Soğuk savaş yıllarıydı. Doğu bloğu ülkeleri birliği Varşova Paktı ile batı ittifakı Nato arasındaki rekabet, sadece silah üstünlüğüyle sınırlı değildi. Bilim, sanat, spor, edebiyat gibi birçok alanda taraflar yarışıyor, birbirlerine üstünlük kurmaya çalışıyorlardı. Kuşkusuz bu rekabetin en çok hissedildiği alanların başında teknolojik üstünlük geliyordu. Çünkü teknolojik üstünlük demek, dünya siyasetine yön vermek ve ekonomik gücü elinde tutmak anlamına geliyordu.
İşte tam da böyle bir zamana rastlıyordu Voyager 1’in hikâyesi. Amerikan uzay üssü Nasa, tek rakibi Rusya’ya tarihi bir çalım atmak adına, uzaya birbiri ardına uydu ve farklı teknolojilerde uzay aracı yolluyordu. Bu araçlardan biri de Türkçe karşılığı gezgin anlamına gelen ve 5 Eylül 1977’de uzaya fırlatılan Voyager 1 uzay aracıydı. İlk zamanlarda Jüpiter ve Satürn gezegenlerini ziyaret eden uzay aracı, buradaki görevini tamamladıktan sonra güneş sistemimizdeki yolculuğuna uzun zaman boyunca devam edecekti. Ta ki dünyadan 16.19 milyar km uzağa gidecek kadar…
O günün teknolojisi düşünüldüğünde, insan yapımı bir aracın bu kadar uzaklara gidebilmesine ihtimal dahi verilemezdi. Fakat hayal gerçeğe dönüşmüş, olmaz denen olmuştu bir kere. Ama her şey kusursuz işlemiyordu ve ortada ciddi bir de sorun vardı. Bu denli uzaklık beraberinde iletişim sorununu getiriyor ve uzay aracıyla sık sık irtibatın kesilmesine neden oluyordu. Özellikle son seferdeki irtibat kopukluğu ciddi bir zaman dilimini kapsıyordu. Uzun zaman kendisinden haber alınamayan uzay aracıyla, yıllar sonra güneşteki patlamanın da etkisiyle tekrardan irtibat kurulmuştu. Ve anlaşıldı ki Voyager 1 bugün güneş sistemimizin de dışında seyretmekteydi.
14 Şubat 1990 insanlık tarihinde sıradan bir gün değildi. Çünkü Voyager 1 uzay sondası o gün tarihi bir rekora imza atıyordu. Bazı bilim adamlarının alüminyum ve anten yığını diye adlandırdığı bu uzay aracı, o gün Nasa Uzay Üssüne, dünyamızın en uzak mesafeden çekilmiş fotoğrafını yolluyordu. Üstelik rekor uzaklıktan çekilen bu fotoğraf bilim tarihine de ’Soluk Mavi Nokta’ ismiyle geçecekti. Ve işte o dehşet fotoğraf…
Peki nasıl oluyor da bir fotoğraf bu kadar çok şey anlatabiliyor ve nasıl oluyor da insana bu denli haddini bildirebiliyor?
Şöyle ki; resimde gördüğümüz daire içindeki nokta dünyamızın güneş sistemindeki görünüşü. Başka bir deyişle dünyamız bizim güneş sistemimizde sadece bir noktadan ibaret. Ya bizim güneş sistemimize ne demeli? Güneş sistemimiz ise Samanyolu Galaksisinde yer almakta ve galaksimizde bizim güneş sistemimiz gibi milyarlarca güneş sistemi bulunmakta. Ama sadece bununla da sınırlı değil. Çünkü bilim adamlarına göre evrendeki galaksi sayısı 100 milyardan da fazla.
Yani bu demek oluyor ki gezegenimiz dünya, güneş sistemimizde sadece bir nokta kadar. Güneş sistemimiz de galaksimizde bir nokta kadar. Ve galaksimiz Samanyolu… O da koskoca evrende bir nokta kadar.
Gezegenimiz Dünya bile evrende bir toz zerreciği konumundayken, kendi beden hacminizi, evrende kapladığımız yeri bir düşünsenize. Aslında ne kadar aciz ve ne kadar da güçsüzüz değil mi? Bütün evrenin merkezine kendini koyan, benlik duygusunun çepeçevre sardığı biz kulların nasıl bir enaniyet içinde olduğu ne kadar da içler acısı hâlbuki. Kibir deryasında boğulan bizler, gerçekte kâinatta bir hiç olduğumuzun ne zaman farkına varacağız dersiniz? Rahman ve rahim olan Allah (c.c), varlığı akıl sınırlarımızı zorlayan kâinatı dahi bizim için dizayn etmişken, zâtına olan nankörlüğümüz sizce ne zaman son bulur? Üstelik bildiğimiz veya bilmediğimiz bunca yaratılmışın arasında, bize ne denli kıymet verdiği ortadayken ve bunca nimeti dünya sofrasında bize ikram ederken, Rabbimize karşı ilgisizliğimizin bir tarifi var mıdır sizce?
Hakikatler sadece bunlarla mı sınırlı peki? Böylesine bir kudretin sahibi olan Cenâb-ı Hak, elbette kimi kullarını cezalandıracak, kimilerini de ödüllendirecek vaat ettiği üzere. Gücünün kudretinin sınırının olmadığını az da olsa kâinatın azametinde idrak edebildiğimiz rabbimizin cezasının şiddetini, ya da ödülünün tanımını yapmak mümkün müdür ki? Bence kelimeler kifayetsiz, sarf edilen sözler çokça yetersiz kalır. Oysa bunca acziyetimize rağmen kimisi hiç inanmıyor, kimimiz yaşlanmayı bekliyor, kimimiz de yarım yamalak ibadetlerimize güveniyoruz. Hattı zatında kime meydan okuduğumuzun, kimi görmezden geldiğimizin ve kimin emirlerini hiçe saydığımızın farkına vardığımız da umarım iş işten geçmiş olmaz. Çünkü bu farkındalığı eninde sonunda hepimiz yaşayacağız. Ama önemli olan bunu pişmanlıktan çıldıracağımız o dehşet günde değil, halen kalbimizin attığı şu zamanlarda yaşayacak olmamız.
Saymakla bitmez tabii ki Rabbimizin nimetleri. Ama bütün bu nimetler içinde öyle bir nimet var ki… Bir ömre sığdırdığımız sayısız günahımızın, birbirinden rezil hallerimizin üzerini çizen, af kaleminin rahmet isimli mürekkebi. Ğafûru’r-rahim olan Allah (c.c ) kullarını affetmek için bahaneler ararken/vesileler halk ederken, kullarının bu bahanelerin dahi kaygısını gütmemesi ne kadar acı oysa. Peki ya Rabbimiz bu kadar merhametli olmasaydı halimiz nice olurdu? Dünya hayatında affolunmamış günahlarla ve heybemizdeki sevaplarla açsaydık gözlerimizi ahiret hayatına, kaçımız ebedi saadete kavuşabilirdi acaba? Ne kadar şükredersek edelim, ne kadar hamd edersek edelim, ne Cenâb-ı Hakk’ın merhametinin ne de diğer nimetlerinin karşılığı olabilir zannımca.
’Soluk Mavi Nokta’. Evet sadece bir fotoğraf en nihayetinde. Bunca tefekküre kapı aralayan SADECE BİR FOTOĞRAF…
Sadece Bir Fotağraf..
Özlenen Rehber Dergisi 129. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.