Büyük İmam, Hindistan’ın Serhend beldesinde 11. 971 (M. 1563) yılında Aşure günü dünyaya geldi. H. 1034 (M. 1624) yılında 63 yaşında vefat etti. Baba tarafından soyu 27. batında Hz. Ömer (r.a.)’ın soyuyla birleşir. Anne tarafından ise Efendimiz (s.a.v.)’in torunu Ümmü Gülsüme kavuşur. Hz. Ömer ile Hz. Ali’nin kızı Ümmü Gülsüm evlenirler ve İmâm-ı Rabbanî işte bu soydan gelir.
Daha küçük yaşlarda zahir ilimleri tahsile başlayan İmam, kısa sürede bunları tamamlayarak, farz ve sünnetlere sıkı bir şekilde bağlanması sonucu 17 yaşından itibaren babası Şeyh Abdülahad’dan Kadiri, Çeşti, Sühreverdi, Bidâriye ve Şettariye tarikatlarından icazet alarak bu tarikatlarda ders verme makamını elde etti. İmam, artık bundan sonra geniş bir alanda irşad ve tebliğ faaliyetlerine başladı. Daha sonra dönemin en büyük zatlarından olan Muhammed Baki’den Nakşî tarikatına dair dersler alarak onun teveccühlerini kazandı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in nazar ve teveccühleriyle cezbeye kapılarak, Cenâb-ı Hakk’ın esmalarından da teker, teker terbiye aldı ve 2,5 ay gibi kısa bir sürede üveysi olarak seyr-ü sülûkünü tamamlayıp asrın en büyük âlimi oldu. Bundan sonra İmam, daha önce tamamlamış olduğu zahiri ilimler ile batini ilimleri birleştirerek Allâme İmam Suyûtî’nin Cem’u’l-Cevami isimli eserinde zikrettiğine göre Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in şu hadis-i şeriflerine muhatab oldular: ’Ümmetim içerisinde kendisine ’sıla’ denilen bir kimse olacaktır. Onun şefaati ile şu ve şu (kadar) kimse cennete girer.’ (Hindî, Kenzu’l-Ummâl, c.12, s.185, h.no:34589; Ebû Nuaym, Hilyetu’l-Evliyâ, c.2, s.241) Birçok âlim Efendimizin bu hadisine muhatabın ancak İmam-ı Rabbanî olduğuna ittifak etmiştir. Cenâb-ı Hakk’ın ihsan ve ilhamıyla İmam ’Müceddidlik’ makamına da kavuşmuştur. İmam-ı Rabbanî Hazretleri Mektubat isimli eserinde ’Nakşibendî Tarikatı’ndaki şeyhim Abdulbâkî (r.a.) olsa da; ancak terbiyemi üstlenen, nimeti bol olan O Bâkî Celle Celâluhû’dur. Ben, (Allah’ın) fazlıyla terbiye edildim ve ictibâ yolundan gittim. Silsilem, rahmânî bir silsiledir. Ben, Abdurrahmân’ım (Rahmân’ın kuluyum), çünkü Rabbim, şanı yüce ve ihsanı bol olan Rahmân’dır. Beni terbiye eden, merhametlilerin en merhametlisi (olan Allah’)tır.’ (İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî, Arapça Baskı, İhlas Vakfı, İstanbul, 2002, c.3, s.178. Bkz., İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî, Yasin Yay., Terc.: Heyet, 87. Mektup, c.2, s.531)
Bu şekildeki terbiyeye tasavvuf dilinde ’Üveysi terbiye’ denir. Aynı eserinin 534. mektubunda İmam; tasavvuf yolunda terbiyenin ikiye ayrıldığını, birincisinin ’Mürid’, ikincisinin ise ’Murad’ Olduğunu belirtmektedir. Ve müridlerin seyr-ü sülûklerini kendi sa’yu gayretiyle tamamladıklarını, muradların ise Cenâb-ı Hakk’a ictiba (cezbe) yoluyla çekilerek seyr-ü sülûk yaptıklarını ve bu ikincisine ise ’üveysi yol’ denildiğini zikretmiştir. Aynı mektupta velâyet yolunun mansıbının Ehl-i Beyt’e ait olduğunu da belirtmiştir. Çünkü insanlara gelen hidayetin ancak Ehl-i Beyt’in vasıtasıyla verildiğini söyler. Böylece Ehl-i Beyt’ten; Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in bu mansıpta ortak olduklarını, Cenâb-ı Hakk’ın, kullarına hidayet vereceği zaman mutlaka bunların vesilesiyle verdiği zikretmektedir. Bu mansıbın bunlardan sonra ise sırası ile evlatları olan On iki İmamlarla devam edip geldiğini, bunlardan sonra ise babadan Seyyid, ana tarafından Şerif (seyyid) olan Pîr Abdulkadir Geylanî Hazretlerine kıyamete kadar bu irşad mansıbının tevdî edildiğini belirtmektedir. Kendisine de bu mansıbın Hazreti Pîr’in vekili olarak Cenâb-ı Hak tarafından verildiğini söylemektedir. Böylece Hz. Pir’in vekili olan Müceddid-i Elf-i Sânî Ahmed Farukî Hazretleri ’Kadiri, Nakşî, Sühreverdi, Kübrevi, Çeşti, Şettariye, Bidâriye’ tarikatlarının pîri ve üstadı olmuştur. İmam-ı Rabbanî’nin kazandığı bu yüksek makamlara işaretten üstatları şöyle demektedirler: ’Bir müddetten beri velâyet kaynağı olan makamınıza, ihlâs ve saygılarımı arz ederim.’ Başka bir sözlerinde; ’Onlar bir güneştir, biz de bukalemunuz, yani onların güneşinin şuaları altında renkten renge, sıfattan sıfata, halden hale giriyoruz. Onların sevgisinde ilerliyoruz.’ Yine hocaları Muhammed Baki, hal ve kemal isteyen sevdikleri birisini Hazreti İmam’a gönderip ’Bizi seven ve size gelen bu dostumuzu, altı-yedi günde nihayete kavuşturmanızı rica ediyorum.’ buyurdular.
Hazret-i İmam şöyle bir rüya gördüğünü anlatmaktadır: ’Ramazanın son on gününde idi. Teravih namazını kıldıktan sonra kendimde bir gevşeklik hissedip yatağıma yatmak istedim. Yatarken, bu gevşekliğin çokluğundan evvela sağ tarafa döneceğimi unuttum. Hâlbuki bu sünnet idi. Sol tarafa dönüp yattım. Bir müddet sonra sünneti terk ettiğim hatırıma geldi. Onu ilk defa terk ettiğimi düşündüm. 0 anda unutarak ve sehven olduğu bildirildi. Fakat sünneti terk etme korkusu bende gitmedi. Hemen kalkıp sağ tarafı dönüp yattım. Bunu yaptıktan sonra Allâh’u Teâlâ’nın nihayetsiz nur ve feyizleri zahir oldu. Ve şöyle bildirildi: ’Sen bu kadar sünnete riayet edince ahirette hiç bir şekilde sana azap etmem. Senin sünnete uyman sebebiyle şu anda ayağına ovalayan hizmetçini de mağfiret ettim.’
Yine İmam şöyle buyurmaktadır:
’Bizim bu hususî nispetimiz ve yolunuz kıyamete kadar bizim oğullarımızda bulunacaktır.’ Hepsinden daha çok şaşılacak olan yüksek hususiyetlerinden biri de şudur: ’Allah Teâlâ, nâsa tabi olma ve verasetle onlara asaleten pay verdi.’ Bunun tafsili yüksek mektuplarında yazılıdır. Eğer arif olan bir âlim onların lâtif mektuplarını, şerefli risalelerini okur, gözden geçirirse bu yüksek hazretin hususiyetlerini daha iyi anlar. Bizim bildirdiğimiz kadarını bilmek de yetişir. Fakat okuyan ve dinleyenlerin izan sahibi olup kabul etmeleri lazımdır.
İmam-ı Rabbanî hazretleri, yaşadığı dönemde, Rasûlullah (s.a.v.)’in yolundan ayrılmaya başlayan müslümanları ve eski saflığını kaybeden tarikatları tekrar ehl-i sünnet yolunu çekmek için mektuplar yazarak, halkı irşad ve aydınlatma faaliyetlerini sürdürmeye devam etmiştir. İmam-ı Rabbanî, sünnetin ihyası yolundaki çalışmalarını devam ettirirken en büyük engeli zamanın hükümdarı Ekber Şah tarafından görmüştür. 51 yıl hükümranlık koltuğunda oturan Ekber Şah, kendini yeryüzünde Allah’ın tek mümessili saymak gayretiyle yaşamıştır. Kendisine göre bir din ilân etmiştir. İlân etmiş olduğu bu dine girmenin en büyük merasimi başındaki sarığı çıkarıp eline almak ve padişahın ayağına kapanmaktı. Bu dinde abdest almak yoktu. Kaplan eti dışında et yemek yasak, sırf müslümanlara kasıt olsun diye domuz eti yemek ve şarap içmek mubahtı. Böylesine zalim olan Ekber Şah, aynı zamanda İslami ibadetleri ve haccı da yasak etmiş, yasağa saygı göstermeyenleri de şiddetle cezalandırmıştır. İslam bayramlarını kaldırarak yerine parisilerin on dört bayramını koymuş ve Cuma namazını kaldırarak Arapça öğrenmeyi de yasak etmiştir. Ekber Şah ve adamlarının yaptıkları zulümler bunlarla da bitmemektedir. Sırf Allah ve Rasûlü’ne düşmanlığını ifade etmek için; içkiyi, kumarı, faizi helâl sayıyor, erkekler için ipek ve altın kullanmalarını da mübah görüyor ve ayaklarını Kâbe’ye karşı uzatmaya özen gösteriyordu. İslami ilimlere ve onların öğretilmesine de şiddetle karşı çıkan Ekber Şah zamanında fıkıh ve hadis öğrenimi ayıp sayılırdı. Bu işle uğraşanlar aşağı ve küçük görülmüş, ilim ehli başka memleketlere çıkmaya zorlanmıştır.
Bunca zulüm ve işkencenin, ahlaksızlığın had safhaya ulaştığı dönemde Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in sünnetlerini yaymak için mücadele eden İmam-ı Rabbanî ve müridleri de bu zalim hükümdarın zulmüne maruz kalmış, zindana atılmış ve zindanlarda dokuz yıl kalmıştır. Daha sonra İmam’ın şöhretinin her tarafa yayılması neticesinde onu zindandan çıkarmak isteyen Ekber Şah’a: ’Bütün müslümanları zindandan çıkarmadığı müddetçe kendisinin de çıkmayacağını söylemesi’ İmam’ın büyüklüğünün başka bir yönünü sergiler. İmam-ı Rabbanî zindanda bulunduğu süre içinde birçok insanın İslâm’la şereflenmesine de vesile olmuştur. Daha sonra Ekber Şah’ın yerine geçen oğlu Cihangir Şah ise görmüş olduğu bir rüya üzerine zindana gelerek İmam-ı Rabbanî’nin önünde tövbe edip, İslâmiyet’in emirlerinin tamamen uygulanması, yıktırılan camilerin yeniden yapılması, sığır kesmemek için verilen emrin iptal edilmesi, müslüman olma suçuyla tevkif edilmiş bütün müslümanların serbest bırakılması gibi hususları da kabul ederek İmam’a intisap etmiş, hürmet ve ihsanlarda bulunmuştur.
İmam-ı Rabbanî bundan sonraki dönemlerde de irşad ve tebliğ faaliyetlerini geniş bir alanda devam ettirmiştir. Yaklaşık beş asırdan günümüze kadar onun fikir ve elimize ulaşan mektupları hala aynı canlılığını devam ettirmektedir. Bugün de birçok müslüman karşılaştığı sayısız problemi çözmede bu kaynağa başvurmaktadır. İnşallah aynı görevi bundan sonraki asırlarda da yürütecektir. Çünkü İmam-ı Rabbanî, ikinci bin yılın Müceddididir ve onun manevî tasarrufu kıymete kadar devam edecektir.
Bütün bu anlatılanlarda da görüleceği gibi İmam-ı Rabbanî Hazretleri zalim bir hükümdara karşı, sadece ilim ve irşadla uğraşmayıp aynı zamanda bu zulüm sultasının yıkılması için elinden gelen bütün çabaları göstererek bu yöndeki bütün faaliyetlerin içine girmiştir. Böylece İmam-ı Rabbanî Hazretleri hem kavli hem de fiili cihadı gerçekleştirmiştir. Hiç bir kimsenin yapmayacağı büyük bir hizmeti bu dine yapmış, tarikatın şeriattan ayrı bir husus olmadığı gerçeğini ortaya koyarak, şeriat ve tarikatın bir olduğunu kabul ettirip bunu ispat etmiştir.
Bu büyük imamın, İslam dininin canlandırılması yolunda yapmış olduğu mücadeleler, bu gün de onun evlatları olan Farukî nesiller vasıtasıyla devam etmektedir.
Ve’s-Selâmu ala men ittebea’l-Hûda
İmam-ı Rabbani Mücedid-i Elfisani Ahmed Faruki Serhendi (k.s)
Özlenen Rehber Dergisi 129. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.