Hayat içerisinde tükettiğimiz halde yerine alternatif olabilecek hiçbir şey koyamadığımız tek şey zaman olsa gerek. Yirmi dört saatlik zaman dilimini şöyle bir düşündüğümüzde; işte çalışmak, özellikle büyük şehirler için trafikte gidip gelmek, evde istirahat ve uyku, yemek yemek ve TV seyretmek…
Yapılan araştırmalar neticesinde dünyada Amerika’dan sonra en fazla televizyon seyreden ülke durumundayız. Bilemiyorum, TV seyretmekten başka Amerika’nın arkasından ikinci sırada olduğumuz başka bir husus var mı? Televizyon hepimiz için bilgi edinme aracı iken ne kadar güzeldi. Teknolojinin bize sunduğu bir imkân olarak hayatımızı olumlu yönde kolaylaştırıcı faydalı bir alet idi. Ta ki televizyon kumandasının bizlerin elinden alınıp, bizim kumandamızın televizyonun eline verilmesine kadar. Bizlerin televizyona hükmetmesi yerine televizyonun bizlere hükmetmesine kadar. Bizlerin hayatlarımızı televizyona esir edene kadar. Biliyorum bu satırları okuyup da bana hak vermeyenler de olacak mutlaka. Ama o, bana hak vermeyenler, gerçekten televizyonun esiri olmadığınızı düşünüyorsanız, en azından hafta da bir gece evde olduğunuz halde, televizyonunuzu açmadığınızı söyleyebilmelisiniz. Ya da takip ettiğiniz dizilerin, tiryakisi olduğunuz programların, kaçıramayacağınız, vazgeçemeyeceğiniz bilmen nelerin olmadığını bütün yüreklilikle söyleyebilmelisiniz. Oysa daha sabah kalkar kalkmaz veya işten eve gelir gelmez neredeyse ilk yaptığımız iş televizyonu açmak ise, televizyona hasta ya da âşık ve ya kolik olduğumuzu kabul etmemiz gerekir.
Bugün televizyonlarda yayınlandığı halde gayri meşru ilişkilerin olmadığı, sigarasız, alkolsüz, zinasız kaç dizi ya da film var bilemiyorum. Her gece en az bir dizi seyreden bizlerin, bu dizleri seyrederkenki harcadıkları zamana mı acımalı, yaksa bu boşa tükettiğimiz zamanları iyi ve faydalı işlerle geçiremediğimize mi yanmalı? Dizi ya da o mahrem sınırlarını zorlayıcı programlar hayatımızın en planlı ve programlı zaman dilimleri sanki. Oysa sormak lazım; televizyondaki dizi ve programlara gösterdiğimiz sadakati kaç tanemiz aynı evi paylaştığımız insanlara gösterebiliyoruz? Ya da şöyle soralım; kaçımızın her gece en azından 10 sayfa kitap okuma alışkanlığı var? O malum dizileri saatlerce seyredene kadar bir kitap ya da dergi okuyamaz mıyız? Bakınız bu alanda yapılan iki tane araştırma sonucu; 65 bin kişiye bir kütüphane düşen bu memlekette, 95 kişiye bir kahvehane (kafe, çay ocağı, çay bahçesi de dâhil) düşüyor. Anketin sağlaması adına herkes kendi bulunduğu şehir, semt ya da mahalleyi göz önüne alıp kaç kütüphane, kaç kahvehane var diye düşünsün. İkincisi, yine yapılan araştırmalar yaklaşık 80 milyon nüfuslu ülkemizde günlük 4 milyon gazetenin okunduğunu ortaya koymaktadır ki bu da gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkeleri bırakın birçok gelişmemiş ülkeden bile az.
Televizyon ekranlarında boy boy gösterilen diziler genel itibariyle topluma tüketimi ve hukuksuzluğu aşılamaktadır. Kendi işini kendin gör, vur, kır, döv, öldür anlayışlı mafya dizileri adeta toplumun geleceğe bakan köprüsü konumundaki çocuklarımızın hukuk dışı normların normalmiş gibi algılanmasına sebep olmaktadır. Senaristlerin en yavuz hırsızın dahi aklına gelemeyecek hırsızlık senaryoları yazması, dizilerin büyük çoğunluğunda canileri bile geride bırakabilecek derecede işkence sahnelerinin, adam öldürme enstantanelerinin varlığı, bunları yapmak isteyenlere büyük bir ufuk kazandırması ve silah, kavga, kabadayılık, mafyacılığın özendirilmesi bu meyanda dizilerin en büyük başarısıdır.(!)
Tüketim mevzuunda ise, ne tür bir senaryo olursa olsun, oyuncuların bir manken edası ile en lüks marka ve mağazaların reklamını yapmaları, en lüks semtlerin en gösterişli villalarında oturmaları, en son model arabaları kullanmaları toplumu, özellikle bu dizi ve programları seyredenleri adeta o tarafa yönlendirmektedir. Dizilerdeki tüm karakterlerin en son model cep telefonu kullandıkları düşünülürse, Türkiye’de tüketicilerin satın aldıkları cep telefonunun taksitleri bitmeden yeni çıkmış bir üst modeli almalarını daha rahat anlayabiliriz.
Yine bu noktada Dünya Sağlık Örgütü’nün bütün gayret ve çabalarına rağmen, dizlerde içkinin mutlu gün, dertli gün, yaş günü kuru günü ayrımı yapılmaksızın gözlerimize sokulurcasına tüketilmesi de, hem toplum ve hem de insanlığın geleceği adına atılan adımı bir nevi sabotaj değil midir? Burada dergimizin usul ve üslubunu bildiğim için, dizlerdeki ahlaki boyuta hiç değinmiyor, bu noktayı televizyonu ’hayatının vazgeçilmezi’ olarak görenlerin kendi zihinlerinde işlemesine bırakıyorum.
Bizler bir araya geldiğimizde neden dün akşam seyrettiğimiz ya da bu akşam seyredeceğimiz dizileri konuşmak yerine dünyamızı ya da ahiretimizi daha ciddi manada ilgilendiren mevzuları konuşmayalım? Neden başkalarının hayatını yaşamak adına gösterdiğimiz çabayı kendimizi bilme ve bulma adına göstermeyelim? Neden yaşayamayacağımız, daha doğrusu yaşamak istemeyeceğimiz o iğrenç ve sahte hayatları öğrenme adına sarf ettiğimiz gayreti ’üsve-i hasene (en güzel örnek)’ olan Efendimiz (s.a.v.)’in hayat-ı şahanelerini, ahlâk-ı hamidelerini öğrenmeye sarf etmeyelim.
Zamanımızın büyük bölümün tüketen televizyon aslında sadece zamanımızla sınırlı kalmayıp, maddi manevi bütün hayatımızı iflasa sürüklemektedir. Bunu bugün televizyon karşısında zamanının büyük bölümlerini heba edenlerde çok iyi ve net bilmektedirler. Bugün evlerde, evliliklerde, iş yerlerinde ve sahip olduğu işlerinde daha geneli toplumun hemen hemen tamamında var olan bu mutsuzluk, doyumsuzluk, tatminsizlik hep bu televizyondan, televizyonun bizlere telkin ettiği hayat şeklinden, bizlere dayatılan yapay ve suni yaşamlardan desem paranoyakça bir yaklaşım olmaz kanısındayım.
Özet ve sonuç olarak şunu ifade ediyorum; bu dergiyi ve bu makaleyi okuyanlar seyrettiğiniz dizleri lütfen bir gözden geçirin. Çünkü bu derginin okuyucuları diğer dergi ya da gazete okuyucuları gibi değiller. Başkaları ne yaparsa yapsın, bizlerin başkalarından farklı olmamız için takdir edersiniz ki başkalarının yaptıklarını yapmamamız lazım. Yürekten arzu ederim ki; bu çirkinlikler bizlerin evlerine girmemiş olsun ya da bu andan itibaren girmeyecek olsun. Değilse; yani ’ben hem bu dizileri seyreder hem de Kur’an-ı Kerim okurum, hem bu programları takip eder hem de Ümmet-i Muhammed olma vasfını gönlümde bulundurabilirim, televizyonsuz bir hayat düşünemem, dizilerimden asla vazgeçemem’ diyorsanız, bize düşen ’emr-i bi’l ma’ruf ve nehyi a’nil münker’dir. Ama şunu unutmayalım ki; boş ve faydasız şeylerle harcadığımız bu zaman dilimleri tekrar gelmeyecek. Bir gün; ’keşke o birilerinin çirkin ilişki ve sahte aşklarını seyredeceğime, seccademi kıble istikametine serip gerçek aşka yönelse idim’ demeden, ah ve vah’larla yanıp tutuşmadan, henüz vakit var iken, can kuşu bedeni terk etmeden geliniz vazgeçelim bu şeytanî işlerden, nefsanî uğraşlardan. Eğer hala televizyon kumandasının ellerimizde olduğunu düşünüyor ve parmaklarımızda azda olsun takat bulabiliyorsak değiştirelim artık şu kanalı. Değiştirelim hayatımızı televizyonu olmaması gerektiği yerden indirerek. İnanın zor değil, inanın televizyonsuz da hayat devam ediyor hem de daha az günah işleyerek. Televizyonunuzu kapattığınız zaman, ruh dünyanıza yeni ufuklar açtığınızı far edeceksiniz. Televizyonsuzlaştığınızda kendileştiğinizi hissedecek, daha güzel işler yapma adına kendinizde hem yeterince zaman ve hem de yeterinde direnç bulacaksınız. Hâsılı televizyonsuzlaştığınızda kendinizi bulacak, siz başkalarının hayat ve öğretilerinden uzak kendiniz olacaksınız. Baştaki soruyu tekrar soralım; Televizyonsuzlaşamaz mıyız? Haydi, bugün bunu deneyelim, açmayalım televizyonu ne haber, ne dizi ne de başka bir şey için. Lütfen bugün bunu yapalım. En azından bir günlüğüne televizyonsuz oluyor mu? Diye deneyelim. İnananın çok memnun kalacaksınız.
Televizyonsuzlaşamazmıyız?
Özlenen Rehber Dergisi 84. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.