Eski ile kıyaslama yapıldığında mevcut toplumsal yapının geçmişe oranla sınırlarının belli olmadığını, ’doğru’, ’değer’ gibi unsurların eskiye nazaran çok daha farklı telakki edildiğini görmekteyiz. Bu, toplumun geneline hâkim olan unsurdur. Günümüz insanı dini ve dünyayı dünden farklı okumayı, değerlendirmeyi bir üst konum ya da seviye olarak telakki etmektedir.
Mesela eskiler dünyayı bir yolcunun durup dinlendiği, istirahat ettiği bir ağaç gölgesi mesabesinde saydıklarından, etraflarında bugüne oranla ’ben’i hatırlatacak çok fazla unsur yoktu. Ya da şöyle söyleyelim, eskilerin yaptıkları hanları, kervansarayları bizler bugünün dünyasında gezmek ve saymakla bitiremiyoruz. Bunun yanında bugünün dünyasında ise tek ve mutlak amaç ve kıymet atfedilecek şey ’ben’ merkezli unsurlardadır.
Tekrar söylüyorum bu, toplumun geneline bulaşmış bir hastalıktır. Kadın erkek, genç ihtiyar, inanan inanmayan mevcut konjonktürde yer alan bütün bireyler öyle ya da böyle bu sarmalın bir parçası olmuş, isteyerek ya da istemeyerek ’çarkın dişlileri’ arasında yer almıştır. Bu çözülme hayatın devamiyeti adına derin sakıncalar doğurabilecek hüviyete haizdir aynı zamanda. Eskiye dönüp baktığımızda inanmayan ya da en azından dini hassasiyete sahip olmayan bireyler arasında görülen bu illetler yaklaşık son bir asırdır nasıl ve nereden geldi bilemiyoruz ama ’inanan’ ve ’hassasiyet sahibi’ olanlar arasında yaygınlaştı. Meramımın okuyucu tarafından daha net anlaşılabilmesi adına şunları söyleyebilirim; Kadın için çalışmak toplumda değer atfedilecek hale geldiği için, genç nesil eğitimi, bilgiyi, görgüyü kısacası bütün her şeyi statü kazanma unsuru olarak telakki eder oldu mesela. Genel manada kadın için şeklî yenilenme, ekonomik özgürlük, tatminsizlik gibi onlarca haslet öyle ya da böyle hedef haline dönüştü. ’Neden hâlâ şu eski-püskü eşyalara rıza gösteriyorsun?’; ’Unutma, senin de bazı hakların var!’; ’Hangi devirde yaşıyoruz canım!’; ’Kendini niçin ezdiriyorsun!’; ’Sen alttan aldıkça tepene binen çok olur!’… tarzı telkinler ev hanımı sayılan kadınlara, kendilerince aristokrat, çağdaş ve çalışan kadınların devamlı hatırlattığı durum şekline geldi. Burada asıl üzerinde duracağımız durum ise bunları söyleyen bayanların tamamı ’ehl-i dünya’ değiller. Bilakis belli cemaatsel aidiyetlere ve dini hassasiyete sahip, muhafazakâr ve ’tahsilli’ insanlar. Kendilerince masumane olduğuna inandıkları düşüncelerle, kendileri gibi bir diplomaya sahip olmayan; çocukları, eşi ve ev işlerinden ibaret bir yaşantısı olan arkadaşlarının ’gözünü açmaya’ onları ’çağdaşlaştırmaya’ çalışıyorlar.
Durumun vaziyeti gereği, son derece mazbut, mahviyeti şiar edinmiş, tüketimin ölçüsüzce kamçılandığı modern zamanlarda kanaati bir ölçü olarak dünyalarına nakşeden, ellerindeki azı hiç yüksünmeden başkalarıyla bölüşecek kadar diğerkâm sahibi, maddiyatın bu denli merkezde olduğu talihsiz bir çağın dayattığı değer yargılarına direnen; gücün, paranın, nüfuzun iş yaptığı bir devrin fertleri oldukları halde, ’küçük dünyalarında’ mutlu olmayı başarmış tabir yerindeyse bir ’eski zaman’ ailesi sayılabilecek Müslüman ailelere yapılıyor bu telkin ve öneriler.
Yüreğinde ve hülyalarında, varlıklı olmaya değil, helâlinden kazanmaya dair hassasiyetler yaşatan; attığı her adımı ’ya evlatlarımın boğazından haram lokma geçerse!’ telaşıyla alabildiğine dikkatli atan; fedakârlığı yaşam biçimi hâline getirmiş, onurlu babalara, çocuklarının üzerine kol-kanat geren ve yuvası için çırpınan, gözünü, yüzünü, sözünü hâsılı içi ve dışıyla kendisini haramlardan beri tutan mümine ve sâliha annelere, daha da ilginci, emsal ve akranlarından çok farklı bir şekilde, isteme ve tüketme anaforundan azade kalabilmiş, eldekiyle yetinmesini, olana ve olmayana sabredip şükretmesini bilen, modern zaman çocuklarının lügatinde olmayan ’yok’un ne demek olduğunu idrak edecek olgunluğa küçük yaşta erişmiş, pırlanta gibi evlâtlara, çocuklara, dinin ve dünyanın geleceğine yapılıyor bu telkinler ’mahalle baskıları’. Modern zaman argümanlarıyla zihinleri bulandırılmaya, gönülleri kasvet ve kesret haline büründürülmeye çalışılıyor.
Burada es geçemeyeceğimiz ve işin asıl empati unsuru olan noktasına geldiğimizde; telkini yapan ile telkin edilenler olarak aynı olguya nazar ettiğimiz halde, ortada bu ölçüde bir bakış ve değerlendirme farklılığının olmasının izahı ne? Dışardan gıpta ile seyrettiğim bir aile modeli, üç aşağı beş yukarı hayatı aynı manevî pencereden seyrettiğini düşündüğümüz farklı kadınlarla nasıl oluyor da bir arıza durumunun habercisi olarak karşılık bulabiliyor? Yani daha açık ifadelerle; yaklaşık üç asırdır dünyayı boyunduruğu altına alan ’suni uygarlık’ İslam’ın üzerinde hassasiyetle durduğu aile gibi bir mefhumu gerçekten bu kadar kolay ve bu denli etkisel bir şekilde tahrip edebilir mi? Bu sığlıkta ’feminist’ söylemler, dindar bayanların dünyasında, hem de başkalarına dikte edecek baskınlıkta mâkes buluyorsa, biz modernitenin bütün ana normlarıyla kadın ve erkek olarak bireyi kuşatması olayında neyin münakaşasını yapıyorduk, hâlâ yapıyoruz?
Genelleme yapılamasa da bir kısır döngü oluşuyordu zihinlerde ve hâlâ da oluşuyor: Başkalarının hidayeti için manevî hayatından fedakârlık yaparak sosyal hayata karışan kimi kadınlarımız, bütün hücrelerine kadar gayr-ı İslâmî unsurlar sızmış modern dünyaya ait refleksleri farkında olmadan içselleştiriyor, kabul ediyor ve asıl işin kötüsü bu model ve algıyı kendi aile yuvalarına transfer ediyorlar, bununla da yetinmeyip bir adım daha ileri giderek ’çağın gerektirdiği’, ’modern hayat’, ’21. yy.’ gibi söylemlerle diğer muhafazakâr ailelere de telkin ediyorlar. Öyle ya; ’dışarıda’ her vesileyle kadının da erkek kadar söz sahibi olduğu bir hayat modeli ulaşılması gereken hedef olarak ilan ediliyor; ’erkek egemen’ ve ’ataerkil’ türünden etiketlerle yaftalanan her türlü yaklaşım çağın geçerli tek modası olarak ilan ediliyordu. Bu durum sadece dünya ehli denilebilecek kesim nezdinde değil, ehl-i din saydığımız camia bağlamında da böyleydi. Bu bağlamda İslâmî ölçülerle harmanlanarak şekillenmiş geleneksel aile algımız ’çağdışı’ ve ’tarihsel’ olduğu gerekçesiyle diskalifiye ediliyordu. Çünkü bu yeni durum ile artık eve eşi kadar maddî katkıda bulunuyor olmak; onun gibi sabahın erken saatinde yorucu bir çalışma temposuna atılıp, akşam eşiyle aynı saatte eve dönüyor olmak türünden realiteler, kadına farklı bir aile içi dengenin lüzumunu ihtar ediyor, erkeğin üstte olduğu kadim aile içi hiyerarşinin pekâlâ sorgulanabilir olduğu tezinin elini güçlendiriyordu.
Bir de ’şeytanın sağdan yaklaşması’ olarak nitelendirebileceğimiz, ’dine hizmet ediyor olma’ duygu ve düşüncesinin, kadına farklı bir ’emniyet-i nefs’ telkin etmesi durumu mevzubahistir.
Peki, bütün bunların sonucunda ne mi oluyor? Kocanın da yemek yapıp, pantolon ütülemesinin bir iyi niyet ve paylaşımcılık olarak değil, ’bayanın da eve ekmek getirmesi’ gerçeği üzerinden bir mükellefiyet olarak dayatıldığı ’ilginç’ bir aile profili ortaya çıkıyor.
Ailenin her ferdine onun fıtratına uygun vazifelerin tevdi edildiği geleneksel İslamî roller reddediliyor, bunun yerine herkesin kendi işini yaptığı ’bencil’ ve ’bireyci’ bir paylaşım modeli ikame ediliyor. Bu yeni ortaya çıkarılan modelde kişiler aile bütününü oluşturan fertler olarak değil, herkesin kendi dünyasını yaşadığı bireyler olarak karşımıza çıkıyorlar. Bireylerin aile olmak için ’ben’liklerinden, kişisel çıkar ve ideallerinden vazgeçmeleri gerekirken, ’ego’larını tatmin etme ve bu noktada kendi isteklerini yerine getirmede aile değerlerinden feragat etmeleri ise tehlikenin vehamiyeti ve manzaranın görünen yüzü olması açısından gözlerden ırak tutulmaması gereken durumdur.
Aile içi rollerin bu denli birbirine karıştığı bir yapının da sağlıklı bir seyir izlemesi pek muhtemel bir durum olarak görünmüyordu, nitekim öyle de oldu.
Kadim aile bağlarımızı kuvvetlendiren rol paylaşımı, modern kıymet hükümleri uğruna bu ölçüde keskince yok sayılınca süreç bugünkü gibi, birbirini takip eden boşanmalara, başkalarının yol göstericiliğine muhtaç halde yetişen çocuklara zemin hazırlıyor.
Şimdi durum bu merkezde ise eğer, biraz durup bu seyrin gidişatı hakkında topyekûn olarak düşünmeli değil miyiz?
’Modern tasallut’ mukaddes unsurlarımıza, kırmızıçizgilerimize kadar sokulmuşsa, elini en mahrem alan olan aileye bile uzatmaya başlamışsa, ’son kale’miz mesabesindeki ’kadınlarımıza’ dahi ilişiyor ve bütün bunların fevkinde olmaması gerektiği halde karşılık buluyorsa, biz hangi Müslümanlıktan söz ediyoruz?
Bize ambalajlanarak takdim edilen sahte bir uygarlığın saldırılarına boyun eğdik ne yazık ki. Bu noktada ’sosyal hayatımızı başkalarının tanzim ettiği’ söylemi mevcut durumun analizinde çok sığ kalıyor. Artık aile düzenimizi bile ’bizden olmayan’ unsurlar, kişiler, kurumlar şekillendiriyor. İnsanımızın düşüncesine, aklına, hatta kalp ve ruhuna bile müdahale eden güç artık ’bizden’ olan unsurlar değil maalesef.
Bu bizden/İslâm’dan olmayan değer ve unsurların bizi esir aldığından şüphe edenler ya da beni bütün bu söylediklerim neticesinde karamsar olarak nitelendirenler varsa, muhafazakâr insanların gündelik, basit muamelelerine bir baksınlar. Daha çok da bayanlarımızda vücuda gelen ’modern şaşılığı’ gözlemlesinler.
Çünkü birileri ileriki her hangi bir zaman diliminde daha sonraki kuşaklarda meydana gelmesi mukadder görünen tahribatın analizini yapılacaksa, fatura muhtemelen ’anne’lerimizi/’kadın’larımızı elimizden alan bu savrulmaya çıkartacaktır.
Algısal Dejenerasyon Ya da Evrim Geçiren Zihniyet
Özlenen Rehber Dergisi 90. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.