Gülzâr-ı Ehadis; Sosyal Adâletin Tesisinde Zekâtın Önemi
Özlenen Rehber Dergisi 90. Sayı
Toplumda sosyal adaletin tesisinde zekâtın önemi
Hz. Ebu Hureyre ve Hz. Câbir (r.a.) anlatıyor: ’Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki:
’Deve, sığır veya davar sâhibi olup da, bunlardaki Allah’ın hakkını eda etmeyen herkese Kıyamet günü, bu mallar, olduğundan daha çok ve mümkün olduğunca iri ve şişman olarak geleceklerdir. Adam, onlar için, düz ve geniş bir yere oturtulacak, hayvanlar bacakları ve tabanlarıyla onun üzerinden geçecekler. Geçiş sırasında boynuzlarıyla toslayacaklar ve ayaklarıyla ezecekler. İçlerinde boynuzsuz veya boynuzu kırık biri bulunmayacak. Bu şekilde sonuncusu da onun üzerinden geçince, birincisi aynı geçişe tekrar başlayacak. Mahlûkatın hesabı tamamlanıp hüküm verilinceye kadar bu hâI devam edecek. (Buharî, Zekât 3)
Saygıdeğer okurlar, bu ayki yazımızı her sene özellikle ramazan ayında kendisini gündeme taşıyan zekât meselesine ayıralım istedik. Hepimizin de malumu İslâm’ın beş şartından biri olan zekât, mâlî ibadetin de başında gelir. Her ne kadar dinimizde yardımlaşma mefhumundan zekât dışındaki yardımlar anlaşılıyorsa da, zekâtın farz oluşu özel anlamda iyi bilinilmesi gereken bir husus. Toplumda zekât farizası çok yalın olarak bilinmektedir. Hatta bazı vatandaşlarımız ’devlete vergi veriyoruz ya, o zekât yerine geçmez mi?’ gibi sorular sormakta. Zekât, toplumu derinden ilgilendirdiği için, bu mâlî ibadeti sosyolojik olarak da analiz etmekte fayda olacağı düşüncesindeyim. Günümüzde dünyanın birçok ülkeleri, anayasalarında, kanunlarında, belediye hizmetlerinde, sivil toplum kuruluşların tüzüğünde ve uygulamalarına baktığımızda sosyal yönlerini ön planda tutmaktadırlar. Toplumda nükseden sosyal düzensizliklerde, ülkede sosyal yardımlaşma politikaları uygulamaya sokulmakta. Gelişmiş ülkelerde, işsiz kalan bireylere iş bulana kadar devlet ve belediye sosyal yardımlar yapmakta. Bu yardımları ancak halkından topladığı yüksek vergiler sayesinde yapabilmekte. Bu uygulamalar bir nevi zekâttır. Her ne kadar zekât adı altında toplanmıyorsa bile zenginden alınan yüksek vergiler sosyal yardım kasalarına aktarılmakta ve dolayısıyla fakirin istifadesine sunulmakta. Bu açıdan İslâm dininin zekât müessesine paralellik arz etmekte olduğu kuşkusuz; fakat vergi mükellefleri bu yükten kurtulabilmek için türlü hilelere başvurmakta. Yani devlete aktarılan vergiler birçok mükelleften kerhen alınmakta. Bu ülkeler sosyal adaleti ancak bu şekilde sağlayabilmekte. Bu hususu göz önünde bulundurduğumuz zaman vergi zekâttan tamamen farklı olduğu anlaşılıyor. Diğer önemli fark ise verginin devlet tarafından kanunlarla ve her yıl oranın değişikliğe maruz olduğu, ancak zekâtın Allah’ın bir emri İslâm’ın beş şartlarından biri olması ve oranın 40/1 de sabit olması en bariz fark olduğu bilinmektedir.
Dinimizde durum yukarıdakinden farklıdır. Allah insanları farklı tabiatlarda yaratmıştır. Bazı insanlar zengin olarak bazılarını da bu zenginlerin zekâtlarına muhtaç olarak yaratmıştır. Kur’ân-ı Kerim’de Yüce Yaratan, zenginin malında fakirin hakkından bahsediyor. ’Onların mallarında muhtaç ve yoksullar için bir hak vardır.’ (Zâriyât 51/19) Asrısaadette ve onu takip eden asırlarda zekât memurları, zekât vermekle yükümlü olanların zekâtlarını toplarlardı. Zekât toplama işini devlet bizzat üstlenmişti. Beytü’l-mâlde (hazinede) toplanan zekât, fakir fukaraya dağıtılırdı. Abbasi halifelerinden Ömer bin Abdülaziz döneminde zekât farizası aksatılmadan yerine getirildiği için toplanan zekât gelirleri verilecek fakir muhataplarını bulamaz noktasına gelmişti. Onun hilafeti yıllarında öyle bolluk olmuş ki insanlar huzur için hayatlarını sürdürmüşler. Müminler arasında tam sosyal adalet tesis edilmiş ve devletin gelirleri doğru yerlere sarf edilmiş.
Günümüzde ise özellikle de Müslüman nüfusun kahir ekseriyetini oluşturduğu ülkelerde sosyal adaletsizlik hüküm sürmekte. Zekâtla mükellef binlerce varlıklı Müslüman bu farizayı hakkıyla yerine getirmemekte. Buna bir de ülke yönetimlerinin basiretsiz politikaları da eklenince halk adeta fakirlikten perişan hale düşmüş vaziyette. Zenginler yönetim tarafından imtiyazlı zümre haline getirilmiş ve adeta seçilmiş sınıf olarak toplumdan sıyrılmışlar. Hatta devletin yayınladığı resmi istatistiklere göre; devlete ödenen verginin 3/2’si gelir seviyesi düşük insanlardan tahsil edilmekte. Zengin patronlar ise en büyük vergi kaçıran konumundalar. Yani adaletsizlik had safhaya ulaşmış, bir türlü sosyal adalet toplumun bireyleri arasında tesis edilememiş ve bu yara gittikçe derinleşmekte. Buna bir de küreselleşen dünyada metropol şehirlerde beşeri münasebetlerin adeta yok olma durumuna gelmesini de ekleyebiliriz. Komşular komşularının halinden bihaber olmuşlar. Zaman zaman haberlerde de rastladığımız haberlerden biri de; komşusunun öldüğünden haberi olmayan komşular var. Fakirler ise sosyal yönden aktif olan belediye ve sivil toplum kuruluşların inisiyatifine bırakılmış. İşte bu noktada bahsi geçen sivil toplum kuruluşlarından müteşekkil dernekler devletin yapamadığı sosyal yardımları omuzlarına vazife olarak yüklemiş. Kamu yararını gözeten bu kuruluşlar halkın da muazzam teveccühünü kazanmış. Yukarda bahsettiğimiz gibi devletin basiretsiz politikaları, halkı ortaya böyle bir alternatif kurmaya sevk etmiş. Esasında halkın devlete olan güvenci dibe vurmuş, çünkü yapılan yardımlar bizatihi devlet tarafından yapılması gerekirken, derneklerin bu işe atılmış olmaları devletin ne kadar acziyet içine düştüğünü göstermek açısından acı bir tablo olsa gerek. Yılların da vermiş olduğu tecrübe ile dernekler bu faaliyetlerini profesyonel seviyeye çıkarmış durumda. Artık bu dernekler, zekât gelirlerinin ulaşılması gerektiği yerlere ulaşmasını sağlamakta. Derneklerin bu çalışmalarını asrısaadetteki ve onu takip eden asırlarda uygulanan zekât gelirlerini toplama çalışmasına benzetebiliriz.
Zekât vermenin adabı
Verilen zekât sahibinin başına kakılmaması gerek!
Diğer önemli bir husus ise; zekât verenin yaptığı yardımı kişinin başına kakmaması, eziyete dönüştürmemesi gerekir. Kur’ân-ı Kerim bizi bu hususta ’Güzel bir söz ve bağışlama, eziyete dönüşen bir sadakadan daha iyidir; Allah zengindir ve halîmdir. Ey inanlar! Zekât dahil her türlü sadakanızı başa kakmak ve eziyete dönüştürmek sûretiyle boşa çıkarmayınız. Bu, inanmadığı halde malını gösteriş için harcayan kişinin tutumdur…’ âyetiyle uyarmaktadır. (el-Bakara 2/263–264)
Zekât adabın en önemlilerinden biri de: Kişi zekâtını verdiği fakire ’bu zekâtımı sana veriyorum’ dememesidir. Çünkü böyle yaklaşım incitici ve eziyet verici olur. Fakihler, zekât verenin verdiği kişiye niyetini içinden yaparak vermesini kâfi görmüşler. Dolayısıyla niyet etmeden verilen malın zekât sayılmayacağı âlimlerimizce belirtilmiştir.
Zekât vermek insanı cimrilik huyundan kurtarır.
Zekât verenler Kur’ân’ın farklı surelerinde çokça övülmüştür. ’Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz iyi olmak demek değildir. Asıl iyi olan, Allah’a, ahret gününe, meleklere, kitaba, peygamberlere inanan; yakınlarına, yetimlere, düşkünlere, yolculara, yoksullara ve kölelere sevdiği maldan harcayan, namaz kılan ve zekât verenlerdir.’ (el-Bakara 2/177)
Ayrıca bilinmelidir ki, mükellef her yıl zekât kendine tahakkuk ettiğinde, malının 40/1 birini verirse, bu zekât sahibini hırstan, cimrilikten, başkasının malına tamah etmek gibi menfi hastalıklardan korur.
Dünyada zekât vermekten kaçanları ahirette çetin azap beklemektedir!
Yüce yaratan Kur’ân-ı Mubin’de: ’Altını ve gümüşü biriktirip de onları Allah yolunda harcamayanlar için acıklı bir azabı müjdele. O gün (bu altın ve gümüşler) cehennem ateşinde kızdırılıp bunlarla onların alınları, böğürleri, sırtları dağlanacak ve o esnada işte nefisleriniz için toplayıp, sakladıklarınız; artık saklayıp istifçilik ettiğiniz bu nesnelerin acısını haydi tadın (denilecek)!’ (et-Tevbe, 9/34-35)
Zekâtın sarf edileceği yerler.
Yüce yaratan zekâtın sarf edileceği yerleri Kur’ân-ı Kerim’de biz müminlere emretmiş. Âyet-i Kerime’de şöyle buyrulur: ’Sadakalar (zekâtlar) Allah’tan bir farz olarak fakirlere, miskinlere, zekât işinde çalışanlara, kalpleri İslâm’a ısındıracaklara, kölelere, borçlulara, Allah yolunda olanlara ve yolda kalmışlara aittir. Allah bilendir, hakîmdir.’ (et-Tevbe, 9/60)
Her ne kadar da dinimizde zekât, doğrudan zenginin malından fakire aktarılması gereken bir husus ise de; bu konuda mükellef, itimat edilen sivil toplum kuruluşlarına güvenip zekâtını verebilir. Günümüze birçok insan, zekâtını verecek yer bulmada zorluk çekebilmektedir. Bu ve buna benzer sebeplerden ötürü kolaylık olsun anlayışından hareket ederek, bazıları zekât mallarını bu derneklere aktardıklarını görmekteyiz. Burada ince ayrıntıya da değinemeden geçemeyeceğim o da; zekâtını verdiği kurum ve kuruluş güvenilir ve itibar sahibi olması gerekmektedir. Âyette zikredilen, zekâtın dağıtılması gereken sınıflar mutlaka zekâttan nasibini almaları gerekmektedir. Günümüzde bazı âlimler zekâtın âyet dışında da geniş kitleye verilebileceğini ileri sürmüş iseler de, bu görüş mezhep imamlarının görüşüne muhalif olduğundan kabul görmemiştir. İmam Şafiî Hz. âyette zikredilen her sınıftan asgari üç kişiye zekât malından dağıtılmasını şart koşmuştur. Zekâtın en makbul yönü ise; zekâtla mükellef kişi, malı fakire bizzat eliyle teslim etmesidir. Nitekim zekâtın şartı olan temlik (mala sahip kılma) bu yolla tam manasıyla gerçekleştiği için âlimlerimiz de bu metodu en uygunu olarak görmüşler.
Zekât verilmeyecek kimseler
Zekâtın verilmesi caiz olmadığı kimseler ise şunlardır:
- Ana, baba, eş ve çocuklar. Bir kimse zekâtını kendi usul ve furûuna veremez. Usul bir kimsenin anası, babası, dedeleri; fürû ise çocukları ve torunları anlamındadır. Koca zekâtını hanımına veremez, çünkü ona bakmakla yükümlüdür. Hanefi mezhebine göre bunların dışındaki, kardeş, amca, teyze, dayı, hala ve onların çocukları gibi akrabaya zekât verebilir.
- Müslüman olmayanlara: Gayr-i Müslimlere; Allah’a, Rasûlüne ve ahiret gününe inanmayanlara, dinden dönenlere (mürtedlere) bil ittifak zekât vermek caiz değildir.
- Zenginler ve onların küçük çocuklarına: Nisap miktarından fazla ve artırıcı mala sahip olsun olmasın, bu kişilere de zekât verilmesi caiz değildir.
- Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in yakınları yani Hâşim oğullarına. Bununla ilgili Buhari hadisinde Rasûllulah Efendimiz (s.a.s.) torunu Hasan’a ’Bırak, bırak! Zekât malını bizim yiyemeyeceğimizi bilmiyor musun?’ buyurmuştur. (Buharî, Zekât, 57)
Rabbim yapacağınız yaptığınız ve yapacağınız yardım ve zekâtları dergâh-ı izzetinde kabul etsin inşallah.
teşekkürler
Zekatın Namaz gibi farz bir ibadet olması ancak günümüzde maalesef sadece fıkıh kitaplarında kalması,üstüne üstük sadaka ile karıştırılmış bir dönemde yazılmış hoş bir yazı...