Özlenen Rehber Dergisi

84.Sayı

İslamda Kadın ve Aile...kadın, Moda ve Değişen Din Anlayışımız...

Sema Betül ŞENTÜRK Özlenen Rehber Dergisi 84. Sayı
Kadın, Moda ve Değişen Zihniyet algımız
Moda terimi; Bir toplumda bir zaman dilimi içerisinde öne çıkan giyim tarzlarını ifade etmekle birlikte, sadece giyim değil genel davranışlar, sanat, mimari, edebiyat ve yemek gibi birçok konuyu da içine alan ve bir süre etkin olan toplumsal bir beğeniyi de anlatmak için kullanılmaktadır.
Muhteva olarak bütün bunları ifade etse de moda terimi genellikle giyim-kuşam alanında kullanılmaktadır. Biz bu çalışmamızda ’moda’ terimini genel tarifi dâhilinde ele alıp terimin hayatın hangi alanlarına müdahil olduğuna değinmeye çalışacağız.
Moda, diğerlerine oranla daha çok aidiyet duygusu ön plana çıkmış, kendisini belli bir grup ya da alana dâhil etmek isteyenlerin takip ettiği bir haslettir. Kendisini zemin olarak giyim-kuşamda, şahıs olarak da kadınlarda daha fazla hissettirmektedir. Tabi bu modayı takip eden erkek yok manasına değildir. Moda, kişide statü izharı olarak algılanmaktadır. Yani kişi dâhil olduğu grup, muhit ve çevre gibi unsurlarını giyim-kuşam, yeme-içme, ev-eşya vb. hasletlerde dışa yansıtır. Kendisini dâhil ettiği, etmek istediği toplumsal statü gibi giyinmeye, eşya kullanmaya ve hatta konuşmaya ve onlar gibi düşünmeye başlar. Olaya kadın cihetinden baktığımızda, bu kendisini daha fazla hissettiren unsur olarak çıkmakta karşımıza. Mesela bugün moda alanında yapılan yenilikler, defileler, kreaksonlar genel manada kadına hitap eden hasletlerdir. Bunu İslâmî hassasiyeti olmayanlarda anlamak mümkün belki; ama ya kendisinde İslâmî hassasiyetin olduğunu ileri sürenlere ne demeli? Bugün özellikle ülkemizde bir tesettür modası kültürü yaygınlaşmış vaziyettedir. Hoş, bu kültür oluşturulmasa bile zaten bireyler kendi iç dünyalarında bu kültürü oluşturmuş durumdalar. Örneğin, bir ayakkabıya verilen ücret, dar gelirli bir ailenin bir aylık geçimine, bir başörtüye verilen para, orta gelirli bir ailenin aylık alış-veriş masrafına denk vaziyette. Daha pardösü, manto, çanta, parfüm, deodorant ve takılar dâhil edilmemektedir. Burada şu itiraz yapılabilir belki; Müslümanlar kaliteli giyinip, şık görünmemeli mi? Burada iş kalite ya da şık görünmeden ziyade israf, kibir ve gurur üçgeninde cereyan ediyor. İşin asıl can alıcı noktasını ise özellikle kadın için karşı cinse çekici görünmek, kendi varlığını hissettirmek oluşturmaktadır. Bu işin tamamen dini boyutunu oluşturmaktadır.
Kadınların modaya olan ilgisi, onu takip etmeye olan istekleri asıl itibariyle dini ve maddi olarak irdelenebilir. İşin dini boyutunu hiç şüphesiz tesettür noktası oluşturmaktadır. Tesettür müslüman kadının dinin emrettiği şekilde giyinmesi ve hem kendisini hem de diğer insanları haramlardan sakındırmasıdır. Bu manada örtü, hayatın merkezinde yer alan en değerli şeydir. Örtünmek anlamdır, anlamlıdır. Örtünmek kadını ve hayatını anlamlı kılar. Örtünmek güzeldir, güzel bir tercihtir. Bilhassa kadınlar için…
Kadını ve erkeğiyle toplum hayatında çoğumuz değişik ve farklı olma ihtiyacı hissettiğimizden olsa gerek ’moda’ tutkunu olduk. ’Farklı’ görünme hastalığı, bizim de ruhumuzu avuçladı. Cebimiz para gördükçe zaruri olmayan ihtiyaçları ’zaruri ihtiyaç’ saymaya başladık. İşte tam da bu noktada bütün cemiyet kadını, erkeği, yaşlısı genci, büyüğü ve küçüğüyle ’gösteri’ ve ’gösteriş’e kapıldık. Zaruri olmayıp da zaruriymiş gibi fazladan aldığımız ev eşyası, giyim-kuşam vb. ile bir ailenin kışlık kömür ihtiyacını, bir öğrencinin eğitim giderlerini, bir hastanın tedavi masraflarını karşılayabileceğimiz nedendir bilemiyorum ama hiç aklımıza gelmedi, hala da gelmiyor.

ESTETİK VE ETİK
Giyim-kuşam alında modayı takip etme noktasında bize takdim edileni sorgulama ihtiyacı hissetmeden olaya balıklama daldık, dalıyoruz. ’İn’ ve ’out’ kavramları hayatın vazgeçilmezi gibi algılanır oldu. Popüler olana ilgi, meşhur olandan edinme bir hastalık olarak duruyor sinelerimizin orta yerinde. Giyim-kuşam alanında modayı devamlı olarak takip edenlerin temel dayanağı giyinmede estetiğe dikkat edilmesi gerektiğidir. Direkt olarak bakıldığında doğru gibi görünebilecek bu iddia, kendisinde daha doğru olan hususu nedendir bilinmez ama göz ardı etmektedir. Estetik tek başına ele alınabilecek, soyut çözümler üretebilecek bir mahiyet taşımamaktadır. Nasıl insan hayatı bölünmezlik ve bütünlük ile bir anlam ifade ediyorsa, aynen bunun gibi estetik de etik ile (ahlâk ile) bütünlük içinde mütalaa edilmek ve çözüm üretme konusunda estetik ile etiği birlikte düşünmek gerekir. Etik ve estetik, ilâhi hikmetin iki ayrı boyutu, birbiriyle asla çelişmeyen iki ayrı icabıdır. Estetik sonuçların etik değerlere ters düşmesi veya ahlakî icapların estetik yönden aykırı sonuçlar doğurması söz konusu değildir. Birbirini tamamlayan, birbirini bütünleyen değerlerde çelişkiden söz edilemez. Estetik etik değerlere saygılı olduğu ölçüde değerlenir. Toplumun dini ve örfi algısına muhalif estetik, moda, yenilik gibi kavramlar yozlaşmanın, ben merkezli bir yaşamın zeminini oluşturan en belirgin özelliktir.

ZİHNİYET MODASI

Moda, bir algı ve anlayış olarak Batılılaşma sürecinin doğal bir sonucu olup zihinlerimizde yer edindi. Başta da ifade ettiğim gibi modayı sadece giyim-kuşama ve modaya ittibayı da sadece kadına atfetmek konunun hacmini daraltmaktan başka bir işe yaramaz. Bu noktada modanın giyim-kuşama olan etkisinden çok daha fazla zihniyete olan etkisi vardır. Mesela eskiden İslâmî duyarlığı çokça aşınmış kesimlerde görülürdü bu zihniyet modası. Onlar, İslâm tarafından oldukları gibi kabul edilmelerini isterler, dine çok daha geniş, kuşatıcı anlamlar yükleyenleri aşırı bulurlardı. Onlara göre "Din kalp temizliğinden ibaretti." mesela. Erkeklerin elini sıkmak, kadın-erkek ihtilatı gibi konuların gündeme getirilmesi yüzlerini buruşturur, size "hangi çağdan kaldın?" gibi bakarlardı. Bu modern çağda, erkeklerle el sıkışmamak, karma meclislerde bulunmamak, modern algının etkisi ile ’eski’(?) şeylerden feragat etmemek akıl alacak şey miydi? Bu pencereden baktığımız zaman yani zihniyet modasına ayak uyduramadığımızda ve kapitalist ekonominin egemen olduğu bir ortamda İslâmî kaygıları ile hareket edince, çıkış yolu bulamıyoruz. Yani İslâm’ın telkinleri ile modernitenin öğretileri çakıştığında bocalayıp kalıyoruz. Örneğin faiz mevzuunda; ’ya mevcut kurallara uyacaksın, ya da batmayı göze alacaksın. Ne yapsın Müslüman batsın mı? Sonra bankacılık düzenine meydan mı okuyacağız?..’ Ya da değişik bir versiyonla; ’Üniversiteyi bitirinceye kadar başını açacaksın kızım? Müslümanların kız çocukları başlarını açmamak için okumasın mı? Moda çerçevesinde bir tesettür anlayışı oluşturulamaz mı? Başörtüsüne diyecek yok da, hiç olmazsa yazları kısa kollu giyinilse nasıl olur?..’ Bu ve benzeri, İslâm’ın önüne konulan pek çok soru var. Bunların her biri, açıkça görülüyor ki İslâm’ın bir kuralından vazgeçmesini istiyor. Benzeri sorular Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizin önüne: "Zekâtı vermesek olmaz mı? Namazı üç vakit kılsak olmaz mı? Putlarımızı kırmasak olmaz mı?" şeklinde gelmiş, hiçbiri de hüsnü kabul görmemişti. Şurası muhakkak ki, şüphesiz bugün yaşadığımız İslâm’ı, Rasûlullah’ın tebliğ ettiği ve yaşadığı İslâm’la kıyaslasak, eksiklik veya fazlalık tarzında İslâm’la bizim kişiliklerimiz ya da modernitenin sundukları arasında epeyce açı farkı ortaya çıkar.

KÜÇÜK TAVİZLER

Batılılaşma hareketlerinin mimarları bizi çok iyi tanıyorlar ve manevi değerlerimizden "büyük" tavizler vermeyeceğimizi, rızamız dışında zorla alınanları da ilk fırsatta geri alacağımızı biliyorlar. Bu yüzden, nispeten uzun bir zaman diliminde, mazeretleri ustaca hazırlanmış masum görünen "küçük" tavizler kopararak hedefe varmaya çalışıyorlar. Bu akıllı taktiğe en şuurlu insanlarımızın bile maalesef direnemediğini, ’Olmaz!’ların ’Neden olmasın’a dönüştüğünü üzülerek müşahede ediyoruz. Meselâ, eskiler doğum günü kutlamazdı, böyle bir şeyi edebe mugayir görürlerdi. Zira onlar ’ben-merkezci’ bir hayat anlayışına yabancıydılar. Efendimizin (s.a.v.) dünyayı teşriflerini ’Mevlid Kandili’ olarak kutlardı. Batılı ise ’hep ben’ dediği için öncelikle kendi doğumunu kutlamayı tercih etti. Batı taklitçiliği ile beraber bizde de önce pastalı mumlu doğum günleri başladı kutlanmaya. Müslüman aileler şöyle savundular bu işi: ’Vallahi ben kendiminkini kutlamıyorum, ama çocuk arkadaşlarından görmüş, istiyor, ne yapalım(!)’. Sonra yılbaşı kutlamaları... ’Efendim, bu Hıristiyan batının âdetidir, bizimle ne ilgisi var?’ denilince bahane hazır: ’Canım biz Noel kutlamıyoruz ki, yeni bir yıla sağlıklı ulaştık ya, onu kutluyoruz!’ Anneler günü? ’Annemizi hatırlayıp ona hediye alıyoruz, bunda ne kötülük var?’ Eee, anneler günü olur da babalar günü olmaz mı? Hadi onu da hazmettik. Şimdi de ’sevgililer günü’… Bütün bunlar Batı taklitçiliğin topluma olmazsa olmazmış gibi dikta ettiği görünüşü küçük ama sonucu düşünülenden daha büyük olan sorunlu algılardır.

NETİCE

Sonuç yerine şunu söyleyebilir ki; Burada temel hata, İslâm’ın önüne, ’teslim’ olarak değil, ’statüler’le geliyor olmamızdır. Sosyal statüler, ekonomik statüler, siyasi statüler... Bunların her biri ile İslâm’ın önüne geliyor ve ona kendi statümüzün gereklerini kurallarını dayatmak istiyoruz. O statüye uygun bir din haline gelmesini istiyoruz İslâm’dan. Getirdiğimiz statü ne kadar güçlü ise, İslâm’a karşı zorlamamız o nispette artıyor. Biz gibi düşünmeyenleri toplumdan en azından kendi muhitimizden dışlıyoruz. Zaman zaman yanımıza yöremize, bizim statümüzü onaylayan insan gruplarını da alıyoruz. İstiyoruz ki, din, bunca insanın inandığı, kabullendiği, çağdaş bulduğu, hayatında yer verdiği ölçüyü kabul etsin, meşrulaştırsın. Kendi bünyesine dâhil etmese bile, olabilirliğine rıza göstersin, en azından sükûtla ikrar imasında bulunsun. Bu noktada kadın ya da erkek olmak fazla fark etmiyor. Zihniyet İslâmi hassasiyetten modern algı tarafına meylettikçe bizden olanlar yerini ithal olanlara, suni olanlara bırakıyor.
Ve son söz, Allah dostları (kaddesellâhü esrârahüm), "harama ateşe dayanabileceğiniz kadar yaklaşın", buyurmuşlar. Haramla içice bir hayat sürerken, ateşi çoktan gündemimizden çıkarmış mıyız yoksa?
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.