’Taif emiri Urve b. Mesud ya da Mekke eşrafından Velid b. Muğire varken Allah peygamberliği Abdullah’ın yetimi Muhammed (s.a.s.)’e vermiş olamaz’ böyle demiş ve iç alemlerinin zifiri karanlıklarını böyle izhar etmişlerdi Mekkeli müşrikler. Şeytani bir eda ve tavır ile. O da öyle dememiş miydi. Secde etmektle emrolunduğu Âdem (a.s.)’ı kastederek; ’ene hayrun minh’ ’ben ondan daha hayırlıyım’.
Beyaz olma materyalist dünya toplumlarında dünde üstünlük aracı idi bugün de öyle. İslam’ın ’takva’ eksenli üstünlük ölçütüne gönül vermeyenlerin ’neyi’ ve ’kimi’ üstünlük ölçütü ve kıstası aldığı, nihayette ise hangi noktaya geldikleri dün olduğu gibi bugün de çok belirgin bir şekilde ortadadır.
Batıl ile Hakkı insanların ahlaklarına tezahürü sadedinde değerlendirmek gerekirse şunları söyleyebiliriz: Batıl tarafı; Firavunî bir hastalık ile karşıdakini hor ve hakir görmek, şeytani bir eda ile kendini başkalarından üstün nitelendirmek, müşriksel bir ruh hali ile Hakk’ın üstünlüğünü kabul etmemek, dışlamak ve küçümsemek...
Buna mukabil Hak tarafı ise; kız çocuklarını diri diri toprağa gömen ve kız çocuğu babası olmaktan utanılan bir toplumda torunu Hz. Umame’yi kucağına, sırtına alarak namaz kılan, kadına değer verip mirastan pay ayıran, zengin fakir ayrımı yapmaksızın hastayı ziyaret eden, kölelerle, fakir ve yoksullarla aynı kaptan yemek yiyen, kadınların bir meta gibi alınıp satıldığı bir toplumda ’sizin en hayırlılarınız kadınlara karşı en hayırlı olanlarınızdır’ buyurup, bizatihi kendi hayatında bunu en güzel şekilde yaşayan bir Peygamber...
İslam Devrimi;
Bugünkü tabir ile söylemek gerekirse Efendimiz (s.a.s.) Hak karşıtı bütün oluşum, eylem ve söylemlere karşı büyük hem de çok büyük bir inkılap yaptı, devrim gerçekleştirdi. O, (s.a.s.) O bu devrim ve inkılapları yaparken Mekkelilere ait meyhaneleri kapatmadı, evleri basıp içki küplerini kırmadı, ayyaşlara para cezası kesmedi, zor kullanmadı. Kimsenin zorla İslam olmasını istemedi. Hatta Hıristiyan olan iki oğlunu Müslüman yapmak için epey uğraşan ensardan olan sahabesine Hakk’ın dili ile ’dinde zorlama yoktur’ buyurdu. Hristiyana domuz etini, Yahudiye havraya gitmeyi yasaklamadı. Gece sabahlara kadar kolluk kuvvetleriyle sokak sokak insan avına çıkmadı. O bütün bu saydıklarımızı yapmadı ama yine de Mekke oligarşisi karanlık kalpli ve silah yüzlü elitler O’ndan ve O’nun getirdiklerinden rahatsız oldular.
Efendimiz (s.a.s.)’den dönemin faiz lobisi rahatsız oldu. Çünkü onlar insanlara borç verip vakti gelip borçlarını ödeyemediklerinde onları kendilerine köle yapıyorlardı. Efendimiz (s.a.s.)’den ayrıcalıklarını kaybeden şehir eşkiyaları, kadını cinsel meta olarak gören insan tüccarları rahatsız oldular. İşte bu yüzdendir ki yollarına dikenler koydular, küfürler, hakaretler ettiler öyle ki kölelerin bile o ana kadar duymadıkları küfür ve hakaretleri. Yetmedi, ashaba işkence ve eziyet ettiler. Yetmedi Hakk’a karşı olan şeytani öfkelerini Bedir’e, Uhud’a, Hendek’e taşıdılar. Yetmedi, Medineli Yahudilerle şer ittifakı yapıp iki koldan vurmayı denediler. O da yetmedi münafıklarla küfürde birleşip ezvac-ı tahirattan Hz. Âişe (r.anha) annemize iftira ettiler...
Bu ülkede zor günler yaşandı;
Bu ülkenin insanları -ya da şöyle mi demek daha uygun olur- bu ülkede müslümanlar zor zamanlar yaşadı. Bu ülkede medreseler yıkıldı, türbeler yakıldı. Camiler, mescidler, tekkeler ahır, depo, samanlık olarak kullanıldı. Kadınların başlarından örtüleri, üzerlerinden tesettürleri zorla alındı. Muhafazakar insanlar zorla içki içmeye, eşleriyle mahrem bakışların önünde dans etmeye, oynayıp, eğlenmeye zorlandılar. Sonra bu ülkede çıkan kanuna rağmen şapka giymeyenler idam edildi. Harf inkılabıyla dersiamlar, müderrisler ve koca koca binlerce ulema toplumun eğitim işinden devre dışı bırakıldılar. Resmi kurumlardaki mescidler fişleme bürosu gibi çalıştı. Bütün bunlara hatta bunlardan daha fazlasına rağmen müslümanlar sokağa çıkmadı, eşkıyalık yapmadı, terör estirip vandallık sergilemedi.
28 Şubatta da aynı şeyler oldu. Başörtüsü yasaklandı. Kur’an Kursları en olmadık zamanlarda askerlerle basıldı, vakıf malları gasp edilip, küfre yandaş olanlara ulufe maksadıyla dağıtıldı. Bu ülkede Kur’ân-ı Kerim örgüt kitabı muamelesi gördü. Yargısız infazlar yapıldı. Başörtülü diye anneler, çocuklarının mezuniyet ya da yemin törenlerine alınmadı. Bütün bu yaşananlara rağmen ’bizimkiler’ polis taşlamadı, kamu binalarına saldırmadı.
10 yılda suyu çıkan ’balans ayarı’;
28 Şubatta İmam Hatipler kapatıldı. Bin yıl sürecek denilen süreç 10 yıl dayanamadı. Kapanan okullar yeniden açıldı. Okullarda Kur’ân-ı Kerim ve Siyer-i Nebi seçmeli ders olarak okutulmaya başlandı. Bütün bu olanları varlığına tehdit olarak gören ’küfür hastalığı’ tekrar hortladı. Beyazlar ’özel’ ve ’farklı’ olduklarını büyük bir gurur ve kibir ile boğazları patlarcasına bağırdılar. Kimi meyhaneden, kimi gece kulübünden, kimi meclisten, kimi evinden, kimi davulla, kimi zurnayla koştu Taksim’e, Gezi Parkı’na.
Beyazların değirmenine su taşıyan ve her daim küfre yandaş olan medya her zaman olduğu gibi onu yüz, yüzü bin yaptı. ’Kıyamet koptu’ diye haberler çıkardı dört bir tarafa. ’Halk ayağa kalktı’ dedi. Milyonlar evlerinde sabırla beklerken. Beyazların uydurduğu yalanlar sosyal medyada ’beyazlarca’ en fazla okunan, izlenen, takip edilen haberler oldu. Çapulcu beyaz yobazlar en az iç alemleri kadar kirli olan ayakkabılarıyla camiye girip utanmazlıklarını ve küstahlıklarını meziyet sayarak bira içtiler. Camiden ’biz müslüman başbakan istemiyoruz’ ’rejimin bekçileriyiz. Şeriat istemiyoruz’ küfrünü haykırdılar adına özgürlük dedikleri sahtekarlıklarıyla. Bu ülkede beyazlar ezan sesinden rahatsız oldular, camilerde hoparlör ayarlaması için mahkemelere başvurdular. Hem de kendileri sokaklarda festival, karnaval adı altında delirmişçesine sabahlara kadar bağırıp eğlenirken. Yetmedi bu hoparlörcüler gece yarıları ’tencere tava’ çaldılar. Bekçisi oldukları rejimi kutsamak ve tehlikede gördükleri sistemi kurtarmak adına hep bir ağızdan tempo tuttular. Sarhoş ayyaşlar olarak kamera karşısına geçtiler; ’rejim elden gidiyor’, ’başbakan istifa’ çağrısında bulundular. Ve belki de en vahimi küfür üzerine inşa edilmiş sistemi kutsamak adına hem de sarhoş ve şuursuz bir vaziyette ’bekçiyiz’ dediler. Kime ve neye bekçi olduklarını bilmeden, kime ve neye hizmet ettiklerini hiç düşünmeden. ’izindeyiz’ dediler. Çalışıp üretmek, huzur ve saadet getirmek yerine ’izin’deyiz’ dediler.
’Beyazlar’ neden rahatsız?
Peki neye başkaldırdılar, neye itiraz ettiler bu beyazlar; dünyanın en güzel köprüsü olacak olan 3. köprüye. Dünyanın merkezi olma yolunda en büyük adımlardan biri olacak yeni havaalanının yapımına. İstanbul trafik sorununu büyük ölçüde çözecek Marmaray tüp geçidine. Yüzyılın projesi olan Kanalİstanbul’a. Gençleri ’zevk düşkünü’ olan ülkelere dönmeyelim diye, internet üzerinde çocukların ahlaksız sitelere girişini engelleyen düzenlemeye. Hem ruhu hem bedeni hasta bir toplum olmayalım diye, alkol satışına getirilen düzenlemeye. Cinayet olduğu çok bariz olan ’kürtaja’ yetirilen sınırlandırmaya, Kutsal kitabımız Kur’ân-ı Kerim’in okullarda seçmeli ders olmasına. Devlet kurumlarında, inancı gereği örtünmek isteyenlerin, yıllardır gördüğü eziyet ve zulmün bitmesine. IMF belasından kurtulmamıza. Ortadoğu’da ve dünyada söz sahibi olmamıza. Milli Eğitim Bakanlığı’na ve savunma sanayiine yapılan dev bütçeye. ’Göktürk 2’ uydumuzu yapmamıza. Terörün bitmesine. İdarede namaz kılanların olmasına.
Neden rahatsız oldu beyazlar; kendilerine ’bu kılık kıyafetle dolaşamazsınız’ mı denildi? ’Bundan sonra mesai saatleri içerisinde başörtülü olacaksınız’ mı denildi? Meyhaneleri, batakhaneleri, kumarhanelerini mi bastı genç müslümanlar.
Neden rahatsız bu beyazlar; yine isteyen istediğini giyiyor, yiyor, içiyor. Yine isteyen istediği gayri meşru hayatı yaşıyor. Cumhuriyetin ilk yıllarında ruhsatla satılan içki yine her yerde ve aleni satılıyor. Yine isteyen istediği kadar ve istediği yerde tüketebiliyor içkisini.
Neden rahatsız bu beyazlar; Oysa İmam Hatip öğrencileri hala askeri okullara gidemiyor. Ayasofya hala ibadete kapalı. Medreseleri ve tekkeleri kaldıran, kapatan kanun hala yürürlükte. Hala şeriatı anlatmak yasak ve hala birçok işyerinde ve okulda başörtüsü sıkıntısı var.
Bu beyazlarınki kökleri asırlar öncesine dayanan bir küfür, kibir ve üstünlük hastalığı. Hala onlara göre ülkeleri azınlıkta da olsalar ’beyazlar’ yönetmeli. Hala onlara göre hak eden değil ’bizden olanlar’ başa geçmeli, makam mevki sahibi olmalı.
Meselenin tahlili;
Taksim Gezi Parkı olaylarından kısa süre önce mayıs ortalarında Başbakanın yaptığı Amerika ziyaretinde anlaşıldı ki bir şeyler olmuştu. İsrail ve ABD ile Orta Doğu, Filistin, İslam gibi başlıklarda ciddi manada restleşmeler olduğu Başbakanın ABD dönüşü sonrası olayların patlak vermesi ile açık bir şekilde görüldü.
Bizde satılık adamların, satılık örgütlerin, kişiliksiz gazetecilerin ve sözde aydınların, demokrasiyi dillerinden düşürmedikleri halde demokrasi ile uzaktan yakından alakaları olmayan siyasi partilerin, onlara yem olacak milliyetçi geçinen ulusalcı artıklarının, sivil toplum örgütü adı altında dış mihraklara gurur ve onurla hizmet eden oluşumların, insan hakları çığırtkanlığı yapanların ’insan’ kriterlerine mütedeyyin insanların uymaması gibi nedenlerin Taksim Gezi Parkı çapulcularına fırsat verdiği, olayların oluşum sürecini etkilediği bir gerçektir.
Burada şuna da değinmek lazım; Tamamen çevreci bir vatandaş olarak olayların içerisinde olanlar da vardı. Bunlar olayların mecra kaybetmesi ile birlikte geri döndüler. Evet bazılarının dediği gibi böyle olanlar oldu diyelim. Peki; neden kimse İstanbul’un orta yerinde binlerce ağacı kesip, yüzlerce hektar yeşili yok ederek ormanın içerisine üniversite yapan kurum ya da vakıf için Taksim’de yürümedi? Neden kimse başka belediyelerin, vakıfların, dernek ve şirketlerin daha nice ağaç katletmesine seyirci kaldı.
Mesele tabi ki ağaç ya da Gezi Parkı değildi. Mesele ’ayrıcalıklı’ olduğunu düşünen bir kesimin imtiyaz kaybını istememesi, ülke zenginliğinin %15’in elinde kalmasının devamını istemesi ve yaklaşık bir asırdır vicdanlara hapsettiklerini sandıkları İslam ve İslamî şuurun gün gibi izharını hazmedememesidir. Başka değil.
Olayları değerlendirme
Olayların cereyanı ve hızlı tırmanışı altında başlıca birkaç sebebin varlığından bahsedilebilir. Burada en büyük etken hiç kuşkusuz Türkiye’nin Suriye ve Filistin eksenli olarak oluşturduğu özelde Orta Doğu genelde ise bütün dünya politikasıdır. Küresel odaklar tarihi ve dini bağları nedeniyle Suriye meselesinde mazlumdan yana yer alarak bütün dünyaya Filistin meselesinde olduğu gibi Suriye meselesinde de kafa tutan Türkiye’nin askeri müdahale amaçlı olarak Suriye’ye girmesini arzuladı. Nato üyesi olan ve ancak Nato’nun Suriye’ye girmesiyle askerlerinin girebileceğini ifade eden Türkiye planlanan bu oyunu bozunca önceleri Hatay Reyhanlı’da yapılan saldırılar ve akabinde başka mahfillerce tasarlanıp uygulamaya konulduğu açıkça belli olan Gezi Parkı eylemleri ülke gündemini işgal eder konuma geldi.
Bunun haricinde bir başka sebep hiç kuşkusuz ekonomidir. Her 18 ayda bir TC Merkez Bankası’na ekonomik saldırı yapılıyor. 1,5 yıl önce yapılan saldırıda dolar 1,95 i görmüş, 95 milyar doları görmüş TC Merkez Bankası rezervi 95 milyardan 75 milyara düşmüştü. Bu olayın görünen yüzü. Peki görünmeyeni; FED (Federal Reserve Banks; ABD Merkez Bankası) 2014 ten itibaren, son beş yıldır bol bol bastırdığı dolarları piyasadan çekmek isteyecek. BFED’in bastırdığı paralar nerelere gitmişti peki. Gelişmekte olan ülkelere (örneğin Çin, Rusya, Brezilya, Güney Afrika, Türkiye gibi). Bunları geri çekebilmek için ne yapmak lazım. Paranın gittiği yerlerde sorunlar, ekonomik bunalımlar, manipülasyon-spekülasyon gibi hilekarlıklarla piyasa güvensizliği gibi durumların oluşması lazım.
Bir diğer sebep ise; Türkiye’nin güçlenmesini önlemek. Hafif palazlanan, prangalarını az da olsun aralayan bir Türkiye’nin nasıl dengeleri değiştirdiğini görüyoruz. Ya kontrolden çıkarsa. İşte bunun içindir ki; İngilizler Kanalİstanbul, Almanlar 3. Havaalanı yapımını istemiyor. Daha başka ülkelerde diğer önemli projeleri.
Sonuç;
Mevzuya nihayet noktasında söylemek gerekirse; Uzun yıllar milyonları kemiren, çalışan insanların emeklerini, umutlarını gasp eden ’beyazlar’ kendilerine rant’ı ve sömürüyü kolaylaştıran sistemin değişiyor olmasından, ’ayrıcalık(?)’ histerisinin ellerinden gitmiş ya da gidecek olmasından, özgürlük, insan hakları gibi ’cafcaflı’ sözlerin yerine gerçek manada ’adalet’ ve ’hakkaniyetlik’ ölçülerinin gelmeye başlamasından dahası ise çalışmadan kazanma, emek sarf etmeden zengin olma döneminin bitiyor olmasından epey rahatsız oldular. Bundan dolayıdır ki; her uygulamayı, her kanun ve yönetmeliği ’kişiliklerine saldırı’ olarak değerlendirdiler. Hem de çok yakın zamanda başörtülüleri okullardan ve işyerlerinden atan, ’kamusal alan’ ’özel alan’ ayrımı yapan, dine ve dine ait olanlara hiç saygısı olmayan bir mazileri olmasına rağmen.
Peki biz ne gördük Taksim Gezi Parkı olaylarında;
Biz; insanların kime ve neye hizmet ettiklerini gördük
Biz; Üstad’ın dediği gibi ’urbalarla kemik, mintanlarla et’ gördük,
Biz; küfrün ne denli rezil bir şey olduğunu yakinen idrak ettik,
Biz; bizden olmadıkları halde yıllardır bizden zannettiğimiz kişiliksizlerin asli hüviyetlerini müşahede ettik,
Biz; banka reklamında binlerce dolara rol alıp meydanlarda kapitalizm düşmanlığı yapan ciddiyetsizleri gördük,
Biz; ’Antikapitalist müslüman’ız deyip faiz lobisine çalışan samimiyetsizleri gördük,
Biz; bilmem hangi marka jeans giyip, bilmem hangi ünlü fasd food ürünleri yiyen sahtekâr kapitalist düşmanları gördük
Biz; ağaç derdiyle meydanlara çıkıp İslam’a ve onun şiarlarına saldıran densizler gördük
Hasılı biz; İslam’ın tasvip etmediği bütün herşeyi çok açık ve net bir şekilde gördük Taksim Gezi Parkı olaylarında. Onun içindi ki hiçbir aklı başında müslüman yer almadı Gezi Parkı Olayları içerisinde. Hiçbir İslamî simge, alet, alem yoktu meydanlarda. Onun için diyoruz ya Gezi parkı olayları aslında ’Beyazların İsyanı’.
'Gezi Parkı' Olayları Ya da 'Beyazların İsyanı'
Özlenen Rehber Dergisi 125. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.