batırdın, nicelerini yükselen sularda boğdun. Helak et ya Rabbena!.. İçinde nice sırlar gizlediğin İsm-i A’zamın, kâinatın hayat kaynağı olan Kur’ân-ı Azîmü’ş-şânın, ’Sen olmasaydın âlemi yaratmazdım’ dediğin Habib’inin, başımızın tacı gözümüzün nuru Ehl-i Beyt’in, Habib’inin kalbine gökteki yıldızlar gibidir diye fısıldadığın Ashabın, birbirinden kıymetli dostlarının, yerde ve gökte kıymet verdiğin yaratılmış ne varsa; hepsinin hürmetine ’helak et ya Rabbena’!..
Çocuklar, Çocuklarımız
Özlenen Rehber Dergisi 131. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.