ALVARLI EFE VE BİR GAZELİ ÜZERİNE
(Seyreyle Güzel Kudreti Mevla Neler Eyler)
’Seyreyle güzel Kudret-i Mevlâ neler eyler…
Allah’a sığın Adl-i Teâlâ neler eyler…
Elbet yürütür fermanını Kadir-u Kayyum…
Herkese lâyık Sırr-ı Tecellâ neler eyler…
Âlemleri var eyleyen Allah-u Âlim’dir…
Gözler görecek Mihr-i Muâllâ neler eyler…
Eltaf-ı Rahm-i Azim Bari’ Teâlâ…
Kerem-i Kerim Şems-i Mücellâ neler eyler…
LUTFÎ der Dergâh-ı İlâhî’de sebat et…
Naz u niyaz et Hakk’a temenna neler eyler... ’
Lutfî (Avlarlı Efen) (1)
LUTFÎ (ALVARLI EFE) KİMDİR?
Muhammed Lütfî Efendi Hazretleri, İbrahim Hakkı Hazretleri gibi Erzurum’un yetiştirdiği önemli şahsiyetlerden biridir. Erzurum halkı arasında ’Alvarlı Efe Hazretleri’ adıyla bilinir. Alvarlı Efe, her Erzurumlunun gönlünde gerek mısralarıyla, gerekse menkıbeleriyle taht kurmuş, saygı ve sevgiyle anılan, manevî huzurunda saygıyla eğilinen gönül erlerindendir.
Lütfî Efendi, H. 1285 yılında Hasankale’nin Kındığı köyünde dünyaya gelmiştir. İlk tahsilini babası Hoca Hüseyin Efendiden tamamlayan Efe Hazretleri, H. 1307’de 22 yaşında iken Hasankale’de Sivaslı Camii’ne imam olmuştur. Bu imamlığı esnasında ilmî yeteneği ve güzel ahlâkıyla âlimlerin, eşrâfın ve bütün halkın takdirini kazanan Alvarlı Efe, aynı yıl babasıyla birlikte Bitlis’e giderek Hoca Pirâî Küfrevî Hazretlerine intisap etmiştir. Bir müddet sonra Küfrevî Hazretlerinin seçkin bir halifesi olarak Hasankale’ye dönmüştür.
Daha sonra Erzurum’un (merkez) Dinorkom köyüne dönen Alvarlı Efe Hazretleri, I. Dünya Savaşı’na kadar burada kalmış, Rusların Erzurum’u işgali üzerine, pederiyle birlikte Erzurum’a göçerek, babasını Erzurum’a bırakıp, kendisi imamlık göreviyle Yavi nahiyesine gitmiştir. Rus istilası müddetince burada kalmış, Ermenilerin katliam başlatmaları üzerine kendi köyünden ve çevre köylerden topladığı 60 kişilik bir müfrezeyle Rusların karargâh deposu olan köye, Ermenilerin de o köyde bulundukları bir gün saldırmış, Ermenileri püskürterek Oyuklu köyünün yanı başında Rusların yığdığı depoyu teslim almıştır. Ancak müfrezenin depoyu yağmalamasına engel olamamış ve dolayısıyla da Ermenileri istediği gibi takip edemeyen Efe Hazretleri, yanında kalan birkaç kişiyle, Ermenileri takip eder gibi davranarak, Haydar Boğazı’ndaki Zergideler köyünde Türk ordusuna iltihak etmiş, orduyla birlikte gün doğarken Erzurum’a girmiştir. Doğruca babasının kaldığı eve koşmuş, ancak onu, Ermeniler tarafından kafasına tüfek dipçiğiyle vurularak ağır yaralanmış bir hâlde bulmuştur. İkindiye kadar babasıyla meşgul olmuş, akşama doğru vefat eden babasını, Kavakkapı kabristanına defnetmiştir.
Alvarlı Efe Hazretleri, Erzurum’un kurtarılmasından sonra tekrar Hasankale’ye dönmüştür. Kendisine teklif edilen Hasankale Müftülüğü görevini kabul etmemiş, yakındaki Alvar köyü halkının istirhamı üzerine, oraya giderek 24 yıl orada vazife yapmıştır. Bundan dolayı halk arasında, ’Alvarlı Efe’ adıyla meşhur olmuştur.
1939 yılında prostat hastalığına yakalanan Alvarlı Efe, tedavi için Erzurum’a gelmiş, doktorların şehirden ayrılmasının uygun olmayacağını söylemeleri üzerine, köy halkından izin isteyerek, Erzurum’da Mehdi Efendi mahallesinde kiraladığı bir eve yerleşmiş, irşat ve ilmî faaliyetlerine burada 16 yıl devam etmiştir. 12.03.1956 yılında Erzurum’da vefat etmiştir. Cenazesi kalabalık bir cemaat eşliğinde Alvar köyüne götürülüp orada toprağa verilmiştir.(2)
Yukarıdaki şiir, Klâsik (Divan) edebiyatımıza ait olan bir gazeldir. Kafiye düzeni klâsik gazel kafiye düzenidir: ’aa / ba / ca / da / ea ’ - lâ’lar ile, zengin kafiye; -neler eyler sözcükleriyle redif yapılmış. Bu gazelde Allah’ın sıfatlarıyla ve yaratmasıyla alâkalı olan Kur’ân-ı Kerim’deki birçok âyet-i celileye atıflar yapılarak telmih sanatına başvurulmuş Ve Hakk’ı tarif ve tavsif eden, Cenâb-ı Hakk’ın (c.c.) kutsiyet ve büyüklüğü için hürmeten söylen Arapça ve Farsça sözcüklerin tercihi ile yapılan tamlamalar, dikkatleri çeken diğer bir şekil kurgusudur. Genellikle bilinen ünlü gazel şairleri, gazellerinde beşerî âşkı konu edinirler. Bu gazelde ise İlâhî âşkın tasavvufî bir hassasiyet içinde konu edinildiğini görmekteyiz.
Burada şekil ve muhteviyat olarak incelenen, şerhi yapılan bu gazele; günümüzde ’türkü’ diyenler de vardır. Şiir, biçim ve içerik açısından incelendiğinde bir halk edebiyatı verimi olan, hece ölçüsü kalıplarıyla dörtlükler şeklinde kıtalanan ’türkü’ ile uzaktan yakından alâkası olmadığı kolaylıkla anlaşılacaktır. Sadece ’türkü’ bir ezgi veya makamla söylenmez, edebiyatımızda var olan herhangi bir nazım şekli de (şarkı, kaside, gazel vb.) bir ezgi veya makamla söylenebilir. Tekrarla ifade etmek istiyorum ki bu şiir, Halk edebiyatımıza ait olan bir ’türkü’ değil, Klâsik edebiyatımıza ait olan bir gazeldir. Bu yanlış anlamayı burada düzeltmiş olalım.
Şimdi, gazellerin şekil ve muhtevaları hakkında kısaca bilgiler verelim.
Gazel Nedir?
Gazel, Klâsik (Divan) edebiyatımızda en çok sevilen ve en yaygın kullanılan, Türk edebiyatına İran edebiyatından geçen bir nazım (şiir) biçimidir. Gazeller de, bazı Divan edebiyatı nazım şekilleri gibi beyitler şeklinde aruz vezninin farklı kalıplarıyla söylenir, yazılır. Gazellerde âşk, sevgilinin güzelliği, sevgilinin çektirdiği cefa, sevgilinin ilgisizliğinden şikâyet, ayrılığın verdiği ıstırap, firak ve vuslat düşüncesi, âşk derdiyle çekilen sıkıntıdan duyulan mutluluk vb. gibi konular ile dost sohbetlerindeki hâllerin ifadesi, tasavvufî konular, dünya ve ahiret hayatı hakkındaki düşünceler işlenir. Gazellerde çeşitli yönleriyle işlenen âşk, beşerî olabileceği gibi ilâhî de olabilir.
Teknik olarak gazeller en az beş, en çok on beş beyitten oluşur. Gazellerin en yaygın kullanılan şekli beş ile yedi beyit arasında olanlarıdır. Kafiye örgüsü (aa-ba-ca-da-ea-fa-…) şeklindedir. Gazelin ilk beyti, mutlaka kendi arasında uyaklı olur. Diğer beyitlerin ikinci mısraları, ilk beyitle kafiyeli olur; birinci mısralar ise serbesttir. Kasidelerde olduğu gibi gazellerin de ilk beytine ’matla’ son beytine ’makta’ denir. Bir gazelin en güzel beyti ’beytü’l-gazel’ veya ’şah beyit’ adını alır. Şairin mahlâsının geçtiği beyit, son beyit olan ’makta’ beytidir. Beyitler arasında anlam birliği bulunuyorsa bu şekildeki gazellere ’yek-âhenk’ aynı güç ve güzellikte beyitlerden oluşan gazellere de ’yek-âvaz’ denir.
Bazı gazeller mısra sonlarındaki kafiyelerden başka, bir de mısranın ortasında bir iç kafiye meydana getirilerek yazılır. Bu tip gazellere de ’musammat gazel’ denir. Gazellerden bazılarının sonuna manzum, kısa bir parça getirilirse o parça ziyade; beyitlerin öncesine iki, üç, dört mısra eklenirse ’terbi, tahmis, tesdis’ gibi isimler alır. ’Müstezat’ adı altında özel bir biçimde kurulan gazeller de vardır. Müstezat; çoğalmış, artmış anlamına gelmektedir. Müstezatlar, uzun mısralara kısa bir mısra eklenerek oluşturulur. Uzun ve kısa mısralar gazelin ilk beytinin mısraları gibi kendi aralarında kafiyelenir. Müstezat gazeldeki kısa dizelere, ziyade adı verilir. Müstezat gazel, klâsik gazel gibi aruzun farklı kalıplarıyla vezinlenmez; aruzun tek bir kalıbıyla vezinlenir. Müstezat gazelin makta beyti bulunmamaktadır. Klâsik edebiyatımızın en büyük şairleri olarak kabul edilen Fuzulî ve Bakî bu türün en güzel örneklerini vermişlerdir.
Şiirin Şekil ve Muhteva (içerik) Açısından Şerhi
’Seyreyle güzel Kudret-i Mevlâ neler eyler
Allah’a sığın, Adl-i Taalâ neler eyler’
Bu beytin ilk kelimesi, bir isim bir de yardımcı eylemden oluşan bir bileşik fiildir ve bir hitap anlamı içermektedir: ’Seyreyle…’ Hemen akabinde ’güzel’ sözcüğü, hem Mevlâ’nın kudretinin güzelliğine işaret eden bir sıfat hem de güzel olan ve güzel(3) bir surette yaratılan insanların cümlesini işaret eden bir anlamda kullanışmış ve bu sözcükle tevriye(4) sanatı yapılmıştır.
Bir hitap anlamı içeren ’Seyreyle…’ lâfsıyla hitaba muhatap olan kimdir? Elbette, (Allah’ın kudretinin, birliğinin delillerini idrak edebilecek bir vasıf üzerine, güzel bir suret üzere yaratılan) insanlardır. Güzel bir suretle yaratılan insanlara şairimiz, ne diyor; neyi tavsiye ediyor? Gayet açık bir tavsiye, nasihat var: ’Kudret-i Mevlâ neler eyler…’ Aslında bu tavsiyeyi, nasihati ve emri, bizlere Kelâm-ı Kadim’inde kusursuz, eşsiz ve kadim olan Yaratıcı yapıyor: ’ O, yedi göğü, birbiri üzerine yarattı. Rahman’ın yaratmasında bir aykırılık, uygunsuzluk görmezsin. Gözünü döndür de bak, bir bozukluk görüyor musun? Sonra gözünü tekrar tekrar döndür (bak). Göz (aradığı bozukluğu bulmaktan) aciz ve bitkin halde sana dönecektir.’ (Mülk suresi, 67/3-4) Güzel bir suret ve sayısız nimetleri ile halk edilen insan, Mevlâ’nın kudret ve birlik delillerini seyre dalacak; kudret ve birlik delillerinde aykırılık, uygunsuzluk, bozukluk bulamayacak; sonra tekrar tekrar gözlerini kudret ve birlik delillerine döndürüp bakacak; en nihayet, aradığını bulamayarak, acziyetini anlayarak bitkin bir hâlde Kudret-i Mevlâ ve Adl-i Taalâ’ya teslim olup sığınacaktır. Bir de bu beyitte tevil edilmesi gereken ’Adl-i Teâlâ’ Allah’ın çok adaletli sıfatına atıf yapılan bir tamlama var. Hikmet nazarlarından yoksun olan ve şeytanî vesveselerle konuşan kimi, cahil insanlar, Allah’ın adaletinden kuşku duyarak basit sorularla Allah’ın adil olmadığını imaya kalkışırlar. Oysa Allah Teâlâ adil olduğunu, kesinlikle insanlara ve hiçbir varlığa zulümle muamele etmediğini, hatta biz insanları nefislerimize, birbirlerimize ve diğer canlılara karşı zulmetmemeye, adalete çağırdığını birçok âyet-i kerimelerle Kur’ân-ı Mubin’inde açıklıyor. ’Şüphesiz Allah insanlara hiçbir şeyle zulmetmez; anacak insanlar, kendi nefislerine zulmediyorlar.’ (Yunus sûresi, 10/44) ’… Rabbin hiç kimseye zulmetmez.’ (Kehf sûresi,18/49) Mülk sahibi, mülkünde istediği gibi tasarruf hakkına sahiptir. Nasıl ki bir nebat (bitki) veya hayvan: ’Beni neden insan yaratmadın veya başka bir varlık yaratmadın?’ deme hakkına sahip değilse, insan da: ’Beni neden şu ve şöyle, bu ve böyle yaratmadın, bana şunları vermedin veya verdin.’ deme hakkına kesinlikle sahip değildir. İnsana düşen boyun bükerek takdire, taksime ve kadere rıza göstermesi; nimetleri Allah’tan, yanlışlıkları nefsinden bilmesi; madden aşağısını, manen yukarısını düşünmesi; Allah’ın, (iç yüzüne vakıf olamadığı) hikmetlerinden sual etmeyerek imtihanda olduğu bilinciyle hareket ederek Yaratan’ına teslim olmasıdır.
Yarattığını hikmetlerle, sırlarla yaratan Kadir-u Kayyum ve sırlarla tecelli eden mutlak güç ve kuvvet sahibi, ilmiyle her şeyi kuşatıp tutan, O ulu Zat-ı Münezzeh-i Sübhan, herkese lâyık olduğu vech üzere sırlarla tecelli eder, kimisine de zulümlerinden dolayı sır tecellilerini tamamen kapatır.
’Elbet yürütür fermanını Kadir-u Kayyum…
Herkese lâyık sırr-ı tecellâ neler eyler…’
Bilinen ve bilinmeyen âlemlerin, arzın, arşın; içindekilerin, dışındakilerin, canlı ve cansız varlığın, kevn ü mekânın… kısacası her şeyin sahibi, yaratanı, idame ettireni ve en nihayette yok edecek olanı Allah-u Âlim’dir. O, makamı ve rütbesi pek yüksek olan, öyle bir Allah-u Âlim’dir ki eşi ve benzeri bulunmayan parlak nuru, ziyalarının huzmesi her varlıktadır, kudretinin delilleri aşikârdır. Bunu kabiliyete haiz gözler, görür ve görecektir.
’Âlemleri var eyleyen Allah-u Âlim’dir…
Gözler görecek mihr-i muâllâ neler eyler…’
Adeta Lutfî, şu Kudsî Hadisi hatırlatır şekilde, ’Ben gizli bir hazine idim. Bilinmek, tanınmak istedim.’ dördüncü beyitte, Rabb’imizin yüce sıfatlarından bazısını, Osmanlıca bir tamlamayla geniş bir şekilde ifade eder.
Başlangıcı olmayan; hep var olan; hâl ve keyfiyet bilinmeyen ve nezaketi üstün, lütfu bol, letafeti geniş ve kapsayıcı, kullarına daima iyi muamelede bulunan; tam donanımlı ve mükemmel olarak nâmı yüce makamı ve rütbesi yüksek, büyüklük ve yücelik vasfı ile merhametli, esirgeyen, koruyan acıyan; ahirette mü’min kullarına keremiyle muamelede bulunan Eltaf-ı rahm-i Azîm Barî’ Teâlâ, eşi ve benzeri bulunmayan parlak nur Şems-i Mücellâ, her şeyin iyisi, faydalısı ve doğrusu olarak muttasıf olan, ihsan ve inayet sahibi, şerefli ve izzetli, muhterem, cömert, müsamahakâr, nefaset, izzet, şeref, al-i-cenâbâne ihsan ve inayetli, kıymetli şeyleri kemâl-i rıza-i bahş ile veren Kerem-i Kerim, neler eyler, yaratır, yapar bir gözünü çevirerek bak, tefekkür et… Yalçın, karlı dağları; katar katar uçan ve dallarda mutluluğun şarkısını terennüm eden kuşları; yuvasına rızkını yüklenen kara karıncayı; ağaçlarda bir görsel harika olarak kokusu, rengi, tadı, şekli bir diğerinin aynısı olmayan tertemiz meyveleri; her biri farklı şekillerle nakşolunan ve bu durumuyla insanı şayan-ı hayrete sürükleyen, âlemi beyaz yorgan misali örten karı; bin bir renk tonunda yaratılan, insanoğluna güzellik hissi katan çiçek nevilerini; pamuk bulutlarla süslü, alabildiğince uzanan geniş göğü, sahile dalgalarla çarpan ve bünyesinde bir âlem gizlenen engin denizi; yüzyıllardır hayatlarını idame ettirme kabiliyeti verilen vahşî hayvanları, bilenen veya bilinmeyen ilginç canlıları ve manzaraları; bizler için kendilerinde birtakım faydalar bulunan itaatkâr, evcil hayvanları, karanlık gecemizi nurlandıran ayı, ısı ve ışık kaynağımız olan, bir alev topunu andıran parlak güneşi, memleketlere bir ölümden sonra rahmet ve diriliş vesilesi olan yağmur yüklü bulut kümelerini; trilyonlarca gezegenlerden, yıldızlardan, galaksilerden müteşekkil uçsuz bucaksız uzay boşluğunu; yanardağlardan şiddetli gürültülerle püsküren, ırmaklar misali akan, cehennemvarî, nar rengi lâvları... Hülâsa şu hareketli, kozmik, varlık âlemini, tefekkür etmek… O öyle bir Allah ki devamlı olarak kudretinin ve birliğinin delillerini yaratma ve yok etme hâlinde. Sonra insanlar, cemadat, hayvanat ve nebatat niçin yaratıldı? Hep bunları düşüne gelmek…
’Eltaf-ı rahm-i Azim Bari’ Teâlâ…
Kerem-i Kerim şems-i mücellâ neler eyler…’
Son beyitte Lutfî: ’LUTFÎ der, Dergâh-ı İlâhî’de sebat et…’ mısrasını terennüm ederken ne söylediği, ne anlatmak istediği gayet açıktır. İlâhî Dergâh’ta, İslâm’da, Kur’an ve Sünnet’te hülâsa Allah’ın emir ve yasakları hususunda sabır u sebat ile naz u niyaz ve şükran-ı nimet et ki nimetini üzerinde devam ve tamam ettirsin… Şair bu beyitte sadece inanan insanlara seslenmez zatına da seslenir. Açıklamamıza son verirken Rabb’imiz, gayretlerimizi boşa çıkarmasın, rızasından ayırmasın… Günahsız ağızlarla birbirimize duayı unutmayalım…
’LUTFÎ der dergâh-ı İlâhî’de sebat et…
Naz u niyaz et Hakk’a temenna neler eyler... ’
BİLİNMEYEN KELİMELER VE KELİME GURUPLARI
Adl-i Teâlâ: Allah’a ait olan bu yüce sıfat, hakkaniyeti ifade ediyor olup adalet üzere hükmetmektir, cevir ve zulüm etmeyip nefislerde ve akıllarda istikâmeti kaim ve mâlum olan emir ve hâleti icra etmektir. Mutlak doğruluk da ifade eden Adl-i Teâlâ lafsı, her şeyi yerli yerince yapmak ve beraber etmek anlamına da gelir. Bir diğer manası meyletmektir. Bu Hakk’ı tarif ve tavsif eden sıfat tamlaması, istidat lisanıyla, ihtiyaç-ı fıtrî lisanıyla sual edilen ve istenilen her şeye tasarruf edilerek daimi cevap vermek; nihayet derecede bir adl ü hikmeti gösteriyor.
Kadir-u Kayyum: Her şeyin yok olmamasının tek sebebi ve her şeye gücü yeten yegâne güç ve kuvvet sahibi
Mihr-i muâllâ: Makamı ve rütbesi yüksek bulunan, eşi ve benzeri bulunmayan parlak nur, bu nur (güneş, ay, yıldızlar v.b.) nurların da kaynağıdır.
Şems-i mücellâ: Makamı ve rütbesi yüksek bulunan, eşi ve benzeri bulunmayan parlak nur, bu nur (güneş, ay, yıldızlar v.b.) nurların da kaynağıdır.
Sırr-ı tecellâ: Kalbe tecelli-i evvelin inkişafı ile meydana gelen ve cem’-i esma beyninde ehadiyyey-i cemiyyeyi izhar eden şuhud ve zuhur; Allah’ın kâinatta veya insan gönlünde görünmesiyle ilgili olan gizlilikler
Eltaf-ı kadim: Başlangıcı olmayan; uzun zamandan beri var olan; evveli, hâl ve keyfiyet bilinmeyen ve nezaketi üstün, lütfu bol, letafeti yüksek kullarına daima iyi muamelede bulunan
Rahm-i Azim: Büyüklük ve yücelik vasfı ile merhametli, esirgeyen, koruyan acıyan; ahirette mü’min kullarına keremiyle muamelede bulunan Cenab-ı Hakk
Kerem-i Kerim: Her şeyin iyisi, faydalısı olarak muttasıf olan, ihsan ve inayet sahibi. Şerefli ve izzetli, muhterem, cömert, müsamahakâr. Nefaset, izzet, şeref, al-i-cenâbâne ihsan, inayet. Kıymetli şeyleri kemâl-i rıza-i nefisle verme. Cenab-ı Hakk’a atfolunursa İhsan-ı İlâhî’nin lütfu kastedilmiş olur. İnsan hakkında vasıf sureti ile zikrolunursa; mehasin-i ahlâk ve ef’âl kasdolunur. Kur’an-ı Kerim tabirindeki kerim; muazzez, mükerrem manasınadır. Kur’an-ı Kerim’de bu kelime 27 defa geçer ve ancak iki defa Cenâb-ı Hak hakkında kullanılmıştır.
Temenna: Eli alnına götürerek selâmlama işareti yapma, minnettar olma
Azim Bar’-i Teâlâ: Tam üstün ve mükemmel olarak nâmı büyük" meâlinde, Cenab-ı Hakk’ın (c.c.) kutsiyet ve büyüklüğü için hürmeten söylen bir lafız
DİPNOT VE KAYNAKÇA
1. Bu gazelin şairi, Alvarlı Efe olarak da bilinen Hace Muhammed Lutfî’dir. Bu şiir, Hace Muhammed Lutfî’nin ’Hulasatü’l-Hakayık ve Mektubat-I Hace Muhammed Lutfî’ adı altında İlim ve Sosyal Hizmetler Vakfı tarafından hazırlanan kitabında, 166. sayfasında bulunan 100 numaralı gazelidir. Ayrıca yine bu gazel, 2006 yılında Hüseyin KUTLU tarafından hazırlanan, ’Hace Muhammed Lutfî (Alvarlı Efe) Hayatı Şahsiyeti Ve Eserleri’ adlı kitapta da sayfa 162’de bestesiyle beraber yer almaktadır...
2. Prof. Dr. Hüseyin ELMALI, ’Alvarlı Muhammed Lutfî Efendi ve Erzurum Destanı’, Yeni Ümit Dergisi, Temmuz-Ağustos-Eylül 49. Sayı
3. Nitekim noksanlıklardan uzak, her şeyi yaratan ve her şeyin üzerine hâkim bulunan Allah’ın: ’Gökleri ve yeri hak olmak üzere yarattı ve size düzenli bir biçim verdi, suretlerinizi de güzel yaptı. Dönüş O’nadır. ’ (Tağabün sûresi, 64/3) bu ve benzeri âyet-i kerimelerde Allah Teâlâ’nın insanı, suret itibariyle güzel yarattığı bildiriliyor.
4. Tevriye: Sözcüğün her iki anlamı da çağrıştırır ve kapsar şekilde kullanılmasıyla yapılan bir söz sanatı.
Alvarlı Efe ve Bir Gazeli Üzerine
Özlenen Rehber Dergisi 84. Sayı
1 kişi yorum yazdı.