????.ASR-I SAADET’TEN TABLOLAR??..
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), üç bin kişilik bir orduyu Zeyd bin Hârise (r.a.) komutasında Gassanlılara gönderdi. Eğer Zeyd (r.a.) şehit edilirse Câfer (r.a.), o da şehit edilirse Abdullah bin Revâhâ (r.a.) İslâm ordusuna kumanda edecekti. Eğer Abdullah bin Revâhâ (r.a.) da şehit edilirse İslâm ordusu, istişare ile kumandanlarını kendileri tayin edeceklerdi. Bu emri mücahitlere Allah’ın Rasûlü vermişti.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Zeyd bin Hârise (r.a.)’a beyaz bir sancak vererek komutasındaki İslâm ordusunu Uhud’un kuzeyinde bulunan iki tepe arasındaki Veda Geçidi’ne kadar uğurladı. Sahâbelerden oluşan ordu, Suriye sınırına geldiğinde, sadece bütün Kuzey kabileleriyle değil, Kayser’in Rumlardan oluşan ordusuyla da savaşacaklarını öğrendi. Arap kabilelerinden ve Rumlardan oluşan bu devşirme ordunun yüz bin kadar olduğu söyleniyordu. Zeyd bin Hârise (r.a.) istişare için bir savaş konseyi topladı. Sahâbelerin çoğu bu durumun Rasûlullah’a bildirilmesi gerektiği görüşündeydiler; fakat Abdullah bin Revâha (r.a.) bu fikre karşı çıktı. Ve şöyle dedi:
’Önümüzde iki durumdan biri var: Ya muzafferiyet, ya da şehadet. Cennet bahçelerindeki kardeşlerimize katılmak, onlarla arkadaşlık etmek istemez misiniz? O hâlde ileri!? dedi. Abdullah bin Revâha (r.a.)’ın bu sözleri İslâm ordusu üzerinde büyük bir tesir bıraktı. Ve ordu kuzeye doğru ilerlemeye devam etti. Birkaç saatlik yürüyüşten sonra düşmanı gördüler. Bizans kuvvetleriyle birleşmiş olan Arap kabilelerinden oluşan sayıca üstün ordu, sayı ve savaş aletleri açısından o günün en modern ordusu olarak tanımlanabilirdi. Bizans kuvvetleri ortada, Arap kabilelerinin kuvvetleri ortanın sağına ve soluna konuşlanmışlardı.
Sahâbe ordusu, arazi eğiminin aleyhlerine olduğunu düşünerek Bizans ordusuyla hemen karşı karşıya gelmek istemedi. Kuşkusuz bu büyük bir strateji hatası olurdu. Zeyd bin Hârise (r.a.)’ın emriyle Mûte’ye, güneye çekildiler. Burada arazi bakımından avantajlı duruma geçecekler ve savaş düzenine girebileceklerdi.
Sayıca çok fazla olan düşman ordusu, İslâm ordusunu Mûte’ye kadar izledi. Sayı ve teçhizatına güvenen mağrur düşman ordusu, İslâm ordusunun geri çekilerek savaştan vazgeçeceğini düşünüyordu. Çünkü onlar açısından bu kadar küçük bir ordunun bu denli güçlü, büyük bir orduya karşı durması, tek kelimeyle imkânsızdı. Kayser’in Rum ve Müşrik Arap kabilelerinden oluşan ordusunun bilmediği bir gerçek vardı. Karşılarında maddî olarak küçük; fakat manevî olarak çok büyük bir güç vardı. Bu, öyle bir iman gücüyle vasıflı, seçilmiş kişilerden oluşan bir orduydu ki, düşmanların hayatı sevdiğinden çok daha fazla ölümü seviyorlardı. Düşman ordusunun beklediğinin aksine Zeyd bin Hârise (r.a.) saldırı emrini verdi.
O anda Efendimiz (s.a.v.) için Medine ve Mûte arasındaki uzaklık kalkmıştı. Efendimiz (s.a.v.), beyaz sancağı ile Zeyd (r.a.)’ın İslâm ordusunu, devasa modern Bizans ordusuna doğru tarihlerin o ana kadar hiç yazmadığı bir kararlılık ve kahramanlıkla nasıl ilerlettiğini Allah’ın izniyle görüyordu. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) Mescit’te, Zeyd (r.a.)’ın Mûte’de şehit olana kadar bir aslan gibi savaştığını ve şehadet şerbetini içtiğini; Câfer (r.a.)’ın İslâm onurunun nişanesi ak sancağı Zeyd (r.a.)’dan alarak yere düşürmeme pahasına sağ kolunu kestiklerinde sol koluna, onu da kestiklerinde kesik kol yerleriyle nasıl tutmaya çalıştığını ve akabinde vücudundan defalarca vurulup şehit olduğunu, daha sonra sancağı alan Abdullah bin Revâha (r.a.)’ın da iki arkadaşı gibi şehadete erdiğini gözyaşlarıyla minberde anlatıyordu. Peygamberimiz (s.a.v.), Zeyd, Câfer ve Abdullah Efendilerimizin arka arkaya şehadetlerini anlattıktan sonra; ’Allah’ın kılıçlarından biri sancağı aldı. Allah onun için yolu açtı.? diye buyurdular. O günden sonra Hâlit bin Velit (r.a.)’a, Allah’ın kılıcı manasına gelen ’Seyfullâh? lakabı verildi. Efendimiz (s.a.v.) Mescit’te namaz vakti geldiğinde namazı kıldırdı. Her zaman yaptığının aksine topluluğa yüzünü dönmeden mescitten ayrıldı. Akşam ve yatsı namazlarında da aynen bu şekilde yaptı. Bu onun çok üzüldüğüne bir işaretti.
Bütün bunlardan sonra Efendimiz (s.a.v.), Câfer (r.a.)’ın evine gitti. Esmâ (r.anhâ)’ya Hz. Câfer (r.a.)’ın eşleri:
’Ey Esmâ! Câfer’in çocuklarını getir.? dedi. Esmâ (r.anhâ) çocukları getirdi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) onları öptü, kucakladı ve bağrına bastı. Efendimiz (s.a.v.)’in gözleri yaşlarla doldu. Esmâ (r.anhâ):
?Ey bana anamdan ve babamdan daha sevgili olan Allah’ın Rasûl’ü! Câfer (r.a.) ve arkadaşlarına bir şey mi oldu?? dedi. Efendimiz (s.a.v.):
’Evet, bugün vurulup şehit oldular.? dedi. Bunun üzerine Esmâ (r.anhâ) Annemiz gözyaşlarını tutamayarak hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Rasûlullâh Efendimiz (s.a.v.) evine dönerek birkaç gün süresince Câfer (r.a.) Efendimiz’in evine yemek götürülmesini emir buyurarak: ’Acıları onları kendi ihtiyaçlarını karşılayamayacak kadar meşgul ediyor.? dedi.
Ümmü Eymen (r.anhâ), Üsâme (r.a.) ve Zeyd (r.a.) Efendimiz’in ailesinden diğerleri Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in evinde idiler. Onlara daha önceden Zeyd (r.a.)’ın şehadet haberi verilmişti. Efendimiz (s.a.v.) eve dönerken Zeyd (r.a.)’ın küçük kızının sokakta ağladığını gördü. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) de hüzünlenerek ağlamaya başladı. Efendimiz (s.a.v.) sonra Zeyd (r.a.)’ın küçük kızını kucakladı, öperek sinesine bastırdığında bütün vücudu hıçkırıklarla sarsılıyordu.
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.), o gece rüyasında Cennet’i gördü. Zeyd, Câfer, Abdullah (r.anhüm) Efendilerimiz ve savaşta şehit olan diğer Sahâbelerin hepsi Cennet’te idiler. Efendimiz (s.a.v.) rüyada gördüler ki: Yüce Rabbimiz Hz. Câfer (r.a.)’a, savaşta kaybettiği kollarına bedel iki kanat vermişti ve bu kanatlarıyla melekler misali uçuyordu. Efendimiz (s.a.v.) şafakta Mescid’e gitti. Sahâbeler üzüntüsünün hafiflediğini yüzünden anlamışlardı. Daha sonra Esmâ (r.anhâ) Annemize giden İki Cihan Şems-ü Kamer’i ona rüyasını anlattı. Esmâ (r.anhâ) Annemiz bu kutlu haberden sonra rahatlayarak teselli olmuştu.
Mûte’ye gidip kendilerinden otuz üç kat daha fazla olan ve o güne kadar görmedikleri savaş aletleriyle donanımlı bir ordu gören Sahâbe, aralarında istişare yapıp asla korkaklık göstermeden savaştılar ve şehit oldular. Bu hâlleri, yeri ve zamanı geldiğinde bizlere örnek olmalı. Geride Rasûlullah’ı, evlâd-ü iyâllerini, dostlarını, Asr-ı Saadet’i bırakıyorlardı. Fani dünyayı, mallarını, mülklerini, makam ve mansıplarını demiyorum; çünkü o seçilmişler zaten bunlara kıymet vermiyorlardı. Peki, neye karşılık bu onulmaz değerleri bırakıyorlardı? ALLAH (c.c.)
Bizlere şah damarımızdan çok daha yakın olan Rabbimiz, bu şuurdan bizlere de nasip eylesin!
’Şüphesiz Allah, Mü’minlerden canlarını ve mallarını, kendilerine vereceği Cennet karşılığında satın almıştır. Artık, onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve ölürler. Allah bunu Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’ân’da kesin olarak vaat etmiştir. Kimdir sözünü Allah’tan daha iyi yerine getiren? O halde, yapmış olduğunuz bu alış-verişten dolayı sevinin. İşte asıl bu büyük başarıdır.?(1)
Dipnot ve Kaynakça:
1. et-Tevbe, 9/111.
* Bu yazının olay kronolojisinin kurgulanmasında, ’Lings, Martin, Muhammed His life Based On The Earliest Sources, Londra, 1983 / İlk Kaynaklara Göre Hz. Muhammed’in Hayatı, terc. Nazife Şişman, İz Yayıncılık, İstanbul, 2003? adlı eserden faydalanılmıştır.
Mûte Günü
Özlenen Rehber Dergisi 43. Sayı
Yazıyı okuyunca acaba dedim kendi kendime bizde malımızdan ve çok sevdiğimiz canımızdan vazgeçebilirmiyiz. Bunun cevabı insana çok acı veriyor. Allah'ım sen bizi bağışla. Yazar kardeşimize bize birşeyler hatırlattığı için sonsuz bir teşekkürü borç biliriz. En derin kalbi muhabbet ve saygım ile.