Kadın ve erkek, toplumu oluşturan iki temel unsurdur. Fizyolojik yapı olarak kadın yaratılışı gereği erkeğe oranla oldukça zayıf ve güçsüzdür; ama bunun yanında duygusal yönden kadın, karşı cinsine göre daha yüklü, daha hassastır. Kadın daha narin, nazik ve hisli; erkek ise hissiyatını dışa vurma hususunda biraz yavaş ve bunun nihayetinde de daha gerçekçi ve daha somuttur. Bu yaratılıştan getirdikleri, birbirlerini tamamlayan, destekleyen genel özellikleri sebebiyle, dünya sahasında fıtratlarına, hilkatlerine uygun olarak vazifeler, yükümlülükler üstlenmeleri toplumları başarılı kılan birer unsur olmuştur. Dinimiz İslâm’ın genel hatlarıyla ailede; iç işlerini (umumiyetle ev bakımı, yemek hazırlığı, kocaya hizmet ve çocuk eğitimi vd. görevleri) kadına; dış görevleri de (evin yiyecek ve giyecek masraflarını karşılamak, çalışmak, dış tesir ve tehditlere karşı aileyi ve aile yuvasını korumak, en önemlisi neslin devamı için kadına kocalık, çocuklarına babalık yapmak vd.) erkeğe yüklemiştir. Bu, fıtrî bir taksim olması nedeniyle, kalbi İslâm’la atan toplumlarda aile kurumunun sağlıklı olarak işlevselliğini ortaya koyabilmesi daha kolay ve aileler daha sağlam bir yapı özelliği taşımıştır. Ayrıca, ailevi sorunların her toplumun bir realitesi olduğunu düşünürsek, İslâm’ın, iş yükü ve sorumlulukların aile bireylerinin özelliklerine yönelik taksiminin, hiçbir zaman sorunların odağında olduğunu söyleyemeyiz. Bununla birlikte fıtratı zorlayarak ve karşı cinslerin birbirlerinin rollerine geçiş yapma istekleri, ’benim ondan kalır yanım ne?’ anlayışıyla ilâhi emir ve taksimin hikmet boyutunu iyi okuyamamak, aslında tüm sorunların merkezinde duran asıl problemdir.
Kaçan huzurumuzu, ’nerede yanıldık?’ öz eleştirisiyle çözebilmek adına, soru ve sorunlarımızı bir de dinimizin aile kurumuna yönelik tavsiyelerini hikmet boyutlarıyla okumaya çalışmak gerektiğini gün geçtikçe daha iyi anlayacağımız, anlamak zorunda olduğumuz kaçınılmaz bir gerçektir.
Bu soruya vereceğimiz cevap, belki toplumun hali hazırda gidişinin aksi bir yönüne olacak iken, huzuru da kaybettiğimiz yerde aramak için, çölde izini takip eden adam misali değişmeyen hakikatlerimize tabi olmalıyız. Bu, hakikatin değişmeyen fıtratıdır.
Evet, müslüman kadının iş hayatına zamanın kıskaçlarına karşı boyun bükerek intisabı, aslında onun ruhunu da daraltmakta, maddi refah, hizmet, itibar ve unvan olgularıyla onure olmaklığın hazzıyla, hangi noktadan sonra zarar görmeye başladığını bilse de, terk edememesine sebep olmuştur. Bu konum, kadının, daha doğrusu müslüman kadının ilâhi metinleri bu gözle okuyup değerlendirmesine ve itidali, ölçüyü hakkıyla takdir edememesine de zemin hazırlamıştır. Tabi bunun aksi de vardır ve yanlıştır; o da, kadını hayattan tecrit etmek, eğitimsiz, ilimsiz bırakmak ve yine köklerimize başka bir yönden darbe vurmaktır. Peki, ölçü nedir? Kısaca nasıl anlaşılmalıdır? Ölçü: Rabbimizin ve Sevgili Habibî’nin bizi görmek dilediği yerde ve görmek dilediği zamanda, görmek diledikleri hâl ve vasıf üzere bulunabilmektir. Bunu bilebilmenin yolu, İslâm’ın Kur’an ve Sünnet kaynaklı sunduğu bilgiyi, tezkiye olmuş bir kalbe sunup, zuhuru, edeb tülbentine sararak vicdanımıza şu dâr-ı fenâdaki yolculuğunda yol azığı kılmaktır. Zira her güzelliğin sahibi Rabbimiz (c.c.), her kötülüğün menşei ise nefsimiz değil midir?
Bozulmaya yüz tutan ahlâkî değerler ve aile yapılarımızın, zahir sebep olarak birden çok ve çözümü de bir o kadar zor nedenleri bulunmaktadır. Bu sorunlar içerisinde kadının çalışma ortamına özendirilmesi, ilmin, örneğin lisans ve üstü eğitim almanın gayesi olarak iyi bir meslek sahibi olma fikrinin empoze edilmesi ve bunun yanında hızla genişleyen metropol hayat tarzı, aileye katkının anlamını da hızla değişmiştir. Artık tarım toplumlarında olduğu gibi aile bireyleri hep birlikte tarlalarında rızıklarını temin ediyor değiller, aksine gittikçe çekirdekleşen ailenin fertleri dinimizin tasvip etmediği ihtilat dairesinde kendilerine haram olanlarla rahatlıkla bulunabilmekte ve zamanla dini hassasiyetlerin yitirilmesiyle de büyük yaralar açılmış olmaktadır. Yukarıda da söylemeye çalıştığımız gibi kadın, İslâm ahlâkı açısından kadınların yapması daha doğru olacak işleri; erkek de erkeklerin yapması daha ahlâka uygun işlerde istihdam edilmedikçe ve iş ortamları her türlü haramdan korunmadıkça ’nezih toplum’ nimetine kavuşma imkanımız olmayacaktır. İşte bu nedenle bu mühim konuda kendini mesul hisseden herkes, bulunduğu ortamda Risâlet Güneşi (s.a.v.)’in ’Her nerede olursan ol Allah’tan kork...’ hadis-i şerifini kalbinin kulağına küpe etmelidir. Bir de zorunluluk (nefsin değil, İslâm’ın ön gördüğü zaruret hâli) olmadıkça bunun dışındaki her ne sebep olursa olsun çalışmaya azmeden, hele de hiç uygun olmayan ortamlarda üç kuruşa meyleden kadınlarımıza ne söylesek acaba?
Diğer yandan iş hayatında kadınlarımız artık bir daraltıdadır. Yanlışın nerede olduğunu pekâlâ bilseler de, nefislerin bu hususta aldığı haz çoğu kez doğruları itiraftan men edebilir. Buna rağmen farklı anketlerle ortaya çıkan feryatlardan birkaçı şöyledir: ’Çok iş odaklı oldum. Özel hayata zaman kalmıyor. Aile kurmakta geç kalıyorum. İş hayatında yükselmek için fazla taviz verdiğimi düşünüyorum. Az kazanıp çok harcıyorum. Hızlı yaşlandığımı görüyorum. Bunalımdayım. Evliliğim kâğıt üstünde kaldı. Çocuklarıma zaman ayıramıyorum. Annelik bu olmamalı. Kendimi özgür hissetmiyorum. İşimi sevmiyorum. Hayatımı yeniden kurma şansım olsaydı, daha farklı bir tercihte bulunurdum. Kadınlar erkeklerin yapabilecekleri işleri yapabilirler ancak yine de kadınların iş hayatı onlar için daha ayrı bir şekilde düzenlenmeli vs.’
Kapitalizmin, kadının daha özgür (?) daha müreffeh (?) ve daha geniş haklara sahip (?) olacağına dair savı, aslında kadın için değil kendisinin kadını daha rahat ve daha kolay sömürebilmesi adına savunmuştur. Bugün otomobil reklamından tutun da, traş bıçağı reklamına varıncaya kadar kadını ilgilendirmeyen bütün reklamlarda dahi kadının hem de sadece kadınlığını kullanarak istismar edilmesi bunun en bariz ve en belirgin örneğidir. O halde ne olmalı? denilirse; kadın, yaratıcının kendisine sunduğu yetenek ve özellikleri gün ışığına çıkartıp, kendisine biçilen rolü en güzel şekilde yerine getirmelidir. Bu rolün kısa formülünü makalemizin başında vermiştik.
Evet, bütün bunların ahirinde şunu da hatırlatmamı, vicdanı rahatsız bir kardeşiniz için çok görmeyin: Hakk’ın hoşnutluğunun olmadığı kazanç, kişi için hiçbir zaman kazanç olmamıştır, olamaz da...
Günümüz Şartlarında 'Çalışan Kadın' A Bir Bakış...
Özlenen Rehber Dergisi 82. Sayı
Değer yargılarının da gözden geçirilmesi lazımdır. Hatice annemiz fatülte bitirmemişti, Fatıma annemiz kariyer yapmamıştı, Zeynep annemiz lisan eğitimi almamıştı ve onlara göre para bize göre olandan çok farklı idi. Onlar değerli, el üstünde tutulan bir eş bir anne idiler... Çözüm bu günkü durumu o günkü duruma endekslemek.
SEMA HANIM!somut bir çözüm önerisi sunabilir misiniz?NASIL!değer verilen, el üstünde tutulan bir eş,bir anne, bir evlat olabiliriz.iyi bir eğitim görmeden,para kazanmadan,toplumda söz sahibi olmadan